Üçüncü Felsefe Var Mıdır?
Bilinemezcilik:
I. Niçin üçüncü bir felsefe? Bu ilk bölümlerden sonra, bize öyle gelebilir ki, bütün teorileri, iki büyük akım, yani idealizm ve materyalizm paylaştığına göre, bütün bu felsefi düşünüş biçimleri ortasında kendi yerimizi bulmak, oldukça kolaydır. Ve gitgide, kanıtların, materyalizm lehine savaştığı kanısı kesinlik kazanıyor.
Öyle görünüyor ki, birkaç incelemeden sonra, bizi, usun (aklın) felsefesine, yani materyalizme doğru götüren yolu yeniden bulduk.
Ama işler bu kadar basit değil. Daha önce de belirttiğimiz (sayfa 66) gibi, zamanımızın idealistleri, piskopos Berkeley kadar açık yürekli değiller. Onların düşünceleri, "çok daha kurnazca bir biçime sokulmuş, ve 'yeni' terminolojiyle bulanıklaştırılmış böylece, saf kişiler, bu fikirleri, 'modern' bir felsefe olarak kabul etmişlerdir."[17]
Gördük ki, felsefenin temel sorusuna, ancak birbirine tamamıyla karşıt, birbiriyle çelişik ve uzlaşmaz iki yanıt verilebilir. Bu iki yanıt, çok açıktır ve hiçbir karışıklığa meydan vermez.
Gerçekten de, aşağıyukarı 1710'a kadar, sorun şöyle konuyordu: bir yanda, düşüncemizin dışında maddenin varolduğunu ileri sürenler - bunlar materyalistlerdi; öte yanda, Berkeley ile birlikte maddenin varlığını yadsıyanlar, maddenin yalnızca bizde, bizim ruhumuzda varolduğunu ileri sürenler - bunlar idealistlerdi.
Ama bu dönemde, bilimler ilerlerken, başka filozoflar da işin içine karıştı; bunlar, bu iki teori arasına bir karışıklık sokan bir felsefe akımı yaratarak, idealistler ile materyalistler arasındaki oy dengesini bozmaya çalıştılar; bir üçüncü felsefenin aranması, bu karışıklığın kaynağı oldu.
II. BU ÜÇÜNCÜ FELSEFENİN İLERİ SÜRDÜĞÜ KANITLAR
Berkeley'den sonra geliştirilerek hazırlanan bu felsefenin esasına göre, şeylerin gerçek doğasını bilmeye çalışmak yararsızdır ve biz, görünüşlerden başka bir şeyi bilemeyiz.
Onun içindir ki, bu felsefeye, bilinemezcilik (agnostisizm) denir. (Yunancada: a, olumsuzluk bildirir; gnostikos, bilinirlik, bilinebilir anlamına gelir; agnostisizm ise, bilinemezcilik demektir.)
Bilinemezcilere göre, dünyanın, gerçekte, ruh mu, yoksa (sayfa 67) doğa mı olduğu bilinemez. Şeylerin dış görünüşlerini tanımak, bizim için olanaklıdır, ama gerçeği tanıyamayız, bilemeyiz.
Güneş örneğini alalım. Daha önce gördük ki, güneş ilk insanların düşündükleri gibi, düz ve kırmızı bir daire değildir. Demek ki, bu daire, bir yanılsamadan, bir görünüşten başka bir şey değildir (görünüş, bizim şeyler hakkında sahip olduğumuz yüzeysel fikirdir, onun gerçeği değildir).
Bunun içindir ki, idealistler ile materyalistlerin, şeylerin madde mi, ruh mu olduklarını, şeylerin bizim düşüncemizin dışında varolup olmadıklarını; bizim için onları tanıyıp bilmenin olanaklı olup olmadığını anlamak için tartıştıklarını dikkate alarak, bilinemezciler, görünüşler pekala bilinebilir, ama gerçek hiçbir zaman bilinemez diyorlar.
Onlar diyorlar ki, duyularımız bizim şeyleri görmemizi, duymamızı, onların dış görünümlerini, dış yönlerini, yani görünüşlerini tanımamızı sağlar; öyleyse bu görünüşler, bizim için mevcuttur; onlar, felsefe dilinde "bizim-için-şey" denilen şeyi oluştururlar. Ama biz, bizden bağımsız olan şeyi, kendine özgü ve "kendinde-şey" denilen şeyi, kendi gerçeği ile tanıyamayız, bilemeyiz.
Durmaksızın bu konu üzerinde tartışan idealistler ile materyalistler, tıpkı biri mavi, öteki pembe gözlük takıp da karda gezinen ve karın gerçek renginin ne olduğunu tartışan iki adama benzetilebilirler. Varsayalım ki, gözlüklerini hiç çıkaramıyorlar. Bir gün karın gerçek rengini bilebilecekler midir? Hayır. İşte, kimin haklı olduğunu anlamak için tartışan idealistler ile materyalistlerin, biri mavi, öteki pembe gözlük takıyor. Hiçbir zaman gerçeği bilemeyeceklerdir. Kar hakkında "kendileri-için" bir bilgi edinecekler, her biri kendine göre, kendi tarzında görecektir, ama hiçbir zaman "kendinde"-karı bilemeyeceklerdir. İşte bilinemezcilerin düşünüş tarzları böyledir. (sayfa 68)
III. BU FELSEFE NEREDEN GELİYOR?
Bu felsefenin kurucuları, Hume (1711-1776) İskoçyalı, Kant (1724-1804) bir Alman'dı. Her ikisi de materyalizm ile idealizmi uzlaştırmaya çalıştılar.
İşte, Lenin'in Materyalizm ve Ampiryokritisizm adlı kitabında aktardığı Hume'un düşünüş tarzından bir parça:
"İnsanların doğal içgüdüleriyle ya da doğal yetenekleriyle kendi duygularına güvenmeye eğilimli oldukları ve bizim algılarımıza bağımlı olmayan ve duyarlıkla bezenmiş bütün varlıklarla birlikte ortadan kalktığımız takdirde bile varolacak olan bir dış evrenin varlığı, en ufak bir uslamlama yapmadan ya da hatta uslamlamaya başvurmadan önce, her zaman varsaydığımız apaçık belli bir şey olarak kabul edilebilir. ... Ama bütün insanların bu evrensel ve birincil kanısı, bize, zihnimizde hiçbir şeyin bir simgesi ya da algısı dışında varolamayacağını ve duyumların zihin ve nesne arasında doğrudan doğruya herhangi bir müdahalede (Intercourse) bulunma yeteneğinden yoksun olarak bu imgelerin içerisinden geçtiği birer kanaldan başka bir şey olmadığını öğreten birazcık felsefeyle hemen sarsılır. Görmekte olduğumuz masa; ondan uzaklaştıkça daha küçük görünür, ama bizden bağımsız olarak varolan gerçek masa, değişmez; o halde bizim zihnimiz, masanın imgesinden başka bir şeyi algılamamıştır. Usun gösterdikleri bunlardır."[18]
Görüyoruz ki, Hume, her şeyden önce, sağduyuya uygun geleni, yani bize bağımlı bulunmayan "dış evrenin varlığını" kabul ediyor. Ama hemen ardından bu varlığı nesnel bir gerçek olarak kabul etmeyi reddediyor. Ona göre, bu varlık, bir imgeden başka bir şey değildir ve bu varlığı, bu imgeyi kaydeden duyularımız, ruh ile nesne arasında herhangi bir ilişki kurma yeteneğinde değildir.
Kısacası, biz, şeylerin ortasında, sanki, perde üzerinde (sayfa 69) nesnelerin imgesini onların varlığını saptadığımız, ama imgelerin kendileri ardında, yani perdenin ardında herhangi bir şeyin bulunmadığı bir sinemada yaşıyor gibiyiz.
Şimdi, bizim aklımızın şeyleri nasıl tanıdığı bilinmek istenirse, bu, "bizzat zihnin enerjisine ya da bir tür görülemez ve bilinemez bir ruhun varsayımına ya da bizce çok daha az bilinen bir başka nedene" bağlı olabilir.[19]
IV. VARDIĞI SONUÇLAR
İşte gözkamaştırıcı, ayrıca da çok yaygın bir teori. Tarih boyunca, felsefe teorileri arasında, çeşitli görünümler altında bu teoriyle karşılaşıyoruz; zamanımızda ise, ona "tarafsız kalmak ve bilimsel bir ihtiyatlılık içinde durumunu korumak" savında olanlarda raslıyoruz.
Şu halde, bu düşünüş tarzlarının doğru olup olmadığını ve bunlardan hangi sonuçların çıktığını incelememiz gerekir.
Eğer, bilinemezcilerin savundukları gibi, şeylerin gerçek doğasını bilmemiz gerçekten olanaklı değilse, eğer bizim bilgimiz şeylerin görünüşü ile sınırlıysa, o zaman, nesnel gerçeğin varlığını ileri süremeyiz ve şeylerin kendi başlarına varolup olmadıklarını bilemeyiz. Bize göre örneğin, otobüs nesnel bir gerçektir; bilinemezci ise, bize diyor ki, bu kesin değil, bu otobüsün bir düşünce mi, yoksa bir gerçek mi olduğu bilinemez. Demek ki, düşüncemizin, şeylerin yansısı olduğunu savunmamızı yasaklıyor. Görüyoruz ki, işte burada, tam bir idealist düşünüş tarzının ortasındayız, çünkü, şeylerin varolmadıklarını ileri sürmekle, kısaca onların varolup olmadıklarının bilinemeyeceğini ileri sürmek arasındaki fark, pek büyük değildir!
Bilinemezcinin, şeyleri, "bizim-için-şeyler" ve "kendinde-şeyler" olarak birbirinden ayırdığını gördük. Demek ki, bizim-için-şeylerin incelenmesi, öğrenilmesi olanaklıdır, bu (sayfa 70) bilimdir; ama kendinde-şeylerin incelenmesi olanaklı değildir, çünkü, bizim dışımızda varolan şeyleri tanıyamayız, bilemeyiz.
Bu düşünüş tarzının sonucu şudur: Bilinemezci, bilimi kabul eder, ve ancak, doğadan bütün doğaüstü güçleri çıkarıp atmak koşuluyla bilim yapılabileceğinden, bilim karşısında, materyalisttir.
Ama eklemekte acele eder ki, bilim, bize ancak görünüşleri verir, ve öte yandan, gerçekte maddeden başka bir şey bulunmadığını, ya da hatta maddenin varolduğunu, ya da tanrının varolmadığını, hiçbir şey tanıtlamaz. İnsan aklı bu konuda hiçbir şey bilemez, öyleyse bu konulara burnunu sokmamalıdır. Dinsel inanç gibi kendinde-şeyleri bilmenin başka yolları varsa, bilinemezci, bunu da bilmek istemez ve bunu tartışma hakkını kendinde bulmaz.
Demek ki, bilinemezci, yaşamın gidişine ve bilimin yapısına gelince, materyalisttir; ama materyalizmi olumlamaya cüret edemeyen, her şeyden önce idealistlerle sorun çıkarmamaya çalışan ve dinle çatışma haline girmemeye özen gösteren bir materyalisttir. "Utangaç bir materyalisttir".[20]
Vardığı sonuç şudur ki, bilimin derin değerinden kuşku duymakla ve bilimde yalnızca görünüşleri görmekle, bu üçüncü teori, bize, bilime hiçbir gerçeklik yüklememeyi öğütler ve herhangi bir şeyi öğrenmeye çalışmanın, ilerlemeye katkıda bulunmak için çaba göstermenin, tamamen yararsız olduğunu ileri sürer.
Bilinemezciler şöyle diyorlar: Eskiden, insanlar, güneşi düz bir daire olarak görüyorlardı ve gerçeğin öyle olduğunu sanıyorlardı; yanılıyorlardı. Bugün, bilim bize, güneşin gördüğümüz gibi olmadığını söylüyor ve her şeyi açıklayacağını ileri sürüyor. Ama gene biz biliyoruz ki, bilim de bir önceki gün yaptığını, bugün yıkarak, sık sık yanılıyor. Dün yanlış (sayfa 71) bugün doğru, ama yarın yanlış. Böylece, diye savunuyorlar bilinemezciler, bilemeyiz; akıl, bize kesin hiçbir bilgi. getirmez. Ve eğer, örneğin dinsel inanç gibi akıldan başka araçlar, bize mutlak olarak kesin bilgiler vermeyi iddia ederlerse, bilim, bizi bunlara inanmaktan bile alıkoyamayacaktır. Bilime karşı güven ve inancı zayıflatarak, bilinemezcilik, böylece, dinlere geri dönüşü hazırlar.
V. BU "ÜÇÜNCÜ" FELSEFE NASIL ÇÜRÜTÜLÜR?
Gördük ki, materyalistler, savlarını tanıtlamak için, yalnızca bilimden değil, ama aynı zamanda bilimlerin denetlenmesine olanak veren deneyimden de yararlanırlar. "Pratiğin sağladığı ölçüt" sayesinde şeyler bilinebilir, tanınabilir.
Bilinemezciler, bize dış dünya vardır ya da yoktur diye iddia etmek olanağı yoktur, diyorlar.
Oysa, pratik ile dünyanın ve şeylerin varolduklarını biliyoruz. Bizim şeylerden edindiğimiz fikirlerin akla-yatkın, akılsız olmayan fikirler olduğunu, şeylerle kendimiz arasında kurduğumuz ilişkilerin gerçek ilişkiler olduğunu biliyoruz.
"Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre, kendi yararımıza kullanmaya başladığımız an, duyusal algılarımızın doğruluğunu ya da yanlışlığını yanılmaz bir sınamadan geçirmekteyizdir. Bu algılar yanlışsa, bir nesnenin onlara göre kestirdiğimiz kullanım yolunun da yanlış olması ve çabamızın boşa gitmesi gerekir. Ama amacımıza varmayı başarırsak, o nesne ile onun bizdeki ideasının uyuştuğunu anlarsak; nesne, ereğimiz için kendisinden beklediğimizi verirse, o zaman bu, bizim o nesne ve onun nitelikleri üzerine olan algılarımızın kendi dışımızdaki gerçeklikle uyuştuğunun o ölçüde olumlu kanıtıdır. Ve bir başarısızlığa uğradığımız zaman, başarısızlığımızın nedenini bulmada genellikle pek gecikmeyiz; kendisine dayanarak iş gördüğümüz algının ya eksik ve yüzlek, ya da başka algıların sonuçları ile onların elvermediği (sayfa 72) bir tarzda birleştirilmiş olduğunu -kusurlu usa vurma dediğimiz şey budur- anlarız. Duyularımızı gerektiği gibi eğitmeye ve kullanmaya, ve eylemimizi gerektiği gibi edinilmiş ve kullanılmış algıların belirlediği sınırlar içinde tutmaya ne kadar dikkat edersek, eylemimizin sonucunun, algılarımızla algılanan nesnelerin nesnel doğası arasındaki uyuşmayı gösterdiğini o kadar iyi anlayacağız. Şimdiye kadar, bilimsel olarak denetlenmiş duyu-algılarımızın, zihnimizde, doğaları gereği, dış alem bakımından gerçeklikle çatışmalı idealar yarattığı, ya da dış alemle onun bizdeki duyu-algıları arasında bir iç bağdaşmazlık bulunduğu sonucuna varmamıza yolaçan tek bir örnek yoktur."[21]
Engels'in tümcesini alarak, "çöreğin (varlığının -ç.) kanıtı, onun yenmesindedir" (İngiliz atasözü) diyeceğiz. Eğer çörek varolmasaydı, ya da bir fikirden başka bir şey olmasaydı, çöreği yedikten sonra açlığımız hiç de giderilmiş olmazdı. Onun için şeyleri tanımamız ve fikirlerimizin gerçeğe uyup uymadıklarını görmemiz pekala mümkündür. Bilimin verilerini deneyim yoluyla ve bilimlerin teorik sonuçlarının pratikteki uygulamaları demek olan sanayi yoluyla denetlememiz olanağı vardır. Eğer biz, yapay kauçuk elde edebiliyorsak, bu, bilim, kauçuk olan bu "kendinde-şeyi" biliyor, tanıyor demektir.
Şu halde görüyoruz ki, kimin haklı olduğunu anlamaya çalışmak yersiz ve gereksiz değildir, çünkü, bilimin düşebileceği teorik yanılgılar ortasında, deneyim, bize, her keresinde gerçekten bilimin haklı olduğunun kanıtını verir.
VI. VARGI
18. yüzyıldan beri, bilinemezcilikten az ya da çok yararlanmış olan çeşitli düşünürlerin, bu felsefeyi, bazan idealizme, bazan da materyalizme doğru çekmiş olduklarını (sayfa 73) görürüz. Bu düşünürler, Lenin'in dediği gibi, yeni sözcüklerin ardına gizlenerek, hatta kendi düşünce düzenlerini payandalamak için bilimden yararlandıklarını bile ileri sürerek, iki teori arasında karışıklık yaratmaktan başka bir şey yapmazlar; böylelikle de, bazı kişilerin, bilimden yararlandıkları için idealist olmadıklarını, ama kanıtlarında ta sonuna kadar gitmeyi göze alamadıkları ve tutarlı olmadıkları için de materyalist olmadıklarını bildirmek olanağını veren rahat bir felsefe edinmelerine olanak sağlar.
"Gerçekten, bilinemezcilik, 'utangaç' bir materyalizmden başka nedir? Bilinemezci doğa kavramı, baştan sona materyalisttir. Bütün doğal alem, yasalara bağımlıdır, ve bir dış etkinin işe karışmasını kesinlikle dışarır. Ancak, bilinemezci, şunu ekler: bilinen evrenin ötesinde yücelerden yüce bir varlığın bulunduğunu ileri sürmemizi de çürütmemizi de sağlayacak hiçbir aracımız yoktur."[22]
Bu felsefe, demek ki idealizme yardım ediyor ve bilinemezciler; kendi uslamlamalarında tutarsız olduklarından, sonunda idealizme varıyorlar. "Bilinemezciyi kazıyın, diyor Lenin, idealisti bulacaksınız".
Gördük ki, materyalizm ile idealizmden hangisinin haklı olduğu bilinebiliyor.
Şimdi görüyoruz ki, bu iki felsefeyi uzlaştırmak iddiasında olan teoriler, gerçekte idealizmi tutmaktan başka bir şey yapmıyorlar, felsefenin temel sorusuna üçüncü bir yanıt getirmiyorlar, bu bakımdan da, üçüncü bir felsefe yoktur. (sayfa 74