Schopenhauer'ın Cinayet Felsefesi
Schopenhauer’ın cinayet felsefesi
Schopenhauer, üniversitelerde yapılan felsefe tartışmalarını ve üniversitelerin felsefeye katkılarını yadsımış, özgür düşüncenin oralarda pek barınamayacağını söylemişti: ‘Üniversite otoriteleri her zaman ancak kilise var olduğu sürece öğretilecek bir felsefeye izin verecektir.” Yakın tarihimizdeki sanat, felsefe tartışmalarında sıkça duyduğumuz bir cümle, ‘sanatın ve felsefenin sonunun’ geldiğidir. Bunun için bir sürü gerekçe sıralanır, üretim biçiminin uluslararası sınırları aşması, modernizm sonrası yaşam biçiminin dijitalize oluşu, bilimin, sanatın akıl almaz gelişimi, sanatın, bilimin, felsefenin profesyonelleşmesi, uzmanlaşmanın mikro düzeylere inmesi vs... En çok kullanılan başlıklardan biridir; edebiyatın sonu, siyasetin sonu, modernizmin sonu, felsefenin sonu...
Böyle zamanda biri çıkar, ‘En başa dönelim’ der! Tartışma başlar ve felsefeler çatışır. Çatışır mı gerçekten? Bu işin en başı neresidir bilmek zor. Felsefe denilen şey keskin tanımlar kabul etmeyen önermelerdir çoklukla ve kültürlerin, inançların, akademik birikimlerin ürünü olduğu kadar, bilgi birikimine muhalefetin de diğer adıdır. Sanırım, bir şeyin sonu geldi demek için önce bu konuda gerçekten ‘cinayet işlemeyi’ göze almak gerekiyor.
Ülkemizdeki üniversite eğitimi üstünde devam eden iktidar savaşlarında ‘teoloji’nin her geçen gün biraz daha güçlendiğini, eğitimin biraz daha ‘Müslümanlaştığını’ görmezden gelemeyiz. Ama bu sadece bize özgü bir durum değil. Aslında her şeyin birer ikişer sonunu getirirken, tedavüle koyulan ideolojik söylemlere sessiz kaldığımız anlamına gelmiyor mu bu?
Her kültür, felsefesini kendi dini inanışlarına dayandırıp orda bıraksaydı, dünyayı, kendimizi anlama çabamız her defasında tapınakların duvarlarından geri dönmez miydi?
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli şey düşünmesi olduğu kadar düşünme eyleminin sınırlarının sonsuzluğu olmalıdır, “Çünkü bilgi ancak evrensel olana yönelmesi halinde iradesiz kalabilir; oysa istemenin objeleri her zaman münferit şeylerde bulunacaktır; bu sebepten ötürü hayvanların bilgisi tam anlamıyla bu münferit şeylerle sınırlıdır ve dolayısıyla akılları münhasıran iradelerinin hizmetinde kalır. Diğer yandan aklın evrensel olana bu eğilimi felsefe, şiir ve genel olarak sanat ve bilimlerdeki gerçek ve özgün başarılar için vazgeçilmez koşuldur.” (s. 14)
Felsefe ile şiirin insanların bilincindeki etkileri hakkında fikir yürüten Schopenhauer şiirin özgürlük alanının genişliğinden dem vurur ve onun özgürlüğünün, belli bir düşünceyi savunmak değil, insanda belli bir duygu yoğunluğunu oluşturmak ve bunu belli bir estetik içinde ifade etmek olduğunu vurgular. “Şiirin başarılarının felsefeninkiler üzerindeki bir diğer büyük üstünlüğü şiirsel eserlerin tümünün eş zamanlı olarak, biri diğerine engel olmaksızın, zarar vermeksizin var olabilmesidir; halbuki bir felsefi sistem tıpkı tahta çıkan bir Asya sultanı gibi kardeşlerinin tümünü öldürmeyi düşünmeksizin dünyaya zor gelir.” (s. 15-16)
Şiir bütün duyularımıza, aklımıza, yüreğimize seslenirken bizi kendi var oluşunu bütün bilgilerin dışında bir yerde, biricik bir yapıda inşa edebilir. Ondan aldığımız haz bizi yeni okumalara yönlendirebilir ama doğası gereği bir bilgiyi, inanışı empoze etmez. Dolayısıyla şiirin ve felsefenin etkinlik alanları dimağımızda başka başka yerler işgal eder.
İki disiplinin kesiştikleri alanları göz ardı etmeden, Schopenhauer’ın, felsefe ve şiirin insandan talep ettiklerine dair tespitine kulak verelim: “Şairin eseri okurdan kendisini eğlendiren ya da yücelten yazılar dizisinin (dünyası)na dahil olmaktan ve onlara birkaç saat ayırmaktan başka bir şey talep etmez. Halbuki filozofun eseri onun genel düşünce tarzından bir devrim yapmaya çalışır; o ondan bu sahada şimdiye dek öğrendiklerinin ve inandıklarının tümünün yanlış olduğunu kabul etmesini, bütün zaman ve emeğinin boş yere kaybolduğunu ilan etmesini ve her şeye tekrar baştan başlanmasını talep eder. En fazla, üzerinde temelini atmak için selefinden birkaç parçanın kalmasına izin verir.” (s.16-17)
Schopenhauer’ın akademi eleştirisi
Schopenhauer’ın, Üniversiteler ve Felsefe adlı kitabında hatırlattığı, 1840’ta yayımladığı Kant Felsefesinin Eleştirisi’nden bir bölüm: “Eğer bir felsefe Hıristiyanlığın temel fikirlerini inkâr ediyorsa o ya yanlıştır ya da eğer doğru olsa bile, bir yararı yoktur.” (s. 40)
Bu cümle üniversitelerdeki felsefede hakikatin ancak ikinci sırada geldiğini söylüyordu.
Schopenhauer, üniversitelerde yapılan felsefe tartışmalarını ve üniversitelerin felsefeye katkılarını yadsımasa da özgür düşüncenin oralarda pek barınamayacağını söylüyor ve: “Bunun sonucunda üniversite otoriteleri her zaman ancak kilise var olduğu sürece öğretilecek bir felsefeye izin verecektir” diyor. (s. 41)
Zaten, etkinlik alanları daraltılmış profesörlerin asıl peşinde oldukları şeyin kariyer, eş, çocuk ve mütevazı bir yaşam imkânı olduğunu vurgulayan Schopenhauer, gerçek filozofun heyecanlı ruh halinin bir üniversiteye sıkışıp kalmayacağını vurgular. “Dolayısıyla hakiki bir filozofun aynı zamanda üniversitede bir felsefe hocası olması en nadir rastlanır hadiselerden biri olmuştur” der. (s. 42)
Yine de akademik felsefe öğretisinde Hıristiyanlık inancının dışına savrulanlar da olmuştur, böyle durumlarda gerekli önlemler alınmış ve bunlar Schopenhauer’ın alaylı yaklaşımıyla, “Çorbanı iç köle, felsefe diye de Yahudi mitolojisi öğret!” denilerek uyarılmıştır.
Dogmalardan, inanışlardan alınan isim ve sıfatların felsefeye uymadığını söyler Schopenhauer. Her türlü otoriteden bağımsız olarak var oluş sorununu çözme girişimine yönelmesi gereken felsefeden iki temel beklentisi vardır: “Öncelikle bir soru hakkında söylenecek her şeyi söyleme cesaretine sahip olmak, ikincileyin, onu bir sorun olarak kavramak için kendiliğinden aşikâr olan her şeyin açık biçimde bilincinde olmaktır. Son olarak gerçek anlamda felsefe yapmak için ruhun-dimağın hakiki manada serbest olması gerekir.” (s. 14-15)
Fincte, Schelling ve Hegel’in felsefesine alaylı bir şekilde yaklaşan Schopenhauer, üniversite eğitiminde inançlardan yola çıkılarak yapılan müfredatın bilinmeyene inanmamızı istediğini söyler ve “Eğer bunu da bilebilseydik, o zaman inanç, tıpkı matematiğin temaları üzerine kurulmuş bir dogma gibi, gayet lüzumsuz ve hatta gülünç bir şey olarak görünürdü,” (s. 45) diyerek, başta akademik dimağların, genel anlamda felsefeyle uğraşan bütün dimağların cinayete meyilli olmasını salık verir. Çünkü felsefenin temeli inanç üstüne değil, düşünsel devrimler üzerine atılmıştır.