Tan Kızıllığı
Töre’ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları duyulduğundan değil; terine bambaşka, çok daha tatlı kokular gelir, yeter ki insanın burun delikleri biraz duyar olsun. Ne ağır, ne de hafif topçu ateşi: Kitabın etkileri olumsuzdur ya, kullandığı araçlar hiç de öyle değildir; etki bu araçlardan bir sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil.
Gerçi insan bu kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören, giderek tapınılan herşeye karşı bir çekinme, bir ürkme duyar ama, gene de koca kitapta bir tek olumsuz sözcüğe, bir tek saldırıya, kötülüğe rastlayamazsınız; güneşte yatar o, tostoparlak, mutlu, kayalar arasında güneşlenen bir deniz hayvanı gibi. O deniz hayvanı da benim ayrıca: Kitabın hemen her cümlesi, Cenova yakınındaki o birbiri içine girmiş kayalıklar arasında tasarlanmış, ele geçirilmiştir; orada denizle başbaşaydık, gizli birşeyler vardı aramızda. şimdi bile, bu kitap ne zaman elime geçse, hemen her cümlesi derinlerden benzersiz birşeyler çekip çıkaran bir olta ucu oluverir: Bütün derisi belli belirsiz titreyip ürperir anılarla. Hani ondaki de az sanat değildir, o uçarcasına, sessizce geçen şeyleri, tanrısal kertenkeleler dediğim o kaçıcı anları yakalamak… Gerçi zavallı kertenkeleleri hemencecik şişleyiveren o genç Yunan tanrısının (Hermes.) kan dökücülüğüyle değil, ama gene de sivri birşeyle, kalemin ucuyla… “Daha ışımamış nice tan kızıllıkları vardır” –bu Hind yazıtını (Rig veda II. 28. 9.) koydum kitabımın girişine. Yeniden bir günün, –ah ardarda günlerin, sayısız yeni günlerle dolu bir dünyanın– başlayacağı o yeni sabahı, o tatlı tan kızıllığını yazar nerede arıyor? Tüm değerlerin yenilenişinde, tüm törel değerlerden kopmakta, o güne dek yasaklanmış, küçümsenmiş, kargınmış herşeye “evet” demekte, güvenmekte. Bu olumlayan kitap, ışığını, sevgisini, sevecenliğini baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor; yüce bir hak ve öncelik veriyor. Töreye saldırmıyorum; artık onu yok biliyorum yalnızca… “Ya da” diye bitiyor kitap, –biricik kitap bu, “Ya da” ile biten…
II
Ödevim, insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye bakacağı, ileriye bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez toptan ortaya koyacağı o ânı, o büyük öğle’yi hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru yolu bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o yadsıyan, o bozucu içgüdüler, décadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Törel değerlerin kaynağı sorusu bu yüzden benim için en başta gelen sorulardan biridir; insanlığın geleceği bunun yanıtına bağlıdır çünkü. Aslında herşeyin en iyi ellerde yürütüldüğüne, tek bir kitabın, Kutsal Kitap’ın bize insan yazgısını yöneten tanrısal bilgelik üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini düşünmemek gerektiğine inanmamızı istemek, gerçekçi bir dile çevrildiğinde şuraya varır: Bunun tam tersinin –o acınacak durumun– doğru olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde kaldığı, en yeteneksizlerin, düzencilerin, öç güdücülerin, o “ermiş” dedikleri, dünyaya kara çalan, insanlığı lekeleyen kimselerin onu yönettikleri inancı su yüzüne çıksın istemiyorlar. Rahiplerin (o kılık değiştirmiş rahipler, yani feylosoflar da buraya giriyor) yalnız belli bir cemaat içinde değil, hepten dizginleri ele geçirdiklerinin, décadence töresiyle bitiş isteminin gerçek töre sayıldığının en şaşmaz belirtisi, çıkar gözetmezliğe verilen yüzde yüz değer ve bencilliğe her yerde duyulan düşmanlıktır. Bu konuda benden başka türlü düşüneni mikrop bulaşmışlardan sayıyorum… Herkes benden başka türlü düşünüyor ne yazık ki… Bir fizyologun bu değer karşıtlığı üstüne hiç şüphesi yoktur. Örgenlik içinde en önemsiz bir parça, kendini korumayı, güç bütünlemesini, “bencilliğini” hiç şaşmadan yürütmekte az da olsa bir kusur işledi mi, örgenliğin bütünü yozlaşıverir. Fizyolog kesilip atılmasını ister yozlaşan parçanın; onunla dayanışma diye birşey tanımaz; hele ona acımayı hiç mi hiç geçirmez aklından. Ama tam budur rahibin istediği, bütünün, insanlığın yozlaşmasıdır: Bu yüzdendir ki saklayıp korur yozlaşan parçayı, bunun karşılığı olarak da hükmeder ona… O yalancı kavramların, “ruh”, “tin” “özgür istem”, “tanrı” gibi, törede kullanılan kavramların anlamı, insanlığı fizyolojik olarak yıkmak değil de nedir?… Kendimizi korumayı, bedenin, yani yaşamın gücünü arttırmayı önemsemekten bizi alıkoyuyorlarsa, kansızlığı bir ülkü, bedeni küçümsemeyi “ruhun kurtuluşu” sayıyorlarsa, bunlar décadence’a götüren yoldur değil de nedir? –Dengeyi yitiriş, doğal içgüdülere karşı direniş, kısacası “çıkar gözetmeyiş”, –töre buydu şimdiye dek… Tan Kızıllığı ile ilk kez o bencil olmayan töreye savaş açtım.
Nietzsche; Ecco Homo’dan