Wagner Olayı
Bu yazının hakkını verebilmek için, insan musikinin yazgısını kanayan bir yara gibi içinde duyup, o acıyı çekmelidir. Neden acı çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda? Musikinin dünyayı arıtıcı, olumlayıcı yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos’un flütü değil, bir décadence musikisi olmasından…
Ama insan musikinin davasını öz davası gibi, kendi çektiği acırlarmış gibi duyunca da, biraz çokça hatır gönül gözeten, aşırı derecede yumuşak bir yazı bulur bunu. Böyle durumlarda keyfini bozmak, kendi kendisiyle de kızmadan alay etmek –ridendo dicere severum; verum dicere (Ridendo dicere severum: Acı doğruyu gülerek söylemek; verum dicere: doğruyu söylemek.) her türlü sertliği haklı gösterse bile– insanlığın ta kendisidir. İstesem, eski bir topçu olarak, Wagner’e karşı ağır bataryalarımı da sürebilirdim; bundan şüpheniz olmasın. –Bu işte kesin sonucu alacak herşeyi kendime sakladım,– Wagner’i severdim. Hem benim ödevimin anlamına, tuttuğum yola uygun düşeni, daha seçkin, “bilinmeyen” birine saldırmaktır– musikinin o Cagliostro’suna (–1743/1795– İtalyan soylusu, ünlü serüvenci, dolandırıcı.) varıncaya dek, maskesini düşüreceğim daha nice “bilinmeyen”ler var–, daha da önemlisi, düşünce işlerinde gitgide uyuklaşan, içgüdüde yoksullaşan, gitgide dürüstleşen Alman ulusuna saldırmaktır: Karşıtlarla besleniyorlar artık, ne bulurlarsa yiyorlar, ister “inanç” olsun, ister “bilimsel düşünce”, ister “Hıristiyanca sevgi olsun, ister Yahudi düşmanlığı, ister güç istemi (devlet olma istemi), ister évangile des humbles (Küçük insanların İncil’i.), hepsini yutuyorlar mide fesadına uğramaksızın, hem de öyle bir iştahla ki, insanın kıskanası geliyor… Karşıtlar arasında bu ne yan tutmazlık, bu ne midesizlik, “çıkar gözetmezlik”! Alman damağının bu haktanırlığı, herşeye eşit haklar tanıması, herşeyden bir tad alması!.. Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar… Almanya’ya son gidişimde, Alman beğenisini Wagner’le Saeckingen borazancısına (–Doğrusu: Soekkingen borazancısı– Scheffel’in Almanya’da pek tanınmış bir şiiri.) eşit haklar tanımaya uğraşır buldum; Leipzig’de en gerçek, en Alman-sözcüğün eski anlamında Alman, yoksa o yalnızca yurttaşlardan değil– musikicilerden birinin, usta Heinrich Schütz’ün onuruna bir Liszt derneği kurduklarını gözlerimle gördüm; o sinsi (Liszt ve List –hile, düzen– üzerine bir sözcük oyunu.) kilise musikisini geliştirip yaymaktı amaç… Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar…
Ama burada kabalaşmaktan ve Almanların yüzüne karşı bir kaç acı gerçeği söylemekten kimse alıkoyamaz beni: Ben de söylemesem kim söyleyecek! –Onların tarih konularındaki sıkılmazlıklarından söz açacağım. Alman tarihçilerinde ekinin gidişini, değerlerini görmek için gerekli o büyük bakış’ın hepten yitip gitmesi, topunun birden siyasa (ya da kilise) soytarıları olması değil yalnız: O büyük bakışı aforoz edenler de kendileridir. İnsanın yalnızca “Alman” olması, o “ırk”tan olması yeter, tarih konusunda değer diye, değersizlik diye ne varsa hepsi üstüne son sözü söyleyebilir, kesinlikle belirtir onları… “Alman” olmak bir kanıttır, “Almanya, Almanya, herşeyin üstünde” bir ilkedir, tarihteki “törel dünya düzeni”dir Cermenler: Roma imparatorluğu karşısında özgürlüğü ayakta tutanlar, on sekizinci yüzyıl karşısında töre’yi, “kesin buyruğu” yeniden diriltenler… Alman devletine özgü bir tarih yazıcılığı vardır; korkarım, Yahudi düşmanına özgü olanı vardır bir de, –ayrıca saray tarih yazıcılığı vardır ve Bay von Treitsschke’nin yüzü kızarmaz hiç… Geçenlerde ahmakça bir yargı, neyse ki bu arada rahmetlik olan Suab estetikçisi Vischer’in (–1807/1887– Alman ozanı, estetikçisi.) bir cümlesi tüm Alman gazetelerinde bir boy gözüktü, her Alman’ın evet demesi gereken bir “doğru”ydu bu: “Uyanış çağı ile Yenileme (Reformation) çağı, ancak ikisi bir arada bir bütün yaparlar, –estetik yeniden doğuş ve törel yeniden doğuş.” Böyle cümleleri duyunca sabrım taşıyor; Almanların yüzüne tüm kabahatlerini birer birer vurmak geliyor içimden, bir görev duyuyorum bunu giderek. Dört yüz yıldır ekine karşı işlenen tüm büyük cürümlerin sorumlusu onlardır!… Nedeni de hiç değişmez, o iliklerine dek işlemiş gerçek korkusu –ki doğrudan korkudur aynı zamanda–, o içgüdü edindikleri ikiyüzlülük, “ülkücülük”… Büyük çağların sonuncusu, Uyanış çağı Almanlar yüzünden anlamını yitirdi, o hasadı yapamadı Avrupa, hem de tam daha yüksek bir değerler düzeni, soylu, yaşamı olumlayan, geleceğin güvencesi olan değerler, karşı değerlerin yuvalandıkları yerde, oralarda oturanların içgüdülerine işleyinceye dek üstün gelmişken! Luther, o tanrının belası keşiş, kiliseyi ve –bin kez beteri– Hıristiyanlığı, tam yenildikleri anda ayağa kaldırdı… Hıristiyanlığı, yaşama isteminin din kılığına girmiş yadsınmasını!… Luther, bu akıl almaz keşiş, “akıl almazlığı” yüzünden kiliseye saldırdı ve –dolayısıyla– onu ayağa kaldırdı yeniden… Katolikler Luther adına şenlikler kutlasalar, oyunlar düzseler yeridir… Luther ve “törel yeniden doğuş”! Tüm psikolojinin canı cehenneme! Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar.– İnsanlık iki sefer korkunç bir yüreklilikle kendini aşarak özü sözü bir, anlamı belli, yüzde yüz bilimsel bir düşünce düzenine vardığında, Almanlar eski “ülkü”ye giden dolambaçlı yollar, doğruyla “ülkü” arasında bir uzlaşma bulmayı başardılar; bilimi yadsımalarını, yalanlarını bir kitabına uydurdular aslında. Leibniz ve Kant, –düşünce dürüstlüğü alanında Avrupa’ya en büyük iki köstek! En sonunda, iki décadence yüzyılı arasındaki köprü üzerinde, yeryüzünü yönetmek amacıyla Avrupa’yı birleştirebilecek güçte, deha ve istem dolu bir force majeure (Üstün güç.) belirdiğinde, Almanlar “özgürlük savaşları”yla Napoleon’un varoluşundaki mucizelik anlamdan yoksun bıraktılar Avrupa’yı; ne olmuşsa, bugün ne varsa onların suçudur hep; hastalıkların, saçmalıkların ekine en zararlı olanı, ulusalcılık, Avrupa’yı hasta eden bu névrose nationale (Ulusal sinirce –nevroz–.), Avrupa’da artık sürüp gidecek bu küçük devletler, bu küçük siyasa: Anlamından, sağduyusundan yoksun bıraktılar Avrupa’yı– onu bir çıkmaza soktular. –Buradan çıkacak bir yol bilen var mı benden başka?… Ulusları yeniden birbirine bağlayacak büyüklükte bir ödev?.
Hepsi bir yana, kuşkumu neden açığa vurmayayım? Almanlar benim durumumda da, bu dev yazgıdan bir fare doğurtmak için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar. Adlarını kötüye çıkardılar benim yüzümden şimdiye dek; ilerde de adam olacaklarından şüpheliyim. –Ah, burada kötü bir falcı olmayı nasıl isterdim!… Benim doğal okuyucularım, dinleyicilerim daha şimdiden Ruslar, İskandinavlar ve Fransızlardır, –gitgide artacak mı onların sayısı? –Almanlar bilgi tarihine baştanbaşa şüpheli adlarla geçmişlerdir; “bilmeyerek olmuş” kalpazanlar çıkarmışlardır yalnız (bu deyim Kant’la Leibniz’e olduğu gibi, Fichte’ye, Schelling’e, Schopenhauer’e, Hegel’e, Schleiermacher’e [–1768/1834– Alman tanrıbilimcisi ve feylosofu. Schleiermacher Almanca’da “tül, peçe vb… yapan” anlamına gelmektedir. Nietzsche sözcüğün bu anlamıyla oynuyor.] de uygundur: perdeleyicidir hepsi de, başka birşey değil): Düşünce tarihindeki ilk dürüst düşünürün doğruyu dört bin yıllık kalpazanlıktan ötürü yargılayan düşünürün, kendileriyle yanyana Alman düşüncesine sokulması şerefini hiçbir zaman elde etmemeli onlar. “Alman düşüncesi” ağır havadır benim için: Psikoloji konusunda artık içgüdü olmuş pisliklerini her sözleriyle, her davranışlarıyla açığa vururlar; bunun yakınında zor soluk alırım. On yedinci yüzyılda Fransızların geçtiği o amansız öz sınavından geçmemişlerdir hiç, –bir Larochefoucauld, bir Descartes, en önde gelen Almanlardan yüz kez daha dürüsttürler, –Almanlardan bugüne dek bir tek psikolog çıkmamıştır. Ama psikoloji nerdeyse ölçüdür bir ırkın temizliği ya da pisliği için… İnsan daha temiz bile değilken, derinliği nasıl olur? Kadın gibidir Alman, bir türlü bulamazsın dibini, –yoktur da ondan: Hepsi bu. Ama sığ bile olmaya yetmez bunların hepsi. –Almanya’da derin dedikleri şey, demin sözünü ettiğim o kendi kendine karşı içgüdü pisliğinden başka birşey değildir: Kendi kendilerini bir türlü oldukları gibi görmek istemezler. Yoksa “Alman” sözcüğünü bu psikolojik sapıtmaya uluslararası bir karşılık olarak önersem mi? –Örneğin bu anda Alman İmparatoru, Afrika’daki köleleri kurtarmayı kendine bir Hıristiyanlık ödevi” sayıyor: Biz, öbür Avrupalılar buna düpedüz “Almanlık” deriz aramızda… Derinliği olan bir tek kitap çıkmış mıdır Almanlardan? Bir kitapta derin olan nedir, onlarda bu kavram bile yoktur. Kant’ı derin sayan bilginlere rastladım; korkarım, Prusya sarayında Bay von Treitschke’yi derin sayıyorlar. Alman profesörleriyle şu da geldi başıma: Bir yeri gelip de, Stendhal’i derin psikolog olarak övdüğümde, bana hecelettiler adını.
–Neden sonuna dek gitmeyeyim? Baştan herşey açık olsun isterim. Göz koyduğum şeylerden biri de Almanların en üstün hor görücüsü olmaktır. Alman kişiliğine karşı güvensizliğimi daha yirmi altı yaşımda dile getirdim (Üçüncü çağdışı yazı, 6. bölüm), –Almanlar çekilmez şeylerdir benim için. Tüm içgüdülerime aykırı gelen bir tür insan düşündüğümde, ortaya hep bir Alman çıkar. Bir insanın “ciğerini okurken”, en önce baktığım şey, onda uzaklık duygusu olup olmadığı, insanla insan arasında kat, değer, sıra ayrımı gözetip gözetmediği, seçip seçmediğidir: Bununla gentilhomme’dur insanoğlu, başka türlü, ne ederse etsin, o geniş yürekli, yumuşak başlı ayaktakımı içindedir yeri. Ama ayaktakımıdır Almanlar, ah öylesine aşağılamış olur kişi: Aynı düzeye indirir Alman… Birkaç sanatçıyla, en başta da Richard Wagner’le alışverişimi bir yana bırakırsam, tek iyi saat geçirmişimdir Almanlarla… Diyelim ki binyılların en derin düşünürü Almanlar içinden çıktı; Kapitol’ün kurtarıcıları (Kazlar. Galyalıların Kapitol’e yaptıkları bir gece saldırısında, kazların bağırması üzerine nöbetçiler uyanmış, saldırı da püskürtülmüştür.) cinsinden biri, kendi çirkin ruhunun da en az o denli önemi olduğunu sanıverdi… Bu ırka dayanamıyorum; kişi onların içinde hep kötü çevrededir, ayrımları sezecek parmak yoktur onlarda, –ne yazık bir ayrımın ben de! –ayaklarında incelik yoktur, yürümesini bile beceremezler… Zaten ayak ne gezer Almanlarda; bacakları vardır onların yalnız… Almanlar ne denli bayağı olduklarını hiç mi hiç bilmezler, ama bayalığın son perdesidir bu, –yalnızca birer Alman olmalarından bile utanmazlar… Her konuşmaya karışırlar, son söz kendilerindedir sanırlar; korkarım benim üstüme bile son sözü söylemişlerdir… Yaşamım baştanbaşa bu cümlelerin en kesin kanıtıdır. Orada bana karşı düşünceli, ince bir davranışın izini aramam boşunadır. Gördümse, Yahudilerden gördüm bunu, ama Almanlardan hiçbir zaman. Böyledir benim huyum, herkese karşı yumuşak davranırım, iyiliğini isterim herkesin, –ayrı gayrı gözetmemeye hakkım vardır benim–: Ama gözlerimin açık olmasına da engel değildir bu. Kimseyi ayrı tutmam, hele dostlarımı hiç mi hiç, –umarım onlara karşı insanca davranmama bir zararı dokunamamıştır bunun! Dört beş şey vardır, kendime hep onur sorunu yapmışımdır.– Gene de şurası doğru ki, yıllardan beri elime geçen hemen her mektubu bir sinizm olarak duydum: Benim iyiliğimi istemek, bana karşı herhangi bir düşmanlıktan çok daha sinikcedir… Dostlarımın teker teker yüzlerine söylerim, hiçbirisi benim herhangi bir yazımı okuyup inceleme zahmetine katlanmamıştır: İçlerinde ne yazılı olduğunu bile bilmediklerini en küçük belirtiden çıkarırım hemen. Hele Zerdüşt’üme gelince, dostlarımdan hangisi onda hoş görülmeyen, ama neyse ki hepten zararsız bir kendini beğenmişlikten daha çoğunu buldu… Tam on yıl: Almanya’da hiç kimse benim adımı, o içine gömüldüğü anlamsız suskuya karşı savunmayı kendine dert edinmedi. Bu iş için yeterince yürekli olan, burnu koku alabilen, sözde dostlarıma karşı öfkeye kapılan, ilk kez bir yabancı, bir Danimarkalı oldu… Psikologluğunu böylelikle bir kez daha gösteren Dr. Georg Drandes’in (–1842/1927– Danimarkalı yazın tarihçisi, eleştirmeci.) geçen bahar Kopenhag’da verdiği gibisinden dersler, hangi Alman üniversitesinde olacak şeydir?– Ben kendi payıma hiç bunların acısını çekmedim; beni yaralamaz zorunlu olan, amor fati benim yaradılışımın özüdür. Ama bu benim alayı, hem de evrensel alayı sevmediğimi göstermez. İşte bu yüzden, değerleri yenileyişin o yakıp yıkıcı, yeryüzünü sarsıntıya boğacak yıldırımdan iki yıl kadar önce, “Wagner Olayı”nı dünyaya uğurladım; Almanlar benim üstüme bir kez daha yanılıp, adlarını bengi, ölümsüz kılsınlar diye’ Anca vakit var buna! –İstediğim oldu mu?– Hem de en alâ sı, bay Cermenler! Hayranlıklarımı sunarım sizlere…
Nietzsche; Ecoo Homo’dan…