Şiirin Öznesi,Poetika Ve Kendindenlik
Şairin poetikaya olan gereksinmesi teknik mahiyettedir. Poetika şiirin/şairin daima yedeğindedir ve onun bir ‘uzantısı’ olabildiği sürece anlam kazanır. Bundan dolayı öncü poetikadan değil öncü şiirden söz edilmek gerekir.
Şair ile şiiri arasına giren herhangi bir söylemsel düstur öznenin kendiliğine karşı gelişme olasılığını beraberinde taşır. Poetik söylem bütün içselleştirilebilirliğine rağmen son kertede zihinsel bir kurgudur. Oysa kendilik hali şairin iç dünyasındaki belirliliklerle belirsizliklerin bir toplamıdır. Hatta Gestaltçı teoriye uygun olarak onun bu toplamdan daha fazlasını barındırdığı da düşünülebilir. Kendindenlik, kendiliğimizi dışsallaştırarak bizi Varlık/Özne kılan her şeyi, bilinçli ve bilinçsiz her itilimi ifade etmektedir. Poetika ise şair-öznenin kendiliği karşısında ‘bilinçli’ bir durum ve tavır alıştır.
Bununla beraber kendilikle temellendirilen bir poetika, şiirin öznesini en hakiki anlamda özerkleştirmekle kaimdir. Şair ile kendiliği arasında o, her türlü dolaylanmadan uzak bir köprü olma işlevi görür. Fakat kendindenliğin poetikası da ister istemez bir çeşit ‘kendilik’ bilinci üzerine kurulmaktadır. Poetik bir söylem ekseninde kendindenlik dediğimiz durum ile kişinin kendilik bilinci arasında bir örtüşmezlik olasılığı her zaman için sözkonusu hale gelebilir. Söylemsel özne ile potansiyel bir varlık olarak özne’nin (kendilik) yerleri iki ayrı varlık kipini temsil eder gibidir. Potansiyel özne söylemsel özneye bağlı olarak varolma zorunluğu içinde olmadığı gibi söylemsel özneyle çatışmalı bir konuma da gelebilir. Zira her iki öznelik durumu ve bilinci gerçekliğe rağmen yapılmış birtakım soyutlamalar içerir. Gerçeklik düzlemindeki yaşayan somut-özne ise bu soyutlamalara mutlak şekilde indirgenemez. Dolayısıyla öznenin potansiyel kendilik hali, özellikle ideolojik ve kültürel belirlenimler çerçevesinde kendindenlik poetikasından kimi şekillerde sapma ihtimaliyle sürekli yüz yüzedir. Daha açıkçası özne, kendilik imkanlarını kendiliğini olumsuzlayıcı birtakım varoluşsal örüntülerle dumura uğratabilir. Özgürlüğün totaliter ideolojilerce içerilmesinde olduğu gibi, kendilik de ideolojik, ahlaki veya kültürel öznelerin baskılayıcı kodlamalarına maruz ve uyumlu kılınabilir.
Öznenin potansiyel kendiliği, kendini gerçekleştirme yetisi ve kapasitesiyle özdeştir. Öznenin belki en radikal niteliğidir bu. Sartre’ın “Varoluş özden önce gelir” tanımlamasında da öznenin bu niteliği doğrultusunda konumlandırıldığını görüyoruz. Sartre’ın radikalizmi hiçlik felsefesiyle bağıntılandığından kendi içinde tutarlı bir yapı oluşturur. Varoluşa dünyevi veya mistik bir kurtuluş anlamı verilmez. Bu sebepten varoluşsal çabadan bağımsız her türlü öz bir çeşit ‘saçma’dır. Oysa kendilik, ‘öz’e karşı değil, aksine özden doğan yahut özü de bir varoluş kaynağı olarak içeren bir iç-dinamizmi öngörür. Hatta biraz daha ileri giderek kendiliğin öze tekabül ettiğini dahi söyleyebiliriz. Bu bağlamda varoluşun kendiliği nosyonuyla Hegel’in öz-özne nosyonu belli bir uzlaşma içerir:”..içeriğin başına buyruk devinen ilkesi olmak yerine, bu özgürlüğü içeriğe gömmek, içeriği kendi öz doğası yoluyla, e.d. onun öz ‘kendi’si olarak ‘kendi’ yoluyla devinmeye bırakmak..”(Tinin Görüngübilimi,Çev:A.Yardımlı, S.54, İdea y.). Özsel nitelikteki Mutlak’ın varlık dünyasına geçişiyle somutlanan bir ‘oluş’ süreci. Elbette ol-uş halinde olmayan öz ‘hiçbir şey’dir. Öyleyse varoluş özün bilincine (özbilinç) varmanın bir önkoşulu olmalı. Sartre’ın varoluşu öze öncelemesi de böyle bir perspektiften kabul görebilir. Kendindenlik poetikasının da aynı şekilde şairin kendiliğini işaretlemesi bakımından bir önceliğe sahip olduğu anlaşılır olmakta. Kendiliğimiz, yani özümüz bizde henüz çekirdek halinde mevcut bir kuvvettir. Bu çekirdek kuvvet tümüyle bilince dönüştürülemese bile , bizim keşfedilmesi ve ‘görünür’ kılınması gereken saklı gerçeğimizdir. Ancak sözonusu gerçek ‘nedir’, neyin özüdür diye sorduğumuzda verilecek cevapların her biri şiir dışı olmaya mecburdur. Daha doğrusu bunun cevabı apriori söylemle değil bizatihi şiirle (sanatsal yaratışla) verilebilir. O da verilebilirse elbet. Çünkü her şiirin kendindenlik gibi bir mecburiyeti veya güvencesi yazık ki yok.
Kendindenlik poetikası olanın değil olması gerekenin söylemidir. O bile muhtemelen imalı olmakla sınırlanmıştır. Kendilik halimiz hiçbir insanlık durumundan ve hayatın hiçbir gerçekliğinden soyutlanmak durumunda değil. O esasen bütünün algısında devinen birşeydir ve yaşanan somutluklar içersinde anlam kazanır. Öze yüklediğimiz mutlaklık özelliğini Hegel’in Mutlak’ıyla özdeşleştirmekten kaçınmayı burada şiirsel açıdan önemli bir nokta diye görmekteyiz. En azından Hegel’in tözsel mahiyetteki Mutlak’ı zorunluklatanımlandığı için kendindenliğin bir gereği olarak gösterilemez. Gereği olmadığı için kendindenlik poetikasıyla kaynaştırılamaz. Mutlak’ta görece kavramsallaşmış bir görü hakimdir; oysa kendiliğimiz her halükarda bir ‘bilinmeyen’, bir ‘belirsizlik’ durumu içerir. Bu yüzden öz için verili demek yerine ‘saklı’ denilmesinin mantığı da anlaşılmış olur. Öz, özne-şairde ‘önceden’ olduğu halde, şiirde bir öncedenlik konumuna sahip olduğunu söyleyemeyiz. Başka bir deyişle, kendindenlik poetikası kendinden olmayan bir verililiği yadsır, onu öznenin kendiliğine yönelik bir kısıt sayar. Dolayısıyla kendindenlik her türlü evrenselciliğe karşı bir şüphe potansiyeli taşır.
Bu durum ilk bakışta öznenin varlığında şizofrenik bir parçalanmayı davet eder gibidir. Doğrusu böyle bir parçalanmanın kaçınılmazlığını ve/veya doğallığını öngörmek de mümkün. Bütünsellik bir yönüyle ütopya, diğer yönüyle ise insanın varoluşsal ‘akt’larının pragmatik nitelikte bir organizasyonudur. İnsanın ‘varlıksal tevhidi’ gerçeklik olmaktan çok bir özlem şeklinde kendisini gösterir. Kurulmuş bütünsellikler de bu yüzden birer ideoloji kimliği kazanarak belli bir ‘yabancılaşma’ya yol açar. İdeolojik bilinci burada asla ‘tu kaka’ etme niyetinde değiliz. Siyasal ve toplumsal Özne’nin kuruluşundaki işlevi dolayısıyla ideolojik bilincin, bugün, özellikle postmodern olumsuzlamalara karşı ciddi şekilde savunulmasına ihtiyaç var. Fakat şiirin varoluş esprisi, modern zamanlarla birlikte öznelliğin radikalleştirilmesine dayanma zorunluğu taşıdığı için anti-modern bir muhteva edinebilmektedir. Başka türlü söylersek; modernliğin ideolojik öznesine karşı, şiir kendiliğin öznesini temsil etme konumundadır. İnsan yaşamı özneliklerarası diyalogun bir ürünü veya ‘kendisi’ sayılabilir. Varoluş da esas itibariyle tekil boyutta olmayıp böylesi bir çoğulluğa tekabül eder. Bütünsel bağlamda tecessüm eden Özne’yi ifade ve işaret eder. Şiirin temsil ettiği kendiliğin öznesi ise bütünsel varoluşun merkezi gücü, dinamosudur. Şiirin büyüklüğü de tam buradadır.
Şiirin öznesi öyleyse varoluşsal özne için olduğu halde, onunla özdeşlenemez. Bunların özdeşlenmesi şiirin değerini/konumunu yükseltmek anlamına gelmeyeceği gibi şiiri daha işlevsel kılacak da değildir. Gerçekte şiirin bütün gücü ve büyüsü kendiliğimizle olan ilişkisinden ileri gelmektedir. Başka cins işlevselliklerse şiir adına az çok tali özelliktedir.
Şiirin öznesini gerçekleştiren yegane unsurun ‘dil’ olduğu malum. Şiir dille başlamasa bile dile isnad eden ve dille sürdürülüp tamamlanan bir eylem. Dilin başlıca işleviyse kendiliğin keşfi ve gerçekleştirilmesi. Fakat bu, bilindiği gibi, dilsel söyleme rağmen veya karşıt olarak geliştirilen bir dilsel etkinliği gerektirir. Yani gizil haldekini ortaya çıkarabilmenin bir yoludur şiir dili; insanın kendilik halinin ve eyleminin bir yansısı. Estetik dahi bu bağlamda bir işlevsellik üstlenir: Kendilikle dil arasında bir köprü. Şiir böylece kendiliğin eğretilenmiş bir aynası olur; kendiliğin kendisi olacak kadar ‘tanrısal’ bir vasfı yoktur onun. Belki böyle tanrısal bir edim olma peşindedir ama; tüm dil-aşırı çabasına rağmen, şiir, dilsel söylemin kozasından dışarı çıkabilecek bir varoluş olanağını garanti edemez. Öznenin kendiliğinden kaynaklanmakla birlikte, yansısı dille örüntülenmiştir. ( İnsanın dili değil, dilin insanı yarattığı şeklindeki kültürel-antropolojik görüşün bu bağlamda hatırlanması, dilin işlevini anlamak bakımından yararlı ve ufuk açıcı olacaktır. Konuyu daha girift duruma getirmemek için burada işarette bulunmakla yetiniyoruz.) Bu ikilem şiiri trajiğin eşiğine getirir. Şair-öznenin bütünsel bağlamda zaten trajik vaziyetteki parçalanmışlığı, şiirin dilsel planındaki yetersizlikle biraz daha derinleşir. Şair-özne kendini dilsel iktidardan sürgün etmekte, fakat bir sürgün dili olan şiirde de sürgünlükten kurtulamamaktadır. Varoluşsal bir özgürleşme yerine, belki de bir çeşit kendilik ideolojisi üreterek yeni bir iktidar halesi oluşturmaktadır.
Oysa şiir söylemsel, kurumsal vb. iktidar düzeneklerine karşı bir dürtünün, bir buluşun ifadesiydi ve her türlü iktidarın büyüsünü bozmakla anlam kazanmıştı. Yine de bu anlamını kaybetmiş değildir şiir. Bergson’un deyimiyle hayatın ‘yaratıcı hamle’si, herşeye rağmen şiirin özünü ve varlık alanını teşkil eder. İktidarların büyüsünü bozmak ise yine en çok şiirin harcıdır. Zira kendindenlik poetikası yalnız dışsal değil içselleştirilmiş iktitidarların da büyüsünü bozmaya dönük bir perspektif öngörür. Dolayısıyla kendiliğimiz Mutlakçı olmayan bir itilim, dilin parçalayıcı gücüyle ortaya çıkan özsel bir farkındalık biçimidir.
Poetik gereksinimin teknik mahiyette olduğunu söylemiştik. Aslolan şiirin varoluş dinamiğidir çünkü. Şiirin bu açıdan ‘kendiliğimiz’den başka bir dinamiği olmadığını/olamayacağını yinelemek gerekiyor. Sahici/gerçek şiirin zorunlu özelliğidir ‘kendilik’. Aynı zamanda şiirin muhalif gücünün ‘biricik’ kaynağı. İnsanın çeşitli varlık alanları itibariyle şiirin sahip olabileceği en sahici, en anlamlı, en olmazsa olmaz varoluş sebebi… Bu yüzden kurumsal ve söylemsel iktidarlarım menzillerine koşulamayacak denli asi ve hatta barbar bir kişilik taşımaktadır.
Ne ki bu da yine öznenin asi ve barbar bir kendiliğe sahip oluşuyla mümkün. Kendiliğin mutlak değil bireysel bir öz oluşu dolayısıyla şair, böyle bir özselliğe yeterince sahip olan kimsedir. Bu yüzden şair olmak belli bir yaratılış durumudur. Ama şairirn poetik bilinci burada büyük önem taşır. Şair ile kendilik/şiir arasına giren poetikalar, şairi kendiliğine yabancılaştırıcı bir mahiyet taşıyabilmektedir. Böylece şair, kendilik imkanlarını şiir dışı alan ve işlevlere harcama tehlikesine düşebilmektedir.
Kendindenlik poetikası bu yüzden şairin ‘yaratılış durumu’na yabancılaşmasına karşı gelişen bilincinin bir göstergesi, işlevsel olarak ise onun teknik bir donanımıdır. Zira poetika şiirin yedeğinde bile olsa, şiiri arayış ve oluşturma sürecinde belirleyici unsurlardan biridir. Şairin sözkonusu poetik donanımı, ona bu süreçte kendiliğini ortaya koyabilmenin imkanını gösterir. Kendindenlik poetikası bu suretle, şairi çeşitli iktidar biçimlerine karşı şiirin özgürleştirici ve bireysel varlık alanında konumlandırır, bir ‘kendilik tekniği’ olarak işlev kazanır.
Ali K. Metin