Türkiye'de Felsefe Eğitiminin Sorunları
Bilkent Üniversitesi’nin bu öğretim yılı başından itibaren Felsefe eğitimi veren bir bölümü var.
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Varol Akman’ın, Şubat 2004’te 1. sayısı yayımlanan Bilkent Dergisi’nde yayımlanan röportajından öğrendiğimize göre, yapılan görüşmeler sonunda Bölümün Analitik Felsefe eğitimi vermesi gerekliliği üzerinde anlaşmaya varılmış ve Bölümün kuruluşunda Princeton Üniversitesinin Felsefe bölümünden esinlen[ilmiş]. Prof. Akman, şöyle diyor: Princetona bakınca şu görülüyor: Felsefenin yanı sıra başka dersler de var: Biz de bunu yapalım,felsefe öğrencisi felsefe dışındaki konularla da ilgilensin, felsefeyi bu alanlara da taşısın ya da bu alanlardan elde ettiği birikimi felsefeye aktarsın düşüncesinden yola çıktık.
Dr. Akman, meslekten felsefeci değil: Rensselaer Politeknik Enstitüsünden 1985 yılında Bilgisayar Grafiği konusunda yaptığı çalışmayla doktor olmuş; daha sonra Utrecht Üniversitesinde ve Amsterdamdaki Matematik Merkezinde, misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak çalışmış. 1988 yılından beride Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümünde görev yapmış. Şimdi de Felsefe Bölümü Başkanı. Dr. Varol, Felsefe üzerine akademik bir derecem yok. Bu konuda kendimi eğitmeye çalıştım, okuyarak ve bol bol düşünerek: Felsefeyi kendi işlerimde, araştırmalarımda kullanarak öğrendim bir yerde: Dolayısıyla, felsefeyle olan ilişkim pragmatik: Benim bir yerde ilk göz ağrım ve halihazırdaki çalışma alanım akıl/dil felsefesi, diyor.
Dr. Varol’un, Bilkent gibi Türkiye’nin en değerli ve saygın üniversitesinde kurulan Felsefe Bölümü’ne ilişkin olarak söyledikleri, bizi Türkiye’de Felsefe eğitiminin nasıl yapılması gerektiği konusunda düşünmeye götürmelidir. Burada ilk akla gelen, elbette Batılı anlamda sistemleştirilmiş bir Felsefi düşünce geleneğine sahip olmayan ülkemizde, sistemli bir eğitim geleneğinin de bulunmadığıdır. Sistemli bir Felsefe geleneği yoksa, sistemli bir felsefe eğitimi geleneğinden de söz edilemez elbette. Dolayısıyla, Türk üniversitelerinde Felsefe eğitimi, büyük ölçüde öğretmenlerin entelektüel donanımlarına, eğilimlerine ve tercihlerine bağlı kalmış görünüyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünün ilk hocaları (Macit Gökberk, Takıyettin Mengüşoğlu, Mazhar Şevket İpşiroğlu ve bir süre için Nusret Hızır), Almanya’da öğrenim gördükleri için, müfredat programı, Alman Felsefesi ağırlıklı olmuştur. O kadar ki, asıl yabancı dilleri Almanca olmayan asistanlar (Nermi Uygur, Önay Sözer gibi), Almanca öğrenmek durumunda kalmışlar; doktora değilse de doçentlik çalışmalarını Alman filozofları üzerine yapmışlardır.
Bir başka örnek, Boğaziçi Üniversitesidir. Orada eğitim İngilizce yapılmaktadır; dolayısıyla en azından İngilizce ders verebilecek düzeyde İngilizce bilen elemanların çalıştırılmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu düzeyde İngilizce bilen felsefeci olabilmek, büyük ölçüde Anglosakson ülkelerinde öğrenim görmüş olmayı önvarsayar. Böyle olunca da, müfredat programı, Anglosakson empirikanalitik felsefi düşünce geleneğinin ağırlıkta (hatta, başat!) olduğu bir yapıyı öne çıkarır. Aynı durum, Fransızca eğitim veren Galatasaray Üniversitesinin Felsefe Bölümü için de söz konusudur. Orada da Fransız Rasyonalist geleneğinin esas alındığı bir müfredat uygulanıyor.
Bu biraz garip görünmüyor mu? Türkiye’de bir üniversite Alman felsefesini, öteki Anglosakson felsefesini, bir üçüncüsünün ise Fransız felsefesini temel alan bir eğitimi uyguluyor olması, garip değil mi gerçekten? Denecektir ki, bu bir çeşitlilik ve farklılıktır; sakıncalı olmak şöyle dursun, Felsefe eğitiminde bir çok seslilik anlamına gelir! Bir doğruluk payı var mıdır bu argümanda; bilemiyorum! Gelgelelim, Felsefe eğitiminin bu türden belirlenimlerle biçimlendirilmesini de anlamak mümkün değildir: Felsefe okutmayı eğitim dilinin (ya da, eğiticinin müktesebatının) belirleyiciliğine bırakmak! Bu ne kadar doğrudur; tartışılması gerekir… Mesele, derse göre hoca bulmaktır; hocaya göre ders açmak değil!
Hilmi Yavuz