Trajik Esinli Yalvac
Bazı insanların ölümlerinden sonra doğduklarını söyleyen ve buna bizzat kanıt oluşturan Friedrich Nietzsche’nin ölümünün üzerinden yüz yıl geçti; bu yüz yıl boyunca felsefe, teoloji ve psikoloji alanlarındaki düşünce üretimi, Nietzsche olmaksızın anlaşılamayacak kadar ondan etkilendi. Ondan yola çıkanlar ve onunla hesaplaşanlar, geçtiğimiz yüzyılın onur listesini oluşturuyor neredeyse: Martin Heidegger, Albert Camus, Karl Jaspers, Michel Foucault, Jacques Derrida, Martin Buber, Alfred Adler, C. Gustav Jung, Sigmund Freud, André Gide, Hermann Hesse, Thomas Mann, André Malraux, G. Bernard Shaw, R. Maria Rilke, W. Butler Yeats ve başkaları. Yaşarken bazı kitaplarını kendi parasıyla bastırmak zorunda kalan, bazı kitaplarının ise basıldığını bile göremeyen Nietzsche, henüz 29 yaşındayken yazdığı Unzeitgemässe Betrachtungen’da (Zamansız Düşünceler) kendi döneminde doğru olarak algılanamayacağını biliyor ve peşinen kabulleniyor gibidir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman askerlerinin sırt çantalarında bulunması zorunlu iki kitaptan birinin (Böyle Buyurdu Zerdüşt –diğeri Aziz Yuhanna İncili-) yazarı olması, daha sonraları da Nazi ideolojisine hizmet edecek şekilde alıntılanması, onun 20. yüzyılda da kaderinin çok farklı olmayacağını düşündürtmüştür. Neyse ki bu tam anlamıyla doğru çıkmadı – bugün Nietzsche en özgün, etkisi en büyük, anlatımı en parlak filozoflardan biri sayılıyor, tüm yapıtları yeniden (ve kızkardeşi Elisabeth’in çarpıtmalarından arındırılarak) yayımlanıyor, çeşitli dillere (ve hatta Türkçeye) çevriliyor.
1844’te Prusya sınırları içindeki Röcken’de doğan Nietzsche’nin ailesi, yoğun bir Luther etkisi altındaydı – büyükbabası, dedesi ve babası profesyonel din adamlarıydı. Çok başarılı bir öğrencilik dönemi geçirdi Nietzsche, üniversitede teoloji ve klasik filoloji okudu, hocası Ritschl’la birlikte Bonn Üniversitesinden Leipzig Üniversitesine geçti ve Ritschl’ın çıkardığı Rheinisches Museum dergisinde yazısı yayımlanan ilk ve tek öğrenci oldu. 1867’de askere gitti ve ata binerken göğsünden yaralandı; okula geri döndü, Schopenhauer’in felsefesiyle, Wagner’in kendisiyle tanıştı, ikisinden de çok etkilendi. Konusunda o kadar iyiydi ki Basel Üniversitesinde klasik filoloji profesörlüğü kadrosu boşalınca, doktora tezini bile bitirmemiş olmasına rağmen, Ritschl’ın büyük övgüleri eşliğinde bu kadroya alındı. Kendi üniversitesi, o zamana dek yayımladığı yazıları o kadar etkileyici buldu ki, doktora derecesini 1869’da sınavsız-tezsiz verdi. Nietzsche 1870 yılında Fransa-Prusya savaşına gönüllü olarak katıldı, ancak yaralıların nakli sırasında dizanteri ve difteriye yakalandı ve sağlığı düzelmemecesine bozuldu. Aynı yıl okula dönüp ağır bir ders programıyla çalışmaya başladı; 1879 yılına kadar Basel’de kaldıysa da hastalığı ona rahat vermedi.
Sonraki on yıl boyunca İsviçre, Fransız Riviera’sı ve İtalya’da çeşitli pansiyonlarda yaşayan, ağır sağlık sorunları çeken, dayanılmaz acılar içinde kıvranan, yarı kör Nietzsche, yine de en önemli yapıtlarını yazmayı başardı. Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt), Jenseits von Gut und Böse, Zur Genealogie der Moral, Der Antichrist (Deccal), Ecce Homo (İşte İnsan) bu dönemin ürünleri arasındadır.
1889 yılının Ocak ayında Turin sokaklarında yığılıp kaldı Nietzsche, önce Basel’de, ardından annesinin yanında Naumburg’da, onun ölümünün ardından da kızkardeşinin yanında Weimar’da, tam bir zihinsel karanlık içinde yaşadı. 1900’de öldü; ölüm nedeni, üçüncü derece gizil frenginin yol açtığı atipik genel felç olarak belirlendi. Önde gelen şovenistlerden ve Yahudi düşmanlarından Bernhard Föster’le evli olan kızkardeşi Elisabeth, kocasının 1889’da intihar etmesinden sonra Nietzsche’nin yapıtları üzerinde mutlak bir kontrol kurarak, kimi zaman kıyıda köşedeki notları derleyerek, kimi zaman küçük sahtekarlıklar yaparak Nietzsche’yi Föster’e benzeyecek şekilde yeniden “kurdu”. Hitler’e duyduğu hayranlık, abisinin adının da Nazizmle birlikte anılmasına yardımcı oldu.
Cogito dergisi 25. sayısını Nietzsche’ye ayırarak, Türkiye’de adı çok bilinen ama yapıtlarının pek azı çevrilmiş, üzerinde pek az yazılmış bu filozofu 21. yüzyılın başında konumlandırmaya çalışıyor. Beş ana bölümden oluşuyor bu sayı: ilk bölümde Nietzsche’nin yaşamı ve Yapıtıyla, temel kavramlarıyla ilgili daha genel ve kapsayıcı yazılara yer veriliyor – çoğu “birinci sınıf” düşünürlerin kaleminden çıkma yazılar bunlar. Ara bölümde Nietzsche’nin “Defter”lerinden alıntılanan ve ilk kez bu sayı için Türkçeye çevrilen aforizmaları ve “Büyük Politika” başlıklı yazısı geliyor. Üçüncü bölüm kişisel ve özgül Nietzsche okumalarından oluşuyor; ardından, Oruç Aruoba’nın “Nietzsche anlaşılamaz” savına eklemlenebilecek bir soruya yanıt aranıyor: çevrilebilir mi Nietzsche? “Okuma ve Yazma Üzerine”nin yedi farklı çevirisi, okura bu konuda bir fikir verecektir. Son bölümdeyse, 1910’dan bu yana Türkiye’de Nietzsche üzerine yayımlanmış yazılardan bir seçki sunuyoruz – yazıların sayısı sizi yanıltmasın, Nietzsche Türkiye’de hala doğmayı bekliyor.
Yirminci yüzyıl düşününde Nietzsche’nin damgasından söz etmek mümkün gerçekten de – Behler’in yazısında görüleceği gibi, yüzyıl başından başlayarak öncelikle İngiltere, Almanya ve Fransa’da yoğun şekilde tartışıldı, konumlandırıldı, ona göre hiza aldı pek çok düşünür. Nietzsche’nin geçtiğimiz yüzyıl boyunca birbirinden çok farklı yorumlamalara konu olması ve anlaşılmazlığının vurgulanması bir rastlantı sayılmaz öte yandan; bu herşeyden önce söz konusu Yapıtın parçalarının, bütünle kurdukları ilişkinin doğasından, Nietzsche’nin yönteminden ve yazı dilinden kaynaklanır. Nietzsche’ye girmek zordur bir kere – Yapıt çok geniş bir alanı tarar ve karmaşık bir bütünlüğe ulaşır; parçalar çoğu zaman birbiriyle çelişkili gözükür, bu nedenle de her yerden birden başlamadıkça Yapıtın anlaşılamayacağı düşünülebilir. Oysa bu, yani bütün bakış açılarını aynı anda içerecek bir bakış açısının olanaksızlığı, bizzat Nietzsche tarafından ileri sürülmüştür. Ayrıca kullanılan kavramlar sabit ve tek tanımlı kalmaz, kategoriler sürekli olarak yeniden değerlendirilir, değişik renkler kazanırlar. Nietzsche’de neyin somut, neyin soyut olduğunu, neyin ciddi, neyin “edebiyat” olduğunu ayırdetmek de zor, ancak bir o kadar da gereklidir. Onun politikayla, gündelik yönetim biçimleriyle, anayasalar ve partilerle ilişkisi doğru tanımlanmaz ve “insanlık nasıl tedavi edilecek?” gibi bir soruya yanıt aradığı görmezden gelinirse, arayışının politik boyutunun da biyolojik bir temele oturduğu farkedilmezse, bu “kayıp kıta”yı keşfetmek iyice zorlaşacaktır. Edelman, yazısında bu zorlukları ayrıntılandırıyor.
Sloterdijk ve Blanchot’nun yazıları, Nietzsche’nin Yapıtını ve yöntemini inceliyor ve bir tür “üst bakış” sağlıyor. Yakın dönem Alman düşününün el ilginç ve kışkırtıcı isimlerinden Sloterdijk, Nietzsche’nin ilk dönemine bakarak, bugünkü güncelliğinin kaynağını sorguluyor. Bu belki de onun güçlü yanlarından değil, güçsüzlüğü olarak algılanan bölünmüşlüğünden gelmektedir: Nietzsche bir “meslek uzmanı” olmayı reddetmiştir, bilim, sanat ve felsefeyle aynı anda uğraşmış, ağır bir bedel ödeyerek de olsa “sanatçı bilim adamı” ve “bilim adamı sanatçı” olmayı, iki yarılı “kentauros”lar üretmeyi başarmıştır. Bu ikili yapı ya da yaklaşım, yepyeni bir filoloji anlayışı doğurmuş, varoluşun ve dilin birbirlerindeki karşılıklıklarının izini yepyeni bir şekilde sürmek böylece mümkün olmuştur. Blanchot ise Nietzsche’nin “parçalı yazı”sına, yani yazı biçemine eğiliyor, bunun Güç İstemi, Üstinsan, Bengi Dönüş, nihilizm, perspektivizm ve trajik düşünce gibi pek çok temel Nietzsche-izleğini anlamak için iyi bir anahtar olacağını savunuyor ve buradan devam ederek bir anlamda Sloterdijk’in filolojiyle ilgili yargısının yakınlarına düşüyor: “Nietzsche, dünyayı bir metin gibi düşünür.”
“Olanaklı olandan kurtulup olanaksız olana ulaşmak”: olanaklı ve olanaksız, birbirlerinin sınırında varolur, birbirlerini tanımlı hale getirirler; Tanrı ise bu iki ucun arabulucusudur Bataille’ın yorumuna göre. Tinsel olan, olanaksıza arzu duymanın ta kendisidir, eylem ise olanaklı olana. Nietzsche’nin hastalığı, yaşamına olanaksızın girdiği anı belirler – bu hastalık, kendi yaşamı hakkındaki kötümserliği haklı kıldığı anda Nietzsche Schopenhauer’in felsefesini terk eder; yaşam kolayken ona “hayır” diyen Nietzsche, yaşam olanaksız hale geldiğinde ona “evet” diyecektir. Zerdüşt’te şöyle yazar: “Trajik özelliklerin yok olup gitmesini görmek ve buna gülebilmek; derin kavrayışa, heyecana ve hissedilen sempatiye rağmen – bu tanrısal birşeydir.” Bütün berbatlığına rağmen bir ömrün hiçbir “editing” olmaksızın, bir “bengidönüş” içinde yinelenmesini istenir bulmak ancak bir üst-insanın becerebileceği birşeydir, bir atlayıştır ve bu atlayış hiçbir tereddüte izin vermez. Nietzsche bu atlayışı gerçekleştirmiştir, kendinden geçerek, gülerek, hafiflikle. Deleuze de yazısında Nietzsche’nin izleklerini inceleyerek bunları “üst-insan” kavramına bağlıyor. Üst-insanı oluşturan kişiliklerin, yani bir kahin, iki kral, sülüklü adam, büyücü, sonuncu papa, insanların en çirkini, gönüllü dilenci ve gölgenin arasında diyalektik bir ilişkinin olmayışı, Yapıt için genelleştirilebilir: Deleuze’e göre –ki burada Blanchot’dan ayrılır- diyalektiğin spekülatif motoru olan çelişki ve onun çözümü, Nietzsche’de yöntem olarak karşımıza çıkmaz.
Nietzsche’yi okumak, onun neye karşı konum aldığını çözmekle mümkün olabilir ancak. Oluşturduğu izleklerin pek çoğu, kendinden önceki felsefe geleneğinin mirası izleklere yanıtlar ve karşıçıkmalarla kurulmuştur. Heidegger örneğin Nietzsche’nin Platonculuğu tersine çevirmesini ele alır ve bunun anlamını sorgular: Platon’da duyu-üstü dünyanın hakiki dünya sayılması ve üstte yer alması, duyusal dünyanın görünür dünya olarak adlandırılıp alta yerleştirilmesine karşı Nietzsche’nin girişimini incelemek, Heidegger’in onun kavram dünyası hakkında önemli saptamalar yapabilmesini sağlar. Ne var ki Nietzsche-izleklerinin anlamları tartışmasız kabul edilemez; örneğin “bengidönüş” izleği, belki de en çok tartışmaya konu olmuş izlek, ya da “Grundkonzeption”dur (“temel kavram”). Hilmi Yavuz, bu kavramı açımladığı yazısında bengidönüşün kozmolojik bir varsayım olmadığını kabul ediyor, Deleuze’ün savını (“bengidönüş Nietzsche için, aynı-olanın yinelenmesi anlamına gelmez”) tartıyor ve vurgunun “aynı-olanın yinelenmemesi”nde değil, Shapiro’nun öne sürdüğü gibi, insana ilişkin herşeyin ilinekselliğini ve olumsallığını kabul etmekte olması gerektiği sonucuna varıyor.
“Nietzsche’nin modern devleti küçümseyen biri olduğunu söylemek, aynı zamanda hem sıradan hem de değildir.” Goyard-Fabre, Nietzsche’nin felsefesinde devlete ayrıcalıklı bir yer tanımlamak mümkünken bunu yapmamasının, tam tersine devlet idealizmini doruğuna ulaştıran Hegel’le bozuşmasının ilginçliğinden yola çıkıyor ve bu özel sayıda Nietzsche’nin siyasal ve toplumsal yaşam, demokrasi, eşitlik, yasalar, “alt-insanlar”, kitleler, sosyalizm ve liberal kurumlar hakkında söylediklerini inceleyen tek yazıda, devletin “ölüler evi”ne dönmesinin nedenlerini ortaya koyuyor. Cemal Bali Akal, Goyard-Fabre’ın makalesinden yola çıkarak, Nietzsche’nin devlet eleştirisinde Spinoza etkisini araştırıyor.
Bu sayıda yer alan iki söyleşi, aynı zamanda kişisel Nietzsche okumalarına geçiş niteliği taşıyor. Horkheimer, Adorno ve Gadamer 1950’de yaptıkları “Nietzsche ve Biz” başlıklı konuşmada, Deleuze’ün de sonradan savunduğunu gördüğümüz gibi, Nietzsche’de diyalektik yöntemin bulunmadığının altını çiziyor ve bu eksikliğin, onun kötüye kullanılmasını kolaylaştırdığına, Nietzsche’nin söylediklerini harfi harfine algılamanın da yanlış ve çelişkili sonuçlar doğuracağına karar veriyorlar. Can Alkor’la Enis Batur’un söyleşisiyse bu iki “kültür adamı”nın Nietzsche okuma serüvenlerini izlek edinerek Nietzsche’nin Yapıtındaki şiirsel ögeleri, Batı felsefesiyle ilişkisini, içsel gerilim noktalarını, yazma biçimini, “geleceği görme” özelliğini, nihilizmini, çıldırmasını, Budizmden uzak duruşunu, etkilerini irdeliyor.
Deleuze ve Foucault’nun “Nietzsche’nin Tüm Yapıtları” için yazdıkları önsöz, Nietzsche’nin kitaplarının yayımlanma serüvenini gözler önüne sererken, Celal Şengör özgül bir Nietzsche okuması yaparak Nietzsche’de kuramsal değil ama doğabilimci ve eleştirel aklın yüceltildiğini ileri sürüyor; Elif Daldeniz günümüz toplumlarında bedenden soyutlanmış, “sanal” iletişim modellerinin yükselişinin ardında bedenden duyulan tiksintinin yatıp yatmadığını sorguluyor ve bu bağlamda Nietzsche’nin “Zerdüşt”ünü inceliyor; Güven Turan ise Anglosakson dünyasında Nietzsche’nin öncelikle şair ve yazarlar tarafından benimsenmesinin temelinde, Nietzsche’deki Apollon-Dionysos ayrımının cazibesinin yattığını vurguluyor.
“Atlayışın anlamını kavramaya muktedir, fakat atlayışı gerçekleştirmekten aciz olanlar onu anlayabilecek midir?” diye soruyordu Bataille, okuyucuyu Nietzsche’nin peşisıra atlamaya yüreklendirerek. Cogito’nun bu sayısı, kişisel yaşamı trajedilerle örülmüş, Yapıtında da trajik olana önemli bir yer vermiş, gür bir esin pınarından içtiği suyla esrimiş, Dionysos’la Apollon’u içinde sürekli konuşturmuş filozofun atlayışını daha anlaşılır, en azından daha iyi sezilir kılmayı amaçlıyor