Yaşayan Ölüler
Bir yasa vardır, hükümdarların gördükleri işlerin ölümlerinden sonra yargılanmasını ister; ölülerle ilgili yasalar arasında bana en sağlam görünenlerden biri budur. Hükümdar yasaların sahibi değilse bile yol arkadaşıdır. Adaletin, sağken kendisine vurmadığı yumruğu ününe ve mirasçılarına kalan servete vurması haklıdır. Ün ve mal çok kez hayattan üstün tutulan şeylerdir. Bu yasayı töre haline sokmuş olan uluslar yararını görmüşlerdir. Kötü krallarla bir arada anılmak istemeyen bütün iyi krallar da bu yasadan hoşnutturlar. Bütün kralların buyruğunu dinlemek boynumuzun borcudur; çünkü gördükleri iş gereği bunu bizden istemeye hakları vardır ama saygı ve sevgimizi ancak değerleriyle kazanabilirler. Toplumun düzeni bozulmasın diye sabredelim, kusurlarını saklamak küçüklüğüne katlanalım; zararlı olmayan işlerde, bize düşen yardımı edelim; bunu anlarım. Ama ödevimiz bitince, adalet ve özgürlük adına, gerçek duygularımızı anlatmalıyız; kusurlarını çok iyi bildiğimiz bir krala dürüst vatandaş olarak, nasıl bağlı kaldığımızı göstermeliyiz. Bunu yapmazsak, gelecek kuşakları çok yararlı bir dersten yoksun etmiş oluruz. Kötü bir kralı, bize iyilik ettiği için hayırla anarsak, büyük bir doğruluğun zararına küçük bir doğruluğa hizmet etmiş oluruz. Titus Livius’un dediği doğrudur: Kralların ekmeğini yemiş olanlar, onları hep ölçüsüz övgülerle anarlar her biri kendi kralını göklere çıkarır, en büyük değerleri onda görür…
Toplum düzenleri o kadar sağlam olan Lakedemonyalılar’ın pek yapmacık bir törenleri vardır, hiç hoşuma gitmez. Kralların ölümünde halk her tarafta, kadın erkek karmakarışık, alınlarını kanatır, bağıra çağıra ağlaşır, ölen kralın, kralların en iyisi olduğunu söylermiş. Her şeyi kurcalayan Aristoteles, Solon’un: Kimseye ölümünden önce mutlu denemez, sözü üzerinde duruyor ve iyi yaşamış iyi ölmüş insan, adı kötüye çıkarsa, çoluğu çocuğu yoksulluğa düşerse, mutlu sayılabilir mi diye soruyor. Yaşadığımız sürece gönlümüzün istediğini yapabiliyoruz; ama hayattan ayrılınca artık kendimizle hiçbir ilişiğimiz kalmıyor. Solon’a şöyle demek daha doğru olurdu: Mademki insan ancak öldükten sonra mutlu sayılabilir, öyleyse hiçbir zaman mutlu olamaz.
Bertrand du Glesquin, Rancon şatosunu kuşattığı sırada ölmüş. Şatodakiler, teslim olunca, şatonun anahtarlarını Bernand du Glesquin’in cesedi üstüne koymaya zorlanmışlar.
Venedik ordusunun komutanı Berthelemy savaşta ölünce cesedini Venedik’e götürmek için düşmandan Verona topraklarından geçme iznini istemeyi düşünmüşler; ama Theodore Trivolce buna razı olmamış; Verona’dan cesedi savaşarak zorla geçirmiş; «Hayatında düşmandan hiç korkmamış bir adamın ölü iken korkar gibi görünmesi doğru olmaz, demiş.
Eski Yunan yasalarına göre de düşmandan bir ölüyü gömmek için geri istemek zaferden vazgeçmek olur, o zaferle artık övünülemezmiş. Bu işte kazanan yalnız cesedi istenen adam olurmuş. Korinthoslular’ı apaçık yenmiş olan Nikias, zaferi bu yüzden yitiriyor. Agesilaos da tersine Beotia’lılara karşı zor kazanabileceği bir zaferi bu yüzden kazanıveriyor.
Bu adetler bize garip görünüyor ama insanlar her çağda, kendilerini hayatın ötesinde de düşünmekten geri kalmamışlar, hatta Tanrı yardımının kendilerinden kalacak parçalara bile inmeye devam edeceğine inanmışlardır ki uzun boylu anlatmaya gerek görmüyorum. İngiltere kralı Edward, İskoçya kralı Robert’le giriştiği savaşlarda kendi bulundukça işlerin hep iyi gittiğini, savaşın mutlaka kazanıldığını denemiş. Ölürken oğluna törenle yemin ettirmiş ki, cesedini kaynatacak; etini kemiğinden ayıracak; etini gömecek, kemiklerini saklayıp her İskoçya’ya savaşa gittiği zaman yanında götürecek.
Bazı Amerika yerlileri İspanyollara karşı savaşırken üzerlerinde, vaktiyle zafer kazanmış yiğitlerinden birinin kemiklerini taşırlarmış. Bazıları da savaşta ölmüş yiğitlerinin cesedini her gittikleri yere götürür, onunla bahtlarının daha açık olacağına, ondan cesaret alacaklarına inanırlarmış.
İlk örneklerde ölüm, insanların hayatta iken gördükleri işlerin ününü sürdürmekle kalıyor: Son ömeklerde ise ölüler, iş görme gücünü yitirmiyorlar. Kahraman Bayard’ın yaptığı hepsinden iyi: Yediği kurşunlardan öleceğini anladığı halde, geriye çekilmesini öğütleyenleri dinlememiş, ölüme giderken sırtımı düşmana çevirmek istemem demiş; gücü yettiği kadar savaşıp attan düşecek hale gelince yaverinden kendisini bir ağaca dayamasını, ama yüzünün düşmana karşı durmasını istemiş ve öylece ölmüş.
Yukarıki örneklerin hiçbirinden aşağı kalmayan bir tane daha anlatacağım: Kral Philippes’in dedesinin babası Maximilian birçok büyük değerleri olan bir hükümdardı; üstelik eşsiz bir vücut güzelliği de vardı. Bir huyu onu öteki krallardan ayırıyordu. Krallar pek önemli işleri çabuk çıkarmak için oturaklarını krallık tahtına çevirdikleri halde o, en yakın oda hizmetçisinin bile kendisini hacet yerinde görmesine razı olmazmış. Su dökünürken dört tarafı kapattırır, mahrem yerlerini hekime de, başkasına da göstermekten bir kız gibi kaçınırmış. Konuşurken hiç de sağı solu kollamadığım halde bende de aynı utangaçlık vardır. Dayanılmaz bir ihtiyaç veya arzu beni sürüklemedikçe saklanması adet olmamış organlarımı ve işlerimi bile kimseye göstermem. Ama Maximillan işi o kerteye götürmüş ki vasiyetnamesinde, öldüğü zaman kendisine don giydirilmesi üzerinde önemle durmuş, bir zaman sonra vasiyetine, donu giydirecek adamın gözlerinin bağlanması şartını da koydurmuş…
Atinalıların işlediği kanlı bir haksızlık aklıma geldikçe, en doğal ve en haklı egemenlik olduğuna inandığım halk egemenliğine düşman olasım gelir. Lakedemonyalılara karşı, eşini görmedikleri bir deniz zaferi kazanıp dönen kahraman komutanlarını sorgusuz sualsiz ölüme mahkum ediyorlar. Nedeni de şu:
Zaferden sonra gemiler hemen geri dönüp ölülerini arayacak yerde savaşın gereklerine uyarak düşmanın peşine düşmüşler.
Diomedon’un bu arada gösterdiği büyüklük Atinalıların haksızlığına insanı büsbütün isyan ettiriyor. Ölüme hüküm giyenlerden, askerliğiyle de devlet adamlığıyla da ün kazanmış değerli bir komutan olan Diomedon idam kararını dinledikten sonra öne atılıp rahatça konuşmak fırsatını buluyor bu fırsatı kullanıp uğradığı haksızlığa karşı kendini savunacak yerde, ölüm kararını verenlerin sağlığına dua ediyor kendinin ve arkadaşlarının bu kadar büyük bir zaferden sonraki dileklerini kabul etmeyen Atinalılara tanrılarının öfkelenmemesini, bu kararın haklarında hayırlı olmasını diliyor. Başka bir şey söylemeden, pazarlık etmeden ölüme doğru mertçe yürüyor. Talih birkaç yıl sonra bu haksızlığı aynı yoldan cezalandırıyor. Atinalıların deniz kuvvetleri komutanı Kabras, Isparta amirali Molles’i Naskos adasında yenmişken, öncekilerin kötü sonuna uğramak korkusu ile zaferi sonuna vardıramıyor. Denizdeki ölüleri toplamaya uğraşırken bir sürü düşman yakayı kurtarıyor ve az sonra bu boş inanç Atinalılara pek pahalıya mal oluyor.
Bir başkası da cansız insan bedenine dinlenme duygusu veriyor yeniden:
Quaereris quo jaceas post abitum loco?
Quo non nata jacent. (Seneka)
Ölünce nereye mi gideceksin?
Doğmayanların yanına.
Neque sepulchrum quod recipiat portum corporis
Ubi, remissa humana vita, corpus requiescat, a malis. (Ennfus)
Ne mezar, ne rahat bir liman, ki dinlensin orada,
Yaşamaktan yorulmuş insanın bedeni.
Doğada da buna benzer bir durum görülüyor: Birçok ölü nesneler hayata gizliden gizliye bağlı kalıyor. Mahzendeki şarap mevsimlere göre asma ile birlikte bazı değişmelere uğruyor. Tuzlanmış av etlerinin, canlı et gibi durumdan duruma geçtiğini, tat değiştirdiğini söylerler. (Kitap 1, bölüm 3)
Montaigne; Denemeler‘den…