Şiirsel Gerçeklik
Ortaklıksız bir evrendir o, daha büyük bir evrene bağlı olmayan, tanrısız bir evren, çünkü asla yalan söylemez, çünkü olacak olanı olmuş olanla asla karıştırmaz.
Bütün ozanların başkalarının yaşamlarına, ortak yaşama, alabildiğine girmiş olduklarını savunmanın hak ve görevine sahip olmalarının zamanı gelmiştir.
Evet, biliyorum, en tepede, bize bu mavalı anlatan birkaç kişi hep olmuştur, ama ne yazık ki bunlar o dedikleri yerde hiç bulunmadıklarından, orada yağmur yağdığını, gece olduğunu, soğuktan kakırdandığını bize anlatmayı becerememişlerdir; orada insanın ve onun açması yönünün anısının saklandığını da, aşağılık budalalığın anısının saklandığını ve saklanması gerektiğini de, çamurdan gülüşler ve ölüm sözleri duyulduğunu da anlatmayı becerememişlerdir. Mutsuzluk, gören biri için, başka yerlerde olduğu gibi en tepede de, belki başka yerlerden de çok orada, bir bayağı, aşağılık, dayanılmaz ve çekilmez dünyayı durmadan bozup yeniden yapar.
BÜYÜMEK İSTEYENE BÜYÜKLÜK OLMAZ. HİÇ GÖRMEDİĞİNİ ARAYANA MODEL OLMAZ. HEPİMİZ AYNI SAFTAYIZ. ÖTEKİ SAFLARI; SİLELİM.
Kendi kendisiyle yetindiği zaman beğenilmekten mutsuz olan şiir, eşitlikçi olmak amacıyla sadece çelişkilerden yararlanıp, her türlü zulme karşın, kendisinin olmayan, bir düzene, istenmez bir üne, uygunculuk (conformisme) ve sakımma (ihtiyat) sağlanan çeşitli yararlan her zaman geri çevirmeye çalışır.
Saf şiir mi? Şiirin mutlak gücü insanları, bütün insanları arıtacaktır. Lautreamont’u dinleyelim: “Şiir herkes tarafından yazılmalıdır. Bir kişi tarafından değil.” Bütün fildişi kuleler yıkılacak, bütün sözcükler kutsalla-, saçak ve kendi gerçeğiyle sonunda uzlaşan insan gerçeküstünün kapılarının açılması için gözlerini kapatmak-, tan başka bir şey yapmayacak.
II
Ekmek şiirden daha yararlıdır. Ama aşk, sözcüğün İnsancıl ve eksiksiz anlamında, aşk-tutku şiirden daha yararlı değildir. Kendisini varlıklar öncelgesinin (hiyerarşi) doruğuna oturtan insan, ne denli az üretici, ne denli toplum düzenine aykırı görünürse görünsün duygularının değerini yadsıyamaz. “O,” diyor Feuerbach, “hayvanlarda da olan duyulara sahiptir, ama ondaki duyum, yaşamın aşağı gereksinimlerine bağlı ve sınırlı olmak yerine, salt bir varlık, kendi öz amacı, kendi kıvancı durumuna gelir.” İnsanın doğaya karşı kendini korumak ve doğayı yenmek için, onun karşısındaki üstünlüğünün sürekli olarak bilincinde olmaya gereksinimi vardır.
Genç insan çocukluğunun — yetişkin insan yeniyetmeliğinin — yaşlı insan ise yaşamış olduğunun özlemini çeker. Ozanın imgeleri bir unutulacak, bir de anımsanacak nesneden yaratılır. Ozan, sıkıntı içinde, geçmişle ilgili tahminlerde bulunur. Yarattığı her şey dünkü insanla birlikte yiter gider. Yarın, yeniliğe bakmaya yeterli olacaktır. Ama bugün, şu evrensel şimdiki zamana gereksinimi vardır.
İmgeleme yetisinin öykünme yeteneği yoktur. O, akıntısına karşı gidilemeyen bir kaynak, bir seldir. İşte bu canlı uykudan her an doğup her an batar gün ışığı. Ortaklıksız bir evrendir o, daha büyük bir evrene bağlı olmayan, tanrısız bir evren, çünkü asla yalan söylemez, çünkü olacak olanı olmuş olanla asla karıştırmaz. Gerçek “kendini hemen, düşünmeksizin, tümüyle belli eder ve hüzün, öfke, tehlike ve kıvanç onun için hava değişikliklerinden, ayartılmış havalardan başka bir şey değildir.
Esinlenen kişiden çok esinleyen kişidir ozan. Şiirlerin, güçlü bir belleğin geçmişsiz bir coşkuyu yeniden yaratmak için kendini tükettiği büyük beyaz kenar payları, büyük sessizlik payları vardır her zaman. Bunların en önemli özellikleri, tekrar ediyorum, yardıma çağırmak değil, esinlemektir. Nice amaçsız aşk şiiri âşıkları bir araya getirecektir bir gün. Bir varlığı düşler gibi bir şiiri düşler insan. Tutku gibi, kin gibi, anlama gücü de anlaşılacak “bir nesne ile anlaşılmış ya da anlaşılmamış nesne arasındaki ilişkilerden kaynaklanır.
Uyanık düşçü adına —ozan adına— imgelem gücünün “eylemini umut ya da umutsuzluk saptayacaktır. O, bu umut ya da umutsuzluğu dile getirir getirmez dünya ile olan ilişkileri hemen değişecektir. Ozan için her şey bir •duyum konusudur, ve buna göre, duygu nesnesidir. Öyleyse her somut nesne imgelem gücünün besini olmaktadır ve, umut, umutsuzluk, duyumlar ve duygular aracılığıyla somuta geçmektedir.
Halkın ilgisini çekmek için, bu konuşma, bu akşama kadar “Gerçeküstücü şiir” adıyla ilan edildi. Ben, “Şiirsel Gerçeklik” başlığını yeğlerdim. Çünkü, burada sözünü ettiğim şiir, kendini çoğu zaman sözcüklerle dile getiriyorsa eğer, hiçbir dışavurum (anlatım) olanağından yoksun bırakılmamış olduğu da yadsınmayacak demektir. Gerçeküstücülük bir anlayış türüdür. Çeşitli uluslardan oluşan 80 kadar sanatçıyı bir araya getiren bu resim sergisi sayesinde, bunun eşsiz bir kamuyla karşı karşıya geleceksiniz.
Uzun süre önemsiz bir yazıcı düzeyine indirilmiş olan ressamlar, elmaları kopya ediyor ve usta oluyorlardı. Sınırsız gururları, hemen hemen her zaman, tekrarlamak için bir duvarın Önüne gidermişçesine, bir görüntünün, bir konunun önüne sürüklüyordu onları. Kendi varlıklarına karşı açlık duymuyorlardı. Aynı zamanda birer ozan da olan gerçeküstücü ressamlar her zaman başka şey düşünüyorlar. “Alışılmamış” onların içli dışlı oldukları bir şeydir, önceden tasarlamak nedir bilmezler. Nesneler arasındaki ilişkilerin kurulur kurulmaz, kendileri kadar geçici başka ilişkilerin ortaya çıkmalarını sağlamak için, yok olduklarını bilirler. Hiçbir şeyin kendini yeterli ölçüde betimlemediğini ve hiçbir şeyin tam anlamıyla yeniden meydana gelmediğini bilirler. Görmeyi Özgürleştirmek için, imgelem gücünü doğaya eklemek için, olabilecek her şeyi gerçek saymak için, imgelem gücü ile gerçeklik arasında ikicilik (dualisme) bulunmadığını, insan zekâsının tasarlayıp yaratabildiği her şeyin aynı esinden ileri geldiğini, etiyle, kanıyla, kendini saran dünyayla aynı madde’den olduğunu bize göstermek için hepsi aynı çabayı sürdürürler. Görenle görülen arasındaki iletişimden, anlama gücü ve anlatı gücünden —kimi zaman da saptama ve yaratı— başka bir iletişim olmadığını bilirler. Görmek, anlamak, değerlendirmek, biçimini bozmak, unutmak ya da kendini unutmak, olmak ya da yok olmaktır.
Buraya gülmek ya da kızmak için gelenlerle, yazılı ya da resimli gerçeküstücü şiirler karşısında anlayış s ızîıkla-nnı, korkularını ya da kinlerini gizlemek için züppelikten söz edenlerle, Galüe’ye işkence eden, Rousseau’nun kitaplarını yakan, William Blake’i aç bırakan, Baudelaire, Swinburne ve Flaubert’i mahkûm eden, Goya ya da Courbet” nin resim yapmayı bilmediklerini ileri süren, Wagner ve Strawinsky’yi ıslıklayan, Sade’ı hapse atanlar aynı kişilerdir. Aşağılık iştahlarını daha iyi doyurmak için, insanları daha iyi sömürmek için, bilgisizlik, yoksulluk ve savaşla onları daha iyi küçültmek ve yok etmek için erdemi,, sağduyuyu ve düzeni tanık gösterirler.
III
Günümüz Sade kontlarının oturduğu, Fransa’nın kuzeyindeki eski evde, yemek salonunun duvarlarına çizilmiş soy ağacında bir tek ölü yaprak var: XV. Louis, XVI. Louis, Convention (Kurucu Meclis) ve Napoleon tarafından hapse atılan Donatien-Alphonse-François de Sade’ın yaprağıdır bu. Çağının bütün insanlarından daha aydın, daha temiz olan bu insan, otuz yıl hapis yattıktan sonra bir tımarhanede öldü. Alaylı olarak “Kutsal Marki” sıfatıyla anılmaya layık görülen bu insan, 1789 yılında, kapatılmış olduğu Bastille zindanından halkı tutukluların yardımına çağırıyordu; Mızraklılar Müfrezesi üyesi olan ve yine Devrim’e bütün varlığıyla bağlı bu insan, 1793 yılında, ölüm cezasına karşı çıkıyor ve acımasızca işlenen cinayetleri kınıyordu; yeni din, Robespierre’in ayinini yaptırdığı Yüce Varlık mezhebi karşısında tanrıtanımazlığını sürdürdü; dehasını Özgürlük aşığı bir ulusun dehasıyla karşılaştırmak istedi. Kaleme aldığı yerginin ilk nüshasını, hapisten çıkar çıkmaz, yerdiği Birinci Konsül’e gönderdi.
Uygar insana ilkel içgüdülerin gücünü vermek istedi Sade, kendi amaçlarına tutkun imgelem gücünü özgürlüğüne kavuşturmak istedi. Gerçek eşitliğin buradan, sadece buradan, doğacağına inandı.
Erdem kendi mutluluğunu kendi varlığında taşıdığından, insanın devsel boyutlarında bir dünya kurmaya mankûm ettiği kimselere yardım edebilsin diye, Sade onu, bütün kuruntular ve yalanlara karşı, acı çeken insanlar adına, küçük düşürmeye alçaltmaya ve ona mutsuzluğun yüce yasasını kabul ettirmeye çaba harcadı.
Umutsuzluk ve utanç içinde, kurtuluşun yakın olmadığını kendisiyle birlikte sık sık itiraf etmemiz gereken hıristiyan ahlakı, bir forsa yaşamıdır. Düşünen gövdenin bütün istekleri ona karşı ayaklanır: Sevginin simgeleri, rahatlığın ve Özgürlüğün simgeleri haline gelmeden ne kadar haykırmak, çırpınmak, ağlamak gerekecek hâlâ?
Sade’ın hüznünü dinleyiniz: “Sevmek ya da zevk almak çok farklı bir şeydir; bunun kanıtı insanın her gün zevk almadan sevmesi ve çoğu zaman sevmeksizin zevk almasıdır.” Ve sürdürüyor: “Öyleyse yitik zevklerin güzellikleri vardır, bu nedenle öteki bütün zevklerden daha fazla çekici yanları vardır; eh! şayet böyle değilse, bunca yaşlı, bunca eciş bücüş ya da kusurlu insan nasıl zevk alırlardı? Sevilmediklerini, hissettikleri şeylerin başkalarınca paylaşılmasının olanaksız olduğunu çok iyi bilirler: bundan dolayı daha az mı zevk alırlar?”
Ve Sade, aşk işlerine Özgünlük katan insanları aklayıp, onu ancak pis soylarını sürdürmenin bir parçası sayanlara karşı çıkar: “Ukalalar, cellatlar, gişe memurları, yasacılar, hepsi tıraşlı ayak takımı, ne yapacaksınız işi oraya vardırdığımız zaman? Şu ya da bu likörün fiyatı, şu tür lifler, kanda ya da hayvan zekâlarındaki şu ölçüde bir sertliğin insanı cezalandırmanıza ya da ödüllendirmenize yettiği kanıtlandığı zaman, yasalarınız, aktöreniz, dininiz, darağacınız, cennetiniz, Tanrılarınız, cehenneminiz ne olacak?”
Ona soğuk usunu veren kendi kusursuz kötümserliğidir. Gerçeküstücü şiir, bu bütün zamanların şiiri, hiçbir zaman başka bir şeye erişmedi. Gerçek ozanların yapıtında ortaya çıkan karamsar gerçeklerdir, ama bunlar gerçeklerdir, ve geriye kalan her şey hemen hemen aldatmaçadır. Ancak, bunu söylediğimiz zaman bizi çelişkiye düşmekle suçlamaya kalkışmasınlar, karşımıza devrimci maddeciliğimizi çıkarmasınlar, insanın ilkin yemek yemek zorunda olduğu gerekçesiyle karşımıza çıkmasınlar. Sevdiğimiz ozanlar, evrenin en çılgınları, en yalnızları besini belki de yeniden yerine koydular, ama bu her şeyin üzerindeydi, yükseğindeydi, çünkü simgeseldi, çünkü bütünseldi. Çünkü her şey onun içinde dağılmış ve emilmişti.
Elimizde Sade’ın hiçbir resmi yok. Aynı şekilde, Lautreamont’dan da elimizde bir şey bulunmaması anlamlı. Bu iki olağanüstü ve devrimci, alabildiğine umutsuzca gözü-pek yazarın yüzleri çağların karanlığına gömülmüş durumda.
İkisi de, ister kaba olsun ister ince, yapmacıklara karşı, insanı alçaltan kısır ve sahte gerçeğin bize kurduğu bütün tuzaklara karşı en yaman savaşımı verdiler. “Siz ne iseniz osunuz” kalıp cümlesine, “Başka bir şey olabilirsiniz”i eklediler.
Sade ve Lautreamont, zorlaya zorlaya, yalnızlığı bütün süslerinden kurtardılar. Yalnızlıkta, her nesne, her varlık, her bilgi, her imge, değişmeksizin kendi gerçeğine dönmeyi, artık açılanacak gizlere sahip olmamayı, kendi yarattığı ortam içinde yaşamını rahatça sürdürmeyi önceden tasarlar.
Korkunç bir yalnızlık yaşayan Sade ve Lautreamont, kendilerine zorla kabul ettirilen hüzünlü dünyayı ele geçirerek ondan öçlerini aldılar. Ellerinde: toprak, ateş, su, ellerinde yoksunluğun çorak kıvancı, ama aynı zamanda silahlar ve gözlerinde öfke. Hem kurban hem de kıyıcı olarak onlar, kendilerini külle saran sessizliği yanıtladılar. Kırdılar, zorla kabul ettirdiler, dehşete düşürdüler, talan ettiler. Sevginin ve kinin kapıları açıktır ve şiddetin geçmesine izin verirler. İnsan dışı, insanı ayaklarının üzerine, ama gerçekten ayaklarının üzerine bastırıp ayağa kaldıracak ve şu yeryüzü ambarından bir son olanağı alıkoymayacak. İnsan sığınaklarından dışarı çıkacak ve, büyü ve büyünün bozulmasının saçma durumu karşısında, kendi coşkusunun gücüyle başı dönecektir. Artık o zaman ne kendine, ne de başkalarına yabancı olacaktır. Bir anlama (bilme) aracı olan ve bu nedenle de bir savunma aracı olduğu kadar bir fetih aracı da olan gerçeküstücülük insanın derin bilincini ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Gerçeküstücülük düşüncesinin herkese özgü (ortak) bir nitelik olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır; insanlar arasındaki farklılıkları azaltmaya çalışmaktadır. Ve bunun için de, eşitsizlik, aldatmaca ve alçaklığa dayanan bir saçma düzene hizmet etmeyi reddetmektedir.
İnsan hele bir kendini keşfetsin, kendini tanısın, hemen hemen tümüyle yoksun bırakıldığı hazinelerin hepsini, insansal büyüklüğü oluşturan şu kör ve sağır ayrıcalıkların birkaç kırıntısı için ve en korkunç acılar pahasına durmadan üst üste yığdığı maddi ve manevi hazinelerin tümünü ele geçirebileceğini hissedecektir.
OZANLARIN YALNIZLIĞI BUGÜN YÜRÜRLÜKTEN KALKIYOR ARTIK. ARTIK İNSANLAR ARASINDALAR, ARTIK KARDEŞLERİ VAR.
IV
Beni coşturan bir sözcük var. Duyduğum zaman şiddetli bir titreme, büyük bir umut, en büyük umudu, insanları ezen yıkım ve ölüm güçlerini bozguna uğratan umudu iliklerine kadar hissettiğim bir sözcük: Dayanışma3 sözcüğü.1917 şubatında, gerçeküstücü ressam Max Ernst ve ben, aramızda bir kilometre uzaklık, aynı cephede bulunuyorduk. Alman topçusu Max Ernst, bir Fransız piyade erinin, benim, nöbet tuttuğum hatlara mermi yağdırıyordu. Üç yıl sonra, dünyanın en iyi iki arkadaşıydık ve artık aynı amaç uğruna, insanın bütünsel özgürlüğü için birlikte savaşım veriyorduk.
1925 yılında, Fas savaşı sırasında, Max Ernst benimle birlikte F.K.P.nin dayanışma parolasını destekliyordu. 1917 yılında benim bulunduğum cephede kendini ilgilendirmeyen işlere karışmak zorunda bırakıldığı ölçüde, o tarihte de kendini ilgilendiren işe karışmış oluyordu. Bunu böyle belirtmek isterim. Ama, savaş sırasında, bir araya gelip, omuz omuza verip ortak düşman “Kâr enternasyonalimin üzerine yürümek olanağından niçin yoksun kalmıştık?
“SİZLER KARDEŞLERİMSİNİZ BENİM, ÇÜNKÜ DÜŞMANLARIM VAR,” DİYORDU BENJAMİN PERET.
Bu düşmanlar karşısında, en aşırı yılgınlık ve kötümserliğin kıyısında bile hiçbir zaman büsbütün yalnız olmadık. Günümüz toplumunda, her adım atışımızda, bizi aşağılamak, bizi engellemek, bizi susturmak, bizi geri püskürtmek için her şey ayağa kalkıyor. Ama, bütün türdeşlerimizle birlikte, burjuvazinin yıkımına, onun iyi ve güzelinin yıkımına katkıda bulunuyoruz, çünkü kötüyüz biz, Engels’in bu sözcükten anladığı anlamda kötüyüz.
Mülkiyet, aile, din, vatan düşüncesini kendi gönlünce denetim altında tutan bu iyi ve güzel anlayışına karşı birlikte savaşım veriyoruz. Ozan onuruna sahip ve bu sıfata lâyık olanlar, tıpkı çalışanlar gibi, sömürülmeyi kabul etmiyorlar. Düzenini ve saygınlığını sürdürmek için bankalar, kışlalar, hapishaneler, kiliseler ve genelevler kurmaktan başka bir şey bilmeyen bu aktöreye uygun olmayan herşeyin içinde gerçek şiir vardır. Ölüm yüzlü iğrenç iyi’den insanı kurtaran herşeyde gerçek şiir vardır. Rimbaud, Lautreamont ya da Freud’un yapıtlarında olduğu kadar, Sade, Marx ya da Picasso’nun yapıtında da vardır gerçek şiir. Radyonun keşfinde, Tcheliouskine’in5 keşiflerinde, Asturias’lılann6 devriminde, Fransa ve Belçika grevlerinde vardır şiir. Bilmek ve daha iyi yemek yemek gibi sevimsiz gereksinimlerde olduğu kadar gerçeküstü eğiliminde de vardır. Ozanlar, üzerinde bulunduklarını sandıkları doruklardan ineli iki yüz yıl oluyor. Sokaklarda yürüdüler, ustalarına hakaret ettiler, tanrıları yok artık, güzellik ve sevgiyi dudağından öpmeye cesaret ediyorlar, mutsuz kalabalığın başkaldırı türkülerini öğrendiler ve, kabak tadı vermeden, kendi türkülerini ona öğretmeyi deniyorlar.
Alaylar ve gülmeler pek Önemli değil. Onlar alıştılar buna. Ama şimdi herkes adına konuşmak inancına sahipler. Kendi bilinçleri aynı zamanda onlar için.
Paul Eluard