Sessiz Cumhuriyet
Hiçbir zaman Alman işgali altında olduğu kadar özgür değildik. Bütün haklarımızı ve en başta konuşma hakkımızı kaybetmiştik. Her gün yüzümüze savrulan hakaretler karşısında susmak zorundaydık. İşçi olarak, Yahudi olarak, politik mahpus olarak, yığınlarla sürgün ediliyorduk. Sokak duvarlarında, gazetelerde, sinema perdesinde, ezicilerimizin bize vermek istedikleri o pis tatsız yüzü buluyorduk. Bütün bunlar yüzünden üzgündük. Nazi zehiri düşüncemize kadar işlediği için her doğru düşünce kazandığımız bir zaferdi. Amansız bir polis gücü bizi susmaya zorladığı için her söz bir ilke bildirisi kadar değerli oluyordu. Dört bir yandan kıstırıldığımız için, gördüğümüz her işte bir bağlanmanın ağırlığı vardı. Savaşımızın, çoğu zaman korkunç koşulları bizi insanlığın hali dediğimiz yürekler acısı ve dayanılmaz durumu peçesiz, düzgünsüz yaşamak zorunda bırakıyordu. Mutlu çağlarda ustaca maskelenen sürgün, mahpusluk ve hele ölüm, günlerimizin sürekli kaygıları oluyor, bunların önlenebilir bir kaza, hatta dıştan, ama değişmez birer yıldırı olmadığını da öğretiyordu. Bunların bizim yapımız, yazgımız, insan gerçeğimizin derin bir kaynağı olduğunu görmek zorundaydık. Her an şu küçük beylik tümcenin bütün ağırlığı ile yaşıyorduk: "Bütün insanlar ölümlüdür." Herkesin kendiliğinden seçtiği yol gerçekti, çünkü, bu seçme ölümün karşısında oluyor, çünkü her zaman şunu yapmaktansa ölmek daha iyidir şeklinde dile gelebiliyordu. Üstelik, benim burada sözünü ettiğim gerçek rezistanlar (Almanlara karşı koyanlar)’ın kurduğu seçkin topluluk değil, dört yıl boyunca, gece gündüz "Hayır" demiş olan bütün Fransızlardır. Düşmanın hoyratlığı bizi, barışta yan çizdiğimiz bazı sorunları kendimize soracak duruma sokuyordu. Karşı koymada olup bitenleri bilenlerin hepsi -ki bilmeyen Fransız kalmadı sayılır- kendi kendilerine korku ile soruyorlardı: "İşkence ederlerse dayanabilir miyim?" ve insanın kendi üstüne edinebileceği en derin bilginin kıyısında bulunuyorduk. Çünkü, insanın sırrı OEDİPUS ya da aşağılık kompleksi değil, özgürlüğün sınırı, işkencelere ve ölüme dayanma gücüdür. Gizli çalışanlar savaşın türlü hallerinde yeni bir görgü ediniyorlardı: Askerler gibi uluorta dövüşmüyorlar, yalnızlık içinde kovalanıyor, yalnızlık içinde tutuluyor, tek başlarına yalın varlıklarıyla işkencelere katlanıyorlardı. Tıraş ol- muş, yemiş içmiş, iyi giyinmiş, vicdanları rahat, ölçüsüz bir toplumsal gücün haklı gibi gösterdiği cellatlarının önünde yalnız ve çıplaktılar. Bu cellatlar onların zavallı bedenleriyle alay ediyorlardı. Ama, bu yalnızlığın ta dibinde ötekileri, bütün ötekileri, karşı koyan bütün arkadaşları savunuyorlardı. Bir tek kelime, beş, on, yüz kişinin yakalanmasına yetiyordu. Bu tam yalnızlık içindeki bu tam sorumluluk özgürlüğümüzün apaçık örtülerinden sıyrılması, ortaya çıkması değil midir? Bu bırakılmışlık, bu yalnızlık, bu korkunç tehlike herkes için birdi, şefler için, adamları için ne olduğunu bilmedikleri bir haberi götürenler için, bütün karşı koymayı yönetenler için ceza birdi: sür-gün, ölüm.
Bir ordu düşünün ki, orgenaralinin de, erinin de göze aldığı şey bir olsun. Böyle bir ordu yoktur dünyada. İşte, bundan ötürü karşı koyma gerçek bir demokrasiydi. Buyuran için de, buyurulan için de aynı tehlike, aynı sorumluluk, disiplin içinde tıpatıp aynı özgürlük. Böylece, karanlık ve kan içinde cumhuriyetlerin en güçlüsü kuruldu. Bu cumhuriyetin yurttaşlarından her biri, herkese borçlu olduğunu biliyor ve yalnız kendine güveniyordu. Her biri en katıksız bırakılmışlık içinde tarihsel rolünü gerçekleştiriyordu. Her biri ezenlere karşı kendi olma yolunu tutuyor, özgürlük içinde kendini seçerken , ister istemez, herkesinde özgürlüğünü seçiyordu. Bu kurumsuz, ordusuz, polissiz cumhuriyeti her Fransızın kurması ve onu her an Naziliğe karşı ayakta tutması gerekiyordu.
Şimdi bir başka cumhuriyetin eşiğinde bulunuyoruz. Sessiz ve karanlık cumhuriyetin sert erdemlerinin onda olmasını dileyemez miyiz?