Sokrates'in Ölümü
18. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan Neo-Klasisizm (Yeni Klasikçilik) akımının öncüsü olarak bilinen, Fransız ressam Jacques-Louis David (1748 1825) tarafından 1787 yılında tuvale aktarılmış ve günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenmekte olan “Sokrates’in Ölümü” isimli bu tablo hakkındaki anlatıma geçmeden önce, ressam ve Neo-Klasisizm hakkında kısa bir bilgi verelim.
Jacques-Louis David (1748 1825), yine Fransız ressam Joseph-Marie Vien (1716 1809) tarafından resim konusunda iyi bir şekilde yetiştirilmiş; önceleri Barok ve o’ndan daha şaşaalı bir tarz olan Rokoko üslubunda da çalışmalara yer vermiş, daha sonra ise Rönesans dönemindeki resim ideolojisini büyük bir ilgi ile benimseyerek klasik bir tarz edinme yoluna girişmiştir. Bu dönemlerde birçok sanatçı, üzerinde bulunduğumuz dünyanın akıl yolu ile kavranmasına mutlak bir öncelik tanıyarak, Aydınlanma ruhuna uyum sağlamayı düşündüler ve daha akılcı, daha berrak eserler imajine etmeye başladılar. İşte tam bu noktada da sanatçılar, kendilerine esin kaynağı olacak Antik Çağ’a yöneldiler ve bu yeni akımın klasik ideallerden feyiz alması ona “Neo-Klasisizm” ismini kazandırdı. 18. yüzyıl ortalarında Roma, Neo-Klasisizm’in merkezi haline gelerek, sanatçıların buluşma mekanı oldu. 1764 yılında Alman arkeolog Johann Winckelmann, sanat tarihinde çığır açan “Eskiçağ Sanatı Tarihi” isimli eserini yayımlayarak, eserin içinde öznel bazı kıyaslamalara yer vermişti. Yazar eserinde, Barok sanatın “formlarda düştüğü hatalara ve ifadedeki ölçüsüzlüğüne” karşı, klasik Antik Çağ’ın “soylu sadeliğini ve sessiz ihtişamını” över. Neo-Klasisizm’in ‘saflık’ idealini benimseyen sanatçılar, tüm yozlaşmalara rağmen ahlaken bozulmamış olan gerçekliği ancak bu saflıkla temsil edebilirlerdi.
Her ne kadar bu sanat akımı bir tür yeniliği ifade etse de; esasında Rönesans sanatçılarının Antik Çağ’a öykünerek yeni bir ifade tarzını, bilgi biçimini ve düşünsel düzlemdeki tutumu dışa vurmaları gibi, Neo-Klasik sanatçılar da Fransız Devrimi’nin arifesinde yeni bir çağın zeminini oluşturmaktaydılar.
Sanat, 1492’den sonra hali vakti yerinde olan insanlar arasında alışılmış yerini korumayı sürdürdü ve genel olarak insanın onsuz yapamayacağı bir şey olarak kabul edildi. İdealistler, sanatçının doğayı çalışması ve çıplak figürden çizim yapmasını kabul ediyor; doğalcılar da klasik antikitenin aşılamaz güzellikte olduğunu onaylıyordu. Fransız İhtilali sırasında birdenbire sanatçılar, bir Shakespeare sahnesinden güncel olaylara kadar gerçekte hayal gücüne seslenen ve ilgi uyandıran istedikleri her konuyu seçmekte kendilerini özgür hissettiler. Amerikalı John Singleton Copley (1737 1815) İngiltere tarihinde ünlü bir olay olan “I.Charles, 1641’de Avam Kamarası’ndan, suçladığı beş milletvekilinin kendine teslimini istiyor” isimli çalışmasını 1785 yılında ilk kez sergilediğinde büyük bir heyecan yaratmıştı. Resimde işlenen konu gerçekten de alışılmışın dışında bir konuydu. Politikacı Edmund Burke’nin bir arkadaşı olan Shakespeare uzmanı Malona, bu konuyu ressama önermiş ve o’na resmin yapımı için gereksinim duyacağı tüm tarihi bilgiyi vermişti. Oldukça yakın sayılabilecek tarihten alınmış böyle bir olay, o zamana kadar büyük boyutlu bir resmin konusu olmamıştı. Copley’in bu iş için seçtiği yöntem de, daha önce hiç alışık olunmayan bir yöntemdi. O, bu sahneyi mümkün olan ölçüde hatasız –çağının bir tanığının gözleri ile gördüğü şekilde- kurmak istiyordu ve tarihi gerçeklere ulaşabilmek için hiçbir yorgunluktan kaçınmadı. Ülkeyi ev ev dolaşarak Parlamento üyelerinin eski portre resimlerini bularak onları inceledi.
Fransız İhtilali, tarihe duyulan bu çeşit ilgiye ve kahramanlık konularını ele alan resimlerin yapımına büyük bir itici güç oldu. Hatta ihtilalciler kendilerini yeniden doğmuş Yunanlılar ve Romalılar olarak düşünmekten hoşlanıyordu. Sanatçılar, Antik Çağ’a yöneldiklerinde, Rönesans sanatçılarından biraz farklı olarak çağın biçimlerini ve içeriksel özelliklerini kullanarak o güne uyarlamanın ve yaşadıkları güncel dünya görüşünü ifade etmenin yollarını aradılar. Yüzyıllardır süregelen ve Rönesans’tan devralınan değerlerin belirlediği eski düşünce yapısı bu dönemde tümüyle aşmaya çalışılır.
Sanatçılar, öykündükleri Antik Çağ’a olan sonsuz minnet duygularını dile getirirken; bir yandan yapay görünen bir resim dili oluşturduklarını söyleyerek, diğer yandan da resimlerinin artık sadece gerçeğin bir yansıması olmadığını, özel mesajlar taşıdıklarını ima ederler.Tablolardaki koyu tonlarınağırlıklıolduğu katı ve dolaysız formlar, her türlü lüks eklentiden kaçınan coşkulu bir tevazuunun yeni oluşturulmuş ifade tarzlarını simgeler.
Aydınlanmanın akılcı felsefesinden doğan Neo-Klasisizm’de sanat eseri –David’in yapıtlarında oldukça politik- adeta bir dünya görüşünün dışavurumuna dönüşmüştür. Bu perspektiften bakıldığında Neo-Klasisist resimler gerçek anlamda “ideolojik resimler”dir.
18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, sanatın kendi içinde bulunan bütünlüğü yavaş yavaş dağılarak artık tamamen paramparça olacaktır. Bundan sonra sanat akımları birbirine paralel bir şekilde gelişecek ve Neo-Klasisizm ile neredeyse aynı dönemde yepyeni bir akım ortaya çıkacaktır; aklın önüne duyguyu koyan ve o’nu sanat içerisinde idealize edilmiş formlar aracılığı ile ifade etmeye çalışan bu akımın ismi de “Romantizm” olacaktır.
Bu kısa bilgiden sonra, David’in “Sokrates’in Ölümü” isimli tablosunun ifadesel anlatımı, öyküsü ve Sokrates’in hayatı hakkındaki anlatıma geçelim.
David, Yunan ve Roma heykellerini inceleyerek, vücuttaki kasların ve kirişlerin nasıl hacimlendirileceğini ve vücuda soylu bir güzelliğin nasıl verileceğini öğrendi. Özellikle, eserlerinin çoğunda siyah tonları ağırlıklı bir şekilde kullanarak, ışık ve gölge unsurlarını da oldukça iyi bir gerçeklikte oluşturması ile konunun daha etkili hale gelmesini başarmıştır. Bu da, işlediği konular üzerinde daha dramatik bir hava oluşmasına sebep olur.
Sokrates’in ölümü Antik Çağ’da yaşanan en önemli olaylar arasındadır. Kendisine verilen haksız ölüm cezasına karşı gösterdiği tepki, günümüzdeki en basit sorunlara karşı bile verilen tepki ile kıyaslandığında oldukça hafif kalır.
Günümüzde, felsefe tarihinin ve özellikle de Antik Yunan Felsefesi’nin en önemli filozoflarından birisi olarak kabul edilen Sokrates’in (MÖ 469/468 399), daha çok etik ve politika felsefesi üzerine tarihsel bir etkisi olmuştur. Bu iki konu da, hiç kuşku yok ki o’nun en önemli disiplinleridir. Bu açıdan bakıldığında Sokrates’in, felsefeyi, gökyüzünden yeryüzüne indirmiş; doğa felsefesi veya soyut ve spekülatif bir felsefeden, somut ve pratik bir felsefeye dönüştürmüş biri olduğu söylenebilir. Bütün hayatı boyunca felsefe ile uğraşan ve insanlara bir şeyler aktarmak isteyen Sokrates, geride yazılı hiçbir şey bırakmamıştır. Bunun bir nedeni yazılı hiçbir sözün değerine inanmamasıdır. O, yazılı sözün insan zihnini tembelleştirdiğine inanıyordu; diğer bir nedeni de karakterinin alışılmadıklığına, hayat tarzının olanca farklılığına ek olarak, söylediklerinin felsefece yeniliğini ve önemini vurgulamak için, felsefi söylem ve iletişimin geleneksel araçlarından da tamamen vazgeçmeyi tercih etmişti. Daha da önemlisi Sokrates, ahlaki eylemle, ahlaki erdemlerle ve insan yaşamının amacı ile ilgili bilginin öyle uçup gitmesine izin verilmeyecek kadar önemli bir bilgi olduğuna; kağıt yolu ile öğrenmek yerine, kişinin kendi başına araştırıp kendisine mal etmesi gerektiğine inandığı için; iyi hayatla ilgili görüşlerini felsefi metinler ile ifade etmek yerine, kendi görüşlerinin anlaşıldığı şekli ile başkaları tarafından yazılmasına izin vermiştir.
İnsanlara ruhlarına özen göstermeleri gerektiğini söyler. Maddi olan değerlerin bazen yararlı olsa bile hiçbir zaman kalıcı, temel ve özsel olmadığını dile getirir. Ahlaklı ve doğru yaşamanın önemini, doğru yaşamak için doğru düşünmenin zorunluluğunu göstermeye çalışmış ve insanlarda hakikat aşkı ve erdem sevgisi uyandırma çabası vermiştir. Tüm bunlara rağmen döneminin en bilge kişisi olan Sokrates, ‘daimon’ ismini verdiği farklı mistik Tanrılara inandığı ve genç Atinalıları da bu yolda eğittiği yolunda düşüncelerin yayılması üzerine sapkınlıkla suçlanarak ölüm cezasına çarptırılmıştır.
Öğrencisi Platon’un kaleme aldığı ‘Sokrates’in Savunması’nda, Sokrates savunmasını yaparken ölüm korkusu üzerine şöyle söylüyor: “… Çünkü siz erkekler, ölümden korkmak, öyle olmadığı halde insanın kendisini bilge yerine koymasından başka bir şey değildir. Çünkü bu insanın hiç bilmediği bir şeyi bildiğine inanması anlamına gelir. Hiç kimse, ölümün insanlar için iyiliklerin en büyüğü olup olmadığını bilemez, ama yine de, kötülüklerin en büyüğü olduğundan kesinlikle eminlermiş gibi insanlar o’ndan korkuyor…” ve yine Platon’un ‘Devlet’ isimli eserinde Sokrates adalet üzerine şunları söylüyor: “… Nefesim yettiğince, sesim soluğum kesilmedikçe, haksızlığı savunanlara karşı,adaletten yana saf tutmamak korkarım Tanrılara karşı sorumluluğu da zedeler. En iyisi adalet lehine elimden geldiğince ağırlık koymak…”
Resmi incelemeye başladığımızda Sokrates’in asil bir bilge gibi betimlenerek altın oran kesitinde kompoze edildiğini görürüz. Tablonun tamamına hakim olan olay bir zindan içerisinde geçmektedir. Uzun ve haklı savunmasına rağmen ölüm cezasına çarptırılan Sokrates, zindanındaki döşeği üzerinde oturur pozisyondadır. Ölümden korkmayan bir tavırla, sol kolunu ve sol işaret parmağını yukarıya kaldırarak, kendi ölümünün kendisi için bir kurtuluş olduğunu ve öldükten sonra da birçok Sokrates’in geleceğini ifade etmektedir. Yüzünde patetik ve neşe karışımı bir ifade ile Sokrates, yaptığı işten utanç duyan ama görevi gereği yapma mecburiyetinde bulunan genç bir Atinalının uzattığı ve içinde baldıran zehri bulunan kadehi almaktadır. Tablonun solunda oturur pozisyonda konumlandırılmış olan kişi Sokrates’in öğrencisi Aristokles (Eflatun/Platon)’dir. Başını öne eğerek ellerini kucağında birleştirmiş ve gözlerini kapamış bir şekilde, çok sevdiği ve saygı duyduğu hocasının adaletsiz bir şekilde cezalandırılmasına karşı elinden hiçbir şey gelememesinden dolayı duyduğu üzüntüyü bir parça da olsa hissedebileceğimiz Platon’un, bu olaydan ne kadar çok etkilendiğini rahatlıkla anlayabiliyoruz. Sokrates’in arkasındakiler ise öğrencileri ve yakın arkadaşlarıdır. Onlar da hayretler içerisinde hem yapılan haksızlığın, hem de Sokrates’in buna gösterdiği rahat tavrın etkisi altında feryat etmekteler. Hemen Sokrates’in yanında oturan ve sağ eli ile Sokrates’in sol bacağını avutucu bir şekilde kavrayan, en yakın arkadaşı Crito’dur. O’nu her ne kadar hapisten kurtarmaya çalışdıysa da, bunu başaramamanın verdiği üzüntü Sokrates’e olan hareketli yakın temasından anlaşılıyor. Tabloya derinlik kazandıran arka plandakiler ise, infazın gerçekleşmesini emretmek için gelen mahkeme heyeti üyeleridir. İnfaz anında bulunamayacak kadar da vicdan sahibi oldukları zindanı terk etmelerinden anlaşılsa da, David, bu paralel kompozisyonda tam da bu noktada olayın tamamen dramatik bir atmosfere bürünmesini ve Sokrates’in son saniyelerini tabloyu seyreden kişiye bir solukta vermeyi düşünmüştür. Dramatik bildiğimiz bu olayın da, tabloda fevkalade gerçekçi bir boyut ivmesiyle canlandırıldığı pekala yadsınamaz.