Teknoloji,Değerler Ve Havuç
Yazımızın başlığını oluşturan kavramlardan birisi olan “teknoloji”, herhalde günlük yaşantımızdaki ilgilerimizin ilk sıralarında yer alan bir kavramdır. Bunun bir sebebi, teknolojinin somut bir varlığının hem birey hem de toplum yaşantısı ile içiçe olmasıdır. Günlük yaşantımız içinde teknolojinin sağlıktan eğlenceye kadar çok geniş bir alanda sağladığı imkanlar, onun sadece ilgi alanınız içinde yer almakla kalmamasını, ulaşılması öncelikli, hatta zorunlu bir hedef olarak benimsenmesini de gerektirmektedir.
Teknolojinin sağladığı imkanlara ulaşmanın yolu, ilk bakışta basit bir zincirleme işlemle ifade edilebilir: teknoloji ürünü araçlara sahip olmak için ya teknoloji üreten araçlara sahip olmak ya da bu ürünleri satın almak gerekir; bunun için toplumun ve bireyin ekonomik gücüne gerek vardır.
Teknoloji ve ekonomik güç arasında şüphesiz doğrudan bir ilişki mevcuttur. Fakat biraz yakından bakılırsa, ekonomik olanakların aslında teknoloje ulaşmanın yolunun öncelikli ve özellikle yeterli bir koşulu olmadığı görülebilir. Çünkü gerçekte “teknoloji” kavramı, teknolojinin kendinden önce gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, bireylerin, toplumun veya bir şirketin sahip olabileceği veya sahip olmak istediği teknolojik olanaklar, ancak sahip oldukları “teknoloji” kavramı veya “teknoloji” tanımı çerçevesinde mümkündür; veya kısaca, teknolojiden ne anladıklarına bağlıdır.
Kişilerin, toplumun veya kurumların teknolojiden ne anladıkları ise, en temelde “değerler” veya daha genel ifadesiyle “kültür” çerçevesinde biçimlenir. “Değer” denilince akla gelen ilk özellik, her türlü davranışları, tercihleri ve çözüm yollarını belirleyen ilkelerin bütünlüğüdür. Bireylerin davranışlarının, tercihlerinin arkasında onların psikolojik, biyolojik, fizyolojik özellikleri, eğitim, statü ve maddi olanaklar birer faktör olarak yer alabilirler. Eğer toplum ve bir kurum sözkonusu ise, bu sefer ekonomik, tarihi, sosyal ve benzeri şartlar onların tercihlerini, yani ön plana koydukları değerleri belirleyecektir. Değerlerin bu özellikleri, onların “kültür” kavramı ile yakın ilgisi olduğunu, aralarında ortak birçok özelliğin olduğunu da göstermektedir. Çünkü kültür de değerler gibi, bireyden toplumun bütününe kadar her kademede davranışlara ve tercihlere yön verme özelliğine sahiptir. Belki değerleri kültürden ayıran özellik, değerlerin, bireylerin psikolojik, fizyolojik, biyolojik yönüyle de ilgili olmasıdır. Öte yandan “kültür”, tanımlanması hiç de kolay olmayan bir kavramdır. Buna karşılık, kültürün bir tanımını vermeye girişmeden, kültürel dokunun ‘değerler’i belirleyen en önemli etkenlerden birisi olduğunu kabul edip dikkatimizi doğrudan ‘değer’ konusuna yöneltebiliriz.
Bazı temel özellikleri açısından bakıldığında değerler, teknolojiden önce gelmek, onun önünde yeralmak ve ona hedef belirleyebilmek özelliğine sahiptir. Diğer bir ifadeyle, günlük yaşantı çerçevesinde teknolojik olanaklara sahip olma isteği bir tercihi ve dolayısıyla bir ‘değeri’ ifade eder. Daha rahat yaşamak, eğlenceden sağlığa kadar uzanan bir alanda teknolojinin olanaklarından yararlanmak, yine bir tercihin, yani birtakım ‘değer’lerin ön plana konulması isteğidir. Bu durumda birey ve toplum, hangi değerlere sahipse, bu değerlere bağlı teknolojik olanaklara yönelecektir. Yine sahip olduğu değerler çerçevesinde sadece teknolojinin sağladıklarını değil, bunları nasıl ve hangi yolla elde edeceğine de karar verecektir.
Şüphesiz ulaşılmak istenilen teknolojik olanaklar bir ölçüde tarihi, sosyal ve siyasi etkenler tarafından da tayin edilebilir. Bir ülkenin coğrafi konumu, içinde bulunduğu siyasi ve askeri şartlar da ulaşılmak istenilen teknolojinin türünü tayin edebilir. Ancak bu durumda bile değerlerin yönverici etkisinden sözetmek gereklidir. Çünkü hangi şartların öncelikli olduğunu kabul etmek de bir tercih ve dolayısıyla da bir ‘değer’ dir; yani birtakım ‘değer’lerin önplana konulmasıdır.
Gerçi bazı ‘değer’lerin, yani tercihlerin isteğe bağlı olduğu, fakat bazılarınde bir zorunluluğun bulunduğu düşünülebilir. Diğer bir ifadeyle, bir ülkenin coğrafi konumunun, tarihi, sosyal ve askeri belirlenimlerinin, artık bir tercihi değil, zorunlu bir seçimi gerektirdiği ileri sürülebilir. Böyle bir düşünce karşısında, ‘zorunlu’ olduğu düşünülen her seçimi de aslında kültürel bir belirlenim olarak görmek ve sonuçta bir tercih yani bir değer olarak nitelemek mümkündür. Çünkü ister zorunlu olsun ister serbest tercihler tarafından belirlensin, her türlü davranış, toplumun kültürel dokusu içinde anlam kazanır. Fakat burada bizi asıl ilgilendirecek olan husus, hangi tür gerekçeye bağlı olursa olsun, başta teknolojinin kendisi olmak üzere her türlü teknoloji ürününün arkasındaki ‘değerler’ sistemiyle olan ilişkisidir.
‘Teknoloji’nin önde gelen özelliklerden birisi, onun ürün olarak kullandığımız sonuçlarıdır. Teknolojinin önemi, özellikle bu ürünlerin, gerek topluma gerek bireylere sağladığı olanakların karşı konulamaz gücü ile çok sıkı ilişki içindedir. Ancak burada özellikle vurgulanması gereken husus, yukarıda da işaret edildiği gibi, sahip olunan değerlerin sahip olunmak istenilen teknolojiden önce gelmesidir.
Teknoloji ve değerler arasındaki çok yönlü ilişkiyi açıklamak amacıyla, başlıkta yer alan ‘havuç’ kavramını bir parametre gibi kullanabiliriz.
Havuç, içinde çeşitli vitaminler ve minaraller bulunan yararlı bir besindir. Sahip olduğu bu özelliklerin yanı sıra bir de sembolik olarak, bir ipin ucuna bağlanıp bir sopayla arabayı çeken mesela bir merkebin önüne konulursa, bilinen karikatürde, arabanın gitmesi için de kullanılabilir. Aynı şekilde teknoloji de toplumun önüne bir hedef olarak konulursa, toplumun yöneliminin bir sebebi ve amacı haline getirilebilir. Bu anlamda teknolojiyi, bir havuç ile özdeş olarak görebiliriz. Fakat teknolojiyi ‘olması gereken’ yönü ile düşünmek istersek, bu durumda ‘havuç’ daha farklı bir semantik içeriğe sahip olacaktır.
‘Havuç’un bir parametre olarak ne gibi semantik içeriklere sahip olabileceğini veya olması gerektiğini belirlemek için teknolojinin iki yönlü özelliğini dikkate alalım. Bu özelliklerden birisi, teknolojinin pratik sonuçları, diğeri teknolojinin kendisinin bir sonuç olmasıdır.
Teknoloji pratik sonuçları açısından dikkate alınırsa, işlevsel olarak bir ipin ucuna bağlanmış havuçtan bir farkı yoktur. Çünkü bu durumda teknoloji, topluma ve bireylerin hayatına sağladığı olanaklarla ilk plandadır. Bu olanaklar, günlük yaşantıya getirdiği pratik kolaylıklar, eğlence hayatına katkısı ve vakit geçirme aracı olarak kendini gösterir. Günlük yaşantımıza teknolojinin bu tür katkısı dışında biyo-teknoloji, uzay tekonolojisi ve kimya alanındaki gelişmeler de bu kavram içinde düşünülebilir. Fakat teknoloji sadece bu yönüyle anlaşılmak istenirse, onu aynı zamanda kolaya kaçıp eleştirmek de mümkündür. Çünkü bu yönüyle teknoloji, kötülüklerin kaynağı, nostaljik duyguların harekete geçiricisi ve insanın maddi yönünün ön plana çıkmasını sağlayan bir özelliğe büründürülebilir. Gerçekten de bu yönüyle teknolojik olanaklar, kötülerin daha güçlü olmasını sağlayan, güçlünün zayıfı ezmesine imkan veren ve bireylerin egoist olmasına yolaçan özellikleri içinde barındırmaktadır. Bu durumda etkileyici edebi söylemler veya tutucu görüşler teknolojiyi kötüleme yolunda koro halinde seslerini yükseltebilir. Bu görüşün tamamen karşıtı olarak, teknolojinin pratik sonuçları iyimser bir gözle de görülebilir ve çağın gelişmişliği veya mutluluğun gerçek kaynağı olarak da yorumlanabilir. Fakat her iki bakış açısı da, aslında teknolojinin kendisini sadece ipin ucundaki bir havuç gibi yorumlanmasının, teknolojinin pratik sonuçlarının tek değer olarak görülmesinin bir sonucudur.
Ancak teknolojiyi bu tarzda yorumlamak, yani ister olumlu ister olumsuz sonuçları açısından görmek yanıltıcı yorumları da kolayca beraberinde getirebilir. Bundan korunabilmek ve dikkatlerimizi asıl sorun üzerinde yoğunlaştırabilmek için, teknolojinin hem toplumun hem de bireylerin değerleri üzerine olan etkisini biraz daha yakından analiz etmek yerinde olacaktır.
Günümüzde teknolojinin toplumun sosyal yapısını değiştirdiği, yeni kurumlar ve kuralları da beraberinde getirdiği bir gerçektir. Sadece haberleşme alanında teknolojinin sağladığı olanakları dikkate almak bile değişimin ne kadar büyük olduğunu gösterebilir. İnternet ve cep telefonları başta olmak üzere teknoloji ürünü araçlar, her türlü bilgiye ulaşılabilme ve onun iletilmesini, bilgi (enformasyon) akışını büyük boyutlara ulaştırmıştır. Bu durum yeni sosyal ilişkilerin, davranış biçimlerinin, hem toplum hem de birey ölçeğinde yeni kuralların ortaya çıkmasına sebep olduğu bilinmektedir.
Bu yeni kurallar ise kendine özgü bireysel ve toplumsal yeni değerleri de beraberinde getirmesi demektir. Dolayısıyla teknoloji hakkında bu yeni değerlerle ve onların eski değerlerle olan ilişkisi dikkate almadan yapılacak bir değerlendirme eksik kalacaktır. Daha yerinde bir ifadeyle, böyle bir değerlendirme yapılmaksızın teknolojinin toplum veya insanlık için yıkıcı (ya da yapıcı) özellikler taşıyacağını ileri sürmek, teknoloji hakkında çok yanıltıcı sonuçlara ulaşılmasına sebep olabilir. Çünkü teknoloji dıştan bakıldığında gerçekten de bazen olumlu bazen de olumsuz bir şekilde hayatımızı etkilemektedir; fakat aslında bu görüntünün arkasında, çok yönlü olarak değerler dünyasında ve dolayısıyla kültür hayatı üzerine yaptığı etki önemlidir. Bu etkinin sorgulanması, teknolojiyi bir ülkeye getirmek veya onu üretmek kadar önemlidir. Hatta, aşağıda değinileceği gibi, değerler üzerinde yaptığı etki sorgulanmaksızın teknoloji üretmek ve ondan yararlanmak da bir hayal olarak kalabilir.
Teknolojinin değerler dünyası üzerinde etkisinin sorgulanmasında bir örnek olarak ‘ ‘insan’ kavramı ele alınabilir. Çünkü teknolojik olanakların değiştirdiği insan, eskiden bilinen özelliklerinin çok dışına çıkma yolundadır. Klasik anlamda “insan” kavramı, tarihi deneyimlerin, dinin, ekonomik ilişkilerin, sosyal yaşantının ve benzeri faktörlerin biçimlediği bir anlama sahiptir. Halbuki artık insan, teknolojik olanakları kullanarak gittikçe bireyselleşen ve dolayısıyla toplumsal özelliğini yitiren; ama aynı zamanda küreselleşen dünyada çok karmaşık ilişkilerin oluşturduğu bir ağ içinde rastgele bir nesne haline gelmek durumundadır. Ayrıca gen mühendisliği sayesinde insan, kendini kopyalayabilme ve bilinen her türlü ethik değerler dışında kopyasını yedek bir organ deposu gibi kullanabilme düzeyine ulaşmak üzeredir. İnsanın ve toplumun teknoloji sayesinde uğradığı başkalaşım, sosyal bilimlerin yerini ve önemini arttırmıştır ve aynı zamanda felsefi açıdan yeni bir problem alanı oluşturmuştur.
Yeniçağ ile birlikte ortaya çıkmaya başlayan empirik bilimler, fizik nesnelerin çeşitli bilimler tarafından farklı yönleriyle incelenmesi sonucunu doğurmuştur. Bu sonuç karşısında, 20. Yüzyılın hemen hemen ortalarına kadar, fizik dünyanın bir bütün olarak kavranılması düşüncesi, bir felsefe problemi olarak karşımıza çıkmıştır. Günümüzde ise bu felsefi tutum, sosyal bilimler için de sözkonusu olmaya başlamıştır: sosyoloji, psikoloji, sosyal pisikoloji, antropoloji ve ekonomi gibi insan bilimleri ‘insan varlığı’nı farklı yönlerden, farklı özellikleriyle ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım da, deyim yerindeyse, insanın parçalanması, bütünlüğünü yitirmesi sonucunu doğurmuştur. Teknolojinin sağladığı olanaklar, bu parçalanmışlığı teorik düzeyden pratik düzeye indirmiş, insanı eskisinden çok farklı bir konuma itmiştir. İnsanın hem teorik hem de pratik anlamda bu yeni konumunun anlaşılması, onun bir bütün olarak felsefi bir bakış açısıyla ele alınması ve sosyal bilimlerin günümüzde gittikçe ön plana çıkmasına vesile olmaktadır. Bu disiplinler, insanın sadece yeni konumunun anlaşılmasını değil, teknolojinin de yorumunu ve değerlendirmesini, dolayısıyla teknolojinin toplum ve birey üzerine olan etkisinin ele alınmasını gerektirmektedir. Bu yapılmadığı taktirde, toplum ve birey, (yukarıda işaret edilmiş olan) teknolojinin olumsuz etkisine karşı adeta savunmasız bırakılmış olmaktadır. Bir havucun peşinde koşar gibi gözü kapalı olarak teknolojin peşinden gitmesi sözkonusu olabilir. Teknoloji karşısında bireyin savunmasız kalması, paradoksal bir şekilde teknolojik gelişmeye de yön vermektedir; çünkü sürekli yeni ihtiyaçlar peşinde koşmakta, bu da teknolojik gelişime hedef gösterilmesini, yön verilmesini de gerektirmektedir. Çünkü insanın hep varolan fakat yeni yeni doğal kabul edilip önplana çıkarılan bireyciliği -yani yeni yorumu- onun için yeni ihtiyaçların tanımlanması anlamına gelmektedir. Bu ihtiyaçları, “teknoloji+değerleri” yönlendiren bir parametreyle, yani bir metafor olarak “havuç” ile anlatmak mümkündür.
Bilgisayarlar ve ceptelefonları gibi teknoloji ürünlerini teknoloji ve değerlerin birlikteliğini ifade eden basit örnekler olarak gösterilebilir. Bu gibi araçlar toplumda büyük kabul görmekte, yeninin çekiciliği onun hızla yaygınlaşmasına yolaçmaktadır; yani birey ve toplum, bu çekiçiliğin peşinden -bir havucun arkasından gider gibi- koşmaktadır. Sonuçta piyasa ekonomisinin de körüklediği talepler, ekonomik kaynakların bu yolda tüketilmesini, siyasi ve sosyal yapının bu çerçevede biçimlenmesini, bazı toplumlarda da araştırmayı değil teknoloji ithalini ve sonuçta yapıcı ve koruyucu olmayan yeni değerlerin oluşmasını gerektirmektedir.
Görüldüğü gibi teknoloji, sadece teknik araçların kullanılması, onların üretilmesi veya geliştirilmesi demek değildir. Teknolojinin toplumda sebep olduğu sosyal, kültürel ve felsefi değişmeler, yani kısaca toplumun değerleri üzerine olan etkisi de en az teknolojinin kendisi kadar önemlidir. Gerçi teknoloji ürünlerine olan çok aşırı ve hızlı talep, onun toplum üzerine olan etkisinin kısa zamanda anlaşılmasına izin vermemektedir. Sadece kültürel birikimi ve sosyal bilim geleneği olan toplumlar herhalde bu şansa sahip olmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle bir takım parametreler dikkate alınmadan, yani değerlerle olan ilgisi bir kenara bırakılarak teknoloji tek başına bir amaç olarak alınırsa, istenilen sonuç da elde edilemeyeceği gibi teknolojini olumsuz sonuçları aynı zamanda onun belirleyici gücü olacaktır.
Yukarıda teknolojinin başta değerler olmak üzere toplum üzerine olan etkisi ve sınırlı da olsa sonuçları tasvir edilmeye çalışıldı. Fakat gerçekte teknolojinin ne olduğu anlaşılmak ve ondan yararlanılmak istenirse aslında bir de değerler açısından teknolojiye bakmak gerekir. Bu husus en az teknolojinin kendisi kadar önemlidir.
Teknolojinin değerlerle, değerlerin teknolojiyle ilgisini günlük yaşantımızdan basit bir örnekle açıklamak için futbol gibi aslında sosylojik yönden son derece çarpıcı bir örneği ele alabiliriz. Futbol, bilindiği gibi günümüzde toplum ve bireyler üzerinde son derece büyük bir etki yapmaktadır. Günlük yaşantı ve davranışlar üzerinde önemli bir etkisi olmakta, yani bireysel ve toplumsal değerleri önemli bir şekilde etkilemektedir. Özellikle önemli karşılaşmalar, günlük yaşantıyı, davranışları, ilişkileri büyük ölçüde yönlendirmektedir. Öte yandan yine bireysel ve toplumsal değerler aynı zamanda bu spor dalına yön vermektedir. Diğer bir ifadeyle futbol, değerleri etkilemekte ve aynı zamanda kendisi de bu değerlerden etkilenmektedir. Değerlerin futbolu etkilemesi, ekonomik kaynakların kullanılmasının, kulüplerin idaresinin, sporcuların davranışlarının ve başarılarının belirlenmesinde kendisini göstermektedir. En ufak başarısızlık, bir spor kulübünü veya sporcuları zor durumda bırakmakta, yani toplumsal ve bireysel değerler, sabırlı ve sistemli çalışmayı, kaynakların rasyonel kullanımını engellemektedir. Burada sözkonusu olan kısırdöngünün önüne geçilebilmesinin şartı, sahip olunan değerlerin başarıyı sağlayacak şekilde biçimlenebilmesiyle mümkün olacağı açıktır. Diğer bir ifadeyle, başarılı olabilmek için önce bu başarıya götürecek şartların hazırlayıcısı değerlere sahip olmak gereklidir. Aksi taktirde yapıcı olması gereken toplumsal ve bireysel değerler, gittikçe yıkıcı bir hal alacaktır.
Benzeri bir durum teknoloji için de geçerlidir. Birtakım değerlerle beslenmeyen teknoloji, bir toplumda kolayca birtakım aşınmalara sebep olabilir. Sonçta toplum, birtakım değerlere sahip olmadığı için belki de hiçbir zaman teknolojik başarıya ulaşamayacaktır. Teknolojinin tek başına düşünülmesi ve tek amaç olarak seçilmesi, sadece başarısızlığı değil, toplum ve bireyler üzerinde birtakım olumsuz sonuçları da beraberinde getirebilir. İşte bu yüzden sadece teknolojinin değerlerle değil, değerlerin de teknolojiyle ilişkisini dikkate almak gerekir. Burada teknoloji ile değerler arasındaki ilişkide “havuç” kavramıyla sembolize edilen bazı parametreler –burada artık olumlu anlamda- katalizör görevi üstlenebilir. Toplumların tarihi gelişimlerine baktığımızda bu görevi en genel anlamda felsefenin gerçekleştirdiği söylenebilir.
Değerlerin teknoloji ile ilgisinin ve burada felsefenin nasıl bir rol oynayabileceği üzerinde durmadan önce teknolojinin bazı özelliklerini ele alalım.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, teknolojik ilerlemeyle özellikle ekonomik yapı arasında güçlü bir ilişki mevcuttur. Çünkü ekonomik yapının, teknolojik başarıları mümkün kılacak düzeyde olması gerekir. Fakat aynı zamanda teknolojik başarılar, ekonomik gelişmeyi de sağlamaktadır. Ancak, teknolojik gelişme ve ekonomik yapı arasında her ne kadar bir etkileşim varsa ve aradaki bu etkileşim ilk bakışta bir kısır döngü gibi görünse de, teknolojik gelişmeyi sağlayan çok önemli etkenlerin, deyim yerindeyse taşıyıcı elemanların, aslında farklı bir boyutta olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü, bugün ekonomik imkanları fazla olan her toplumun, teknoloji alanında kayda değer başarılarılar ortaya koyamadığı bir gerçektir. Bu sebeple teknolojik gelişmeyi, toplumun ekonomik düzeyinden tamamen bağımsız olmasa da, farklı boyutta birtakım faktörlerle ilgi içinde ele almak gerekir. Bu bouyut, toplumun teknolojiyi algılaması ve teknolojiyle hakkındaki düşünceleri ile ilgilidir. Diğer bir ifadeyle, toplumun teknolojiye ilişkin görüşleri teknolojinin kendisinden önce gelir.
Bu durumda -eğer teknolojik gelişme arzu ediliyorsa- bu kavramın işaret ettiği birtakım fiziki nesnelere, aletlere, süreçlere ulaşmaya çalışmak ve bunun için gerekli ekonomik şartları sağlamak tek başına yeterli olamayacaktır. Çünkü neyin ne zaman ve ne şekilde yapılacağının bilinmesi de gerekir. Diğer bir ifadeyle, derinde yatan değerler sistemini üzerinde düşünülmesi, onların adeta keşfedilmesi, bu değerlerin oluşum süreçlerinin bilinmesi; fakat öncelikle, bu değerlerin oluşturulması gerekir.
“Teknoloji” kavramının içeriği, yani bu kavramın anlattığı, bizde uyandırdığı düşünceler, içinde yaşadığımız teknoloji dünyasındaki gelişmenin adeta görünmeyen yüzünü meydana getirirler. Çünkü birtakım kavramlar yoksa ya da birtakım kavramlar gerekli anlam yüklerine sahip değillerse, düşünebilmek, tasarlayabilmek, yapabilmek de sözkonusu olamaz. Diğer bir ifadeyle, kavramsal doku oluşmamışsa, kavramların taşıdığı düşüncelerden ve fikirlerden, dolayısıyla eylemden ve üründen de sözedilemez. Böyle bir durumun diğer bir sonucu, teknolojinin kendisinin de tam olarak anlaşılamamasıdır. Zira herhangi birşeyin düşüncede varolabilmesi, onu kavramlaştırmakla sağlanabilir; yani kavram yoksa bir görüşten, fikirden veya düşünceden de sözedilemez. Dolayısıyla kavramına sahip olmadıkça, bireyin bu kavramın işaret edebileceği somut bir varlığı kavraması, onun hakkında düşünce üretmesi ve eylemde bulunması en azından çok sınırlı olacaktır.
Günlük konuşma aracı olan dil, aynı zamanda insanlar arası iletişimi ve bilgi aktarımını sağlayan temel bir araç durumundadır. Kavramlar da bu aktarımda şüphesiz en önemli rolü üstlenmek durumunda olan birimlerdir. Dolayısıyla teknoloji, önce en uygun çağrışımları verebilecek bir kavram olarak var olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, ‘teknoloji’ kavramı bir toplumun dili içinde ancak belli bir içeriğe sahip olabildiği taktirde bireyler ortak teknolojik hedeflere yönelebilir, doğru kararlar verebilir ve doğru yöntemleri seçebilir. Tıpkı “deprem” kavramında olduğu gibi; nitekim, bu olguyu kavrayışımız, dolayısıyla “deprem” kavramının bireyler ve toplum için ifade ettiği anlam, sözkonusu olgu karşısındaki tepkilerimizi belirlemektedir. Alınacak tedbirlerden bireysel reaksiyonalarımıza kadar herşey, “deprem” kavramının bizim için ifade ettiği anlama göre biçimlenmektedir. Bu anlamda “deprem” kavramı (tıpkı “teknoloji” kavramında olduğu gibi) depremin kendisinden önce gelmektedir.
Şüphesiz kavramların içerikleri, bu kavramların işaret ettiği fizik nesne, olgu veya süreçlerden bağımsız değildir. Nitekim ‘teknoloji’ denildiği zaman birçok kişinin aklına hemen 19 yy Sanayi Devrimi ve daha sonra ortaya çıkıp günümüze kadar uzanan başarılar, yani somut hadiseler gelir. Günümüzdeki teknolojik başarıların en görkemli olanları ise özellikle uzay çalışmalarında, iletişim alanında, biyolojide ve savaş araçlarının yapımında görülmektedir. Dolayısıyla teknoloji kavramının fizik nesnelere ve süreçlere işaret eden bir yönü elbette vardır. Fakat teknoloji alanında bütün bu olup bitenlere yukarıda işaret edilen noktalar açısından biraz daha yakından bakarsak, teknolojinin ve gelişiminin hiç de yalın kat bir süreç olmadığı; yani sadece fizik nesne, olgu veya araç üretmekten ibaret olmadığı kolayca görülebilir.
Bilindiği gibi ‘teknik’ kelimesinin (eski Yunanca’da) sözlük karşılığı, ‘sanat’ ve ‘beceri’ anlamına gelmektedir. Bu arada, ‘teknik’ (‘technic’) kelimesinden ayrı olarak, Türkçe’de yine ‘teknik’ kelimesi ile karşıladığımız diğer bir kavramdan, ‘technique’ kavramından söz etmek mümkündür. Birincisinde belli bir hedefi olan, pratik yönü bulunan bir bilgi türü; ikincisinde ise ‘sistematik ve karmaşık bir sürec ile bir şeyin başarılması’, ‘bir etkinlik esnasında ortaya konulan beceri’ sözkonusudur.
‘Teknoloji’ kavramı içinde ise artık ‘teknik + bilim’in birlikteliği, yani artık salt bir beceri veya uygulamaya yönelik pratik bir bilgi değil de, bilimsel çalışmalarla birlikte giden teknik sözkonusudur.
“Teknik” (‘techne’) kavramı, yani “beceri” ve “sanat”, kendi başına varolan üç temel varlık alanından birisidir. Tıpkı teknik gibi kendi başına var olan, biri diğerine indirgenemeyen, yani birini diğerinden türetemeyeceğimiz diğer alanlar ise ‘physis’ ve ‘nomos’ olarak adlandırılmıştır. ‘Physis’ kısaca bugün ‘doğa’ kavramına, ‘nomos’ ise (-Türkçedeki “namus” kavramı-) insan ve toplum için sözkonusu olan ‘kanun’ kavramına karşılık gelmektedir. Doğa bizim dışımızdaki bir alana işaret etnektedir. ‘Nomos’ kavramıyla ifade edilmek istenilen kanunların bir özelliği, insanın (bireysel olduğu kadar toplumsal) bir özelliğine işaret etmesidir. ‘Techne’ ise, her ikisinden de farklı olarak, pratik bilgilerle iş gören, faydaya yönelik insan becerilerini ifade etmektedir. Dolayısıyla “teknik” i, insanı insan yapan bir özellik olarak, insana özgü ve insanın adeta doğasının bir sonucu gibi yorumlamak mümkündür.
Gerçekten de insan, alet yapan ve onu kullanan bir canlıdır. Bu özelliği ile de diğer canlılardan ayrılır. Hiçbir canlı, insan kadar bu yeteneklere sahip değildir. İnsanın sahip olduğu ‘teknik’in, yani ‘beceriler’in başında, elini kullanması ve elini kullanarak çeşitli aletler yapabilmesi gelmektedir. İnsanın bu temel becerileri, giderek daha karmaşık aletler yapabilmesine olanak vermiş; yaptığı aletler ise, becerilerinin daha da gelişmesine sebep olmuştur. Teknik gelişimin, yani belli tür bir bilginin, özellikle ‘tecrübe kazanarak’ sağlandığını söylemek mümkündür.
Fakat öte yandan, insanlık tarihine bakıldığında, tekniğin kendi doğasına özgü gelişiminin ancak belli bir noktaya kadar sürdüğü görülebilir. Bu nokta, sistemli bilgilerin yani bilimsel bilgilerin gerekli olduğu yer ile sınırlıdır. Sistemli bilgilerin kullanıldığı yerde ‘teknoloji’, ‘teknik+bilim’ olarak karşımıza çıkar. Teknoloji hiçbir zaman yeni aletlerin sadece tecrübeden yararlanılarak üretilmesi sonucu ortaya çıkmamıştır.
Burada önemle vurgulanması gereken bir husus, teknoloji ürünü aletlerin kullanılması da bir ‘beceri’ gerektirmesidir; yani insanın ‘teknik’ yönü sözkonusudur. Dolayısıyla bireyin veya toplumun karşı karşıya olduğu tehdidler, -teknoloji ürünlerinin oluşturduğu tehdidler- kestirmeden insanın doğal becerilerinin devreye girmesine sebep olabilir. Diğer bir ifadeyle, bu tür tehdidler bireyleri ve toplumu yeni teknolojilere değil, sadece ‘beceriler’e yönlendirebilir. Sadece ‘beceriler’ ile teknoloji üretmek mümkün değildir. Çünkü teknolojik başarılar, ancak kendine özgü birtakım özel şartların sağlanmasıyla gerçekleştirilebilir. İşte bu özel şartlar, ekonomik belirlenimler dışında, ‘değerler’ ile sınırlıdır.
Günümüz teknolojisinin kesintisiz olarak ve süratle gelişmeye başladığı dönemin başlangıcını oluşturan sanayi devrimi ile ortaya çıkan makinalar, ‘sistemli bilgilerin’ kullanılmasıyla büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Sonuçta toplum da yeni bir örgütlenme içine girmiş, bu örgütlenme ve sosyal yapıdaki değişiklik, teknolojideki gelişmeyi de hızlandırarak bugün içinde yaşadığımız dünyayı meydana getirmiştir. Günümüz dünyasında artık hem toplumda yeni değerler ortaya çıkmış hem de teknoloji yeni bir içerik kazanmıştır.
Sanayi devrimiyle ortaya çıkan teknolojiyi, yani o dönemde kullanılan araçların özelliklerini dikkate alarak, ‘endüstiriyel teknoloji’ olarak adlandırabiliriz. Fakat günümüzdeki teknolojiyi artık bu isimle adlandırmak herhalde uygun bir niteleme olmayacaktır; çünkü günümüzde ‘teknoloji’ kavramının anlamı, bazı temel özellikleri aynı kalmakla birlikte, bir bakıma içerik değiştirmiştir.
‘Teknoloji’ kavramı günümüzde öncelikle ‘uzay teknolojisi’, ‘gen teknolojisi’, ‘iletişim teknolojisi’, ‘silah teknolojisi’ gibi çok farklı alanlara uygulanmaktadır. Fakat öte yandan yine günümüzde ‘teknoloji’, sadece birtakım araçlar, aletler yapmaktan ibaret de değildir. Nitekim ‘bilgi teknolojisi’, ‘toplum teknolojisi’, ‘insan teknolojisi’ gibi deyimlere ‘siyaset teknolojisi’, ‘örgütlenme teknolojisi’, ‘idare teknolojisi’ gibi deyimleri de ilave etmek mümkündür. Yani “teknoloji” kavramı aynı zamanda artık toplumsal dokuyu, işleyişi ve kurumları da biçimlemektedir.
Dikkat edilirse bu yeni kullanımında teknoloji, artık sadece birtakım araç ve somut bir aletlere işaret etmemektedir. Dolayısıyla “teknoloji” kavramının kazandığı yeni anlam, artık sadece görsel yolla anlaşılabilecek özelliklerle sınırlı olmaktan çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle, ‘teknoloji’ kavramından anlaşılan sadece ‘endüstiriyel teknoloji’ ise, yani kavramın içeriği sadece bu olgu ile sınırlı ise, günümüz teknolojisinin ne olduğunu ve boyutlarını tam olarak kavramak da herhalde mümkün olmayacaktır. Günümüzde teknolojinin ne anlama geldiğini kavrayabilmek için toplumları karakteriz eden sosyal, politik, psikolojik, kültürel ve felsefi özellikleri de düşünmek gerekmektedir. Çünkü teknoloji, toplumsal dokunun oluşturulmasında rol oynamakta, fakat aynı zamanda bu dokuyu karakterize eden değerlere göre anlam kazanmaktadır.
Bu bakış açısına göre, ileri teknoloji sadece birtakım gelişmiş araçların üretilmesi değildir. Çünkü ileri teknoloji, kavramsal düzeyde bir değişmeyi, zihnimizde tasarladığımız birçok kavramın bizzat kendisinde de –kavramsal- bir değişmeyi bir önşart olarak gerektirmektedir. Kavramsal değişim ise, değerler alanındaki değişimle ilgi içindedir.
20. yüzyılın başlarından itibaren teknoloji, bireylere refah, devlete bir güç sağlayan en önemli araçlardan birisi olarakkabul edilebilir. Devlet, bir yandan yasa koyuculuk görevi çerçevesinde üretim araçlarının kullanımını, bireyler arası ilişkiyi düzenleme, toplumsal yapıyı koruma göreve yanında teknolojik gelişmeyi desteklemek ve sürmesi için gerekli önlemleri almak görevini de üstlenmiştir. Farklı siyasi sistemlere sahip devletlerin bireylere ve sosyo-ekonomik yapıya bakışı farklı olsa bile, teknolojik gelişmenin sürdürülmesindeki katkısı ve rolü değişmemiştir.
Teknolojik gelişim ve onun toplum üzerindeki etkisi hızla sürerken, bir hususun önemle vurgulanması gerekir: 20. Yüzyıldan itibaren, teknoloji destekli toplumsal değişimin birey üzerine etkisi ve birey-toplum-devlet ilişkisinin sonuçları çeşitli düşünürler tarafından çok yönlü olarak sorgulanmasıdır. Sosyologlar, filozoflar ve edebiyatçılar başta olmak üzere çeşitli düşünürler ortaya çıkan yeni toplum düzenini, bireyi ve diğer kurumları yorumlamışlar, her alandaki gelişmenin sonuçlarını değerlendirmişlerdir. E. Husserl, J. Dewey, Miguel de Unamuno, Ortega y Gasset, M.Heidegger, Max Weber, K.Marx, J.M.Keynes, J.Paul Sartre, H.Marcuse gibi düşünürlerin yorumları, sadece yeni toplumsal düzenin değerlendirilmesiyle de sınırlı kalmamış, giderek kültürel yapıyı, bireylerin dünya görüşünü ve siyasi sistemi de biçimlemiştir. Bu gibi düşünürlerin katkıları olmadan, teknolojik gelişmeden de herhalde sözedilemezdi. Çünkü bu düşünürler sayesinde sistem kendi kültürünü oluşturmuş, bireysel ve toplumsal hedefler tanımlanmış, ‘teknoloji’ de bu çerçevede anlam kazanmış ve gelişebilmek için uygun bir zemine sahip olmuştur.
İşte bu sebeple, yukarıda da işaret edildiği gibi, “teknoloji” kavramının anlamını sadece bu kavramın işaret ettiği fabrika, araç veya çeşitli süreçlere ya da sadece bilimle olan ilgisine bakarak anlamak sözkonusu değildir.
Teknolojinin kültür, toplumsal ve bireysel değerler arasındaki ilişkisine çarpıcı bir örnek, Marksizm’dir. Bu siyasi ve ideolojik sistem, bir düşünceden doğmuştur. Bu düşüncenin arkasında felsefi bir gelenek kadar, o dönem düşünürlerinin toplum, devlet, birey gibi kavramlarla ilgili düşünceleri vardır. Yakın zamana kadar varlığını sürdürmüş olan bu siyasi/ideolojik sistem üzerine kurulmuş toplumlarda devlet yapısı, bireyler ve çeşitli kurumların yapı ve işleyişi çok yönlü olarak etkilenip biçimlenmiştir. Sonuçta, eğitim ve araştırma, teknoloji, bilimsel çalışmalar, şu veya bu şekilde bu siyasi-ideoloji tarafından, onun ortaya koyduğu değerler tarafından yönlendirilmiştir.
Benzeri durum, Marksizm dışındaki toplumlar için de geçerlidir. Çünkü, yukarıda sözü edilen (veya edilemeyen) düşünürler, Batı dünyasında devlet yapısından bireyin dünya görüşüne kadar çeşitli kurumların biçimlenmesine doğrudan katkıda bulunmuşlardır. Burada da hem teknolojik gelişim hem de “teknoloji” kavramının kendisi, sadece birtakım fizik varlıklar, olgular veya süreçlere işaret etmenin de ötesinde bir anlam kazanmıştır.
Sonuç, “teknoloji” kavramının farklı anlam katmanlarına sahip olmasıdır. Bu değişim içinde teknolojinin hem bilimlerle olan ilgisi hem de ekonomik hayata ve üretim süreçlerine olan katkısı şüphesiz aynen korunmaktadır; fakat asıl değişim kavramsal boyutta gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, günümüz teknolojisinin anlaşılabilmesi ve bu teknolojiye ulaşma yolunda adım atılabilmesi için, yine bu kavramsal değişmeyi öncelikle kavramak gerekir. Bu duruma günümüzde tipik bir örnek, ‘küreselleşme’ deyiminin sadece teknolojik gelişimi değil kavramsal değişimi de biçimleyen bir oluşumu ifade etmesidir. Gerçektende küreselleşme, hem teknolojik gelişimi hem toplumsal dokudaki, yani sosyal yapı, toplumsal kurumlar, hukuk sistemi, ekonomik sistem ve devletler arası ilişkilerdeki değişimi, dolayısıyla kültür ve değerler dünyasındaki farklılaşmayı hem de teknoloji ile olan etkileşmelerini içermektedir.
Kültürel birikim, hiç şüphesiz teknolojiyi geliştirmekten daha çok zamana ihtiyaç gösterir. Tarihi gelişim bize, kültürel birikimin ekonomik, siyasi ve sosyal yapı ile eğitimle yakın ilgi içinde olduğunu ve ancak uzun bir zaman aralığı içinde oluşabildiğini göstermektedir.
Böyle bir ilişki yumağı içinde şüphesiz önce kültürel dokuyu geliştirmek ve daha sonra teknolojik gelişmeyi sağlamak sözkonusu değildir. Her toplum, teknolojik gelişmeyi yakından izlemek ve onu kendi topraklarına getirmek, aynı zamanda ekonomik gelişmesini ileriye götürmek isteği taşır; bunları gerçekleştirebildiği oranda da gelişmiş bir toplum olabilir.
Fakat herhalde problemin can alıcı noktası da burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, kültürel arka planın ihmal edilmesiyle ulaşılacak teknolojik seviye, o toplumda, yukarıda da işaret edildiği gibi, hiç umulmadık olumsuz sonuçlara sebep olabilir. Bu şartlar altında teknolojik imkanlar ve onların günlük yaşantımıza olan kullandığımız sonuçları, toplumu ve dolayısıyla bireyleri, işin kolayına kaçma, sistemsiz ve disiplinsiz olma, eğlence düşkünü, taklitçi olma gibi alışkanlıklara itebilir. Yine arkasında kültürel bir dayanak olmayan teknoloji, sözkonusu alışıkanlıkları aynen korunmasına ve aynı zamanda sadece belli tür teknik araçların alınmasının asıl hedef olarak benimsenmesine, ve bu alışkanlıkların derinleşmesine sebep olabilir.
Bu ve benzeri sorunların üstesinden gelebilmek için, - problemin en güç yönü belki de buradadır- rasyonel bir planlamanın yapılamamasıdır. Çünkü çağımızda, özellikle ideoloji üzerine kurulmuş sistemlerin çöküşünden de anlaşılabileceği gibi, rasyonel yani sistematik olarak tanımlanmış ve herşeyi önceden biçimleyen siyasi sistemler bir sonuç vermemektedir. Günümüz insanı, belki de daha önce hiç olmadığı kadar çok, kendine özgü bireysel değerlerle davranışlarına yön vermektedir.
Şüphesiz insan rasyonel tarafı olan, ama aynı zamanda arasyonel ve irrasyonel özellikler de taşıyan bir canlıdır. Bu özelliklerin günümüzde bireylerin davranışlarına kendine özgü bir biçimde ve yoğun olarak yansıdığı söylenebilir. Nitekim ideolojik toplumlarda bireylerden, özellikle sosyal ve ekonomik alanlarda, bir merkezi planlama çerçevesinde hedefleri tayin edilmiş sistematiğe uygun davranışlar beklenmiştir. Yani ideolojiler, insanın rasyonel yönü üzerine kurulmak üzere tasarlanmışlardır. Halbuki günümüzde teknolojik olanaklar tam aksine, insanların kendilerini bir birey olarak istedikleri biçimde ifade edebilmelerini sağlayacak şartları ortaya koymaktadır. Bunun sonucunda günümüz insanı, ekonomik şartlara sahip olabildiği ölçüde, en özgür bir biçimde isteklerini gerçekleştirebilme şansına ulaşmıştır. Yani bireyler, ekonomik sistemin kendilerinden istediği şartları yerine getirirken rasyonel, fakat kendine sunulan olanakları imkanları ölçüsünde kullanmada olabildiğince özgür davranmaktadırlar. Dolayısıyla burada insanın arasyonel (yani bir anlamda duygusal) özellikleri ön plana çıkmaktadır. Fakat her iki halde de bireylerin doğru, verimli ve olumlu davanış içinde olabilmeleri için herhalde en önemli koşul, kültürel birikimin düzeyidir. Dolayısıyla teknolojik ve toplumsal gelişme, topluma rasyonel çözümler dikte etmek yerine, teknik becerilere sahip bireylerin aynı zamanda olabildiği kadar yoğun kültürel donanımlarının olmasıyla sağlanabilir. Bu ise aynı zamanda teknolojiyi anlamlandırabilecek, ona yön verebilecek bir değerler dünyası demektir.
Dolaysıyla teknolojik gelişimin ve onun kullanımının adeta ön şartı, bir takım değerlerin mevcut olması, bu değerlerin oluşturulmuş olmasıdır. Ancak bu sayede neyin ne zaman ve ne şekilde yapılacağını en uygun bir şekilde tanımlamak mümkün olabilir. İşte bu noktada artık, ekonomik yapıdan da önce, değerlerin taşıyıcısı kültürel yapının doğru karar verilmesini sağlayabilecek, hedeflerin önceliğini tespit edebilecek özelliği karşımıza çıkmaktadır.
Bu durumda teknolojik gelişim, ekonomik şartlarla çok yakın ilgi içinde de olsa, en az onun kadar ‘değerler’ ile de ilgi içindedir. Çünkü teknolojiye gereken önemin verilmesinden, hedeflerin ve önceliklerin belirlenmesine, istenilen şartların sağlanmasına kadar uzanan geniş bir alanda değerler ve dolayısıyla kültürel doku rol oynamaktadır. Değerler ile teknoloji arasında bir ölçüde dolaylı bir ölçüde de doğrudan kurulabilecek ilişkinin, yapıcı ve yolgösterici bir şekilde oluşturulması, şüphesiz kısa bir süre zarfında gerçekleşemez. Çünkü kültür ve değerler ancak uzun bir zaman dilimi içinde gelişebilir.
Bir toplumun içinde bulunduğu şartların, ihtiyaçlarının, eksikliklerinin tespiti, ne zaman nelerin yapılması gerektiğine karar vermek, iktisatçıların, sosyologların ve benzeri disiplinlerin konusu içinde düşünülebilir; bu sıralamada felsefenin rolü diğer disiplinler gibi ön planda olmayabilir. Şüphesiz teknoloji ancak teknoloji ile üretilebilir; fakat bilgi de ancak bilgi ile üretilebilir. Bu ikisi arasında ilgi kurabilmek, böylece bilgiyi teknolojide kullanabilmek, yani doğru olanın doğru zamanda yapılabilmesine olanak verebilecek zemini, yani kültürel dokuyu ve değerler sistemini oluşturabilmek için, felsefi bir bütünlük içinde anlamlandırılan her türlü bilgiye ihtiyaç vardır. Böylece felsefe, ‘teknoloji + değerler’ ilişkisinde katalizör görevini üstlenebilir ve yazının başlığındaki ‘havuç’ kavramıyla sembolize edilmek istenilen parametreyi etkileyebilir. Herhalde, felsefi bütünlük içinde anlam verilen bilgiler, teknoloji üretebilmek için gerekli olan bilgilerden daha az önemli değildir