Romantizmden Gerçeküstücülüğe Yeni Mit
Dünyayı yeniden büyülemeye dair romantik stratejiler arasında mite başvurunun özel bir yeri vardır. Çeşitli geleneklerin sihirli kavşağında, mit, tükenmez bir semboller ve alegoriler, fanteziler ve iblisler, tanrılar ve yılanlar haznesi sunar. Bu tehlikeli defineden beslenmenin çeşitli biçimleri vardır: eski mitlere şiirsel veya edebi atıflarda bulunmak, mitolojiyi “bilimsel” açıdan incelemek, ve yeni bir mit yaratmaya girişmek. Bu üç durumda da, mitin dinî özünden bir şeyler yitirmesi, onu, dünyayı yeniden büyülemenin dünyevi bir aracı, ya da daha doğrusu kutsal olana kavuşmanın dinî olmayan bir yolu haline getirir.
Mitlerin Alman faşizmi tarafından tehlikeli bir biçimde yolundan saptırılması, ulusal ve ırksal simgelere dönüştürülerek manipüle edilmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından mitolojinin gözden düşmesine büyük oranda katkıda bulunmuştur. Bununla birlikte, Ernst Bloch* gibi kimi antifaşist Alman entelektüelleri, miti –“geleceğin ütopik ışığıyla” aydınlatıldığı taktirde– Nazilerin kirli ellerinden kurtarmanın mümkünâtına inanıyorlardı (Frank, 1982).
Önceleri, ilk romantizm döneminde, bu ütopik ışık varlığını yoğun biçimde hissettiriyordu; 19. yüzyılın şafağında Friedrich Schlegel tarafından yaratılan “yeni mit”i, içinden aydınlatan gizli bir lamba gibiydi. Karşılaştırıldığında, bu yüce kaynak ile Üçüncü Reich’ın peydahladığı o karanlık mitolojik taklitler arasındaki karşıtlık göz çarpar.
Frühromantik* için yeni mit “milli-germanik” değil insani-evrenseldir. Alman romantizminin muhtemelen en hayalci/sezgisel[1] görüşler barındıran, “kuramsal” olarak tabir edilen metinlerinden biri olan Mitoloji üzerine Söylev’inde (1800) Friedrich Schlegel yalnızca Avrupa geleneklerinden değil, “Doğu’nun hazineleri”nden de beslenen sınırsız bir mitsel-şairane [mythopoétique] kainâtın hayalini kurar. Ve de özellikle, eskisinin soluk bir taklidi olmayan ve bizzat doğası gereği, yahut daha doğru bir ifadeyle, tinsel dokusu itibariyle ondan kökten biçimde farklılaşan yeni bir mitolojinin hayalini kuruyordu: eski mitoloji, duyusal dünyadaki en yakın ve en canlı olana dolaysız biçimde bağlanırken, yenisi, tam tersine, “tinin en mahrem derinliklerinden” (tiefsten Tiefe des Geistes) yola çıkarak oluşturulmalıydı. Bu iç kaynağın bir ürünü olan yeni mitoloji, dolayısıyla, tinden yola çıkarak bizzat tinin kendisi tarafından yaratılacaktı; kendisi de “hiçbir şeyden” yaratılan (aus Nichts entstanden) idealist felsefeyle arasındaki seçmeci yakınlık da bundan ileri gelir (Schlegel bu konuda özellikle Fichte’ye atıfta bulunuyordu). Derinliklerden gelen bu mitsel-şairane içsellik, akıl yürüten aklın dayattığı sınırları kabul edemez: o, “bilincin bir türlü kavrayamadıklarının”, “hayalgücünün o güzel dağınıklığının”, “insan doğasının ilksel kaosunun” krallığıdır. Fakat bu dış dünyayı görmezden geldiği anlamına gelmez: yeni mit aynı zamanda “hayalgücü ve aşkın dönüştürdüğü, insanı çevreleyen doğanın hiyeroglifsi ifadesi”dir (Schlegel, 1984). Schlegel’in bu satırlarda, Freud’ün bir yüzyıl sonra bilinçdışı kategorisiyle kavramaya çalışacağı alana sezgisel biçimde işaret ettiği izleniminden sıyrılmak zordur.
Ve kimi zaman psikanalizi, kimi zaman gerçeküstücülüğü önceliyor gibi görünen bu şaşırtıcı ve parlak sezgiler içeren metnin sonuç kısmında, Schlegel bakışını geleceğe yöneltir: bir gün, insanlar tanrısal güçlerini (divinatorischen Kraft) yeniden keşfedecek ve “hâlâ gelmesi beklenen” altın çağı tanıyacaklardır: “İşte mitolojiden anladığım budur”. Altın çağı geçmişe değil de geleceğe yerleştirerek, Schlegel miti ütopik bir enerjiye dönüştürür ve mitsel-şairaneliğe sihirli bir güç yükler (Schlegel, 1984).
Yüz elli yıl sonra, mağaranın karanlık köşelerini aydınlatmak üzere, gerçeküstücüler yeniden bu köze üfleyeceklerdir. Breton ve dostları için, mit değerli bir ateş kristalidir: onu faşist mitomanlara[2] terk etmeyi reddederler. 1942’de, savaşın en korkunç günlerinde, Breton bu alandaki bir karşı saldırının gerekliliğine her zamankinden çok inanmaktadır: “bugün dünyayı sarsan bu çatışma karşısında, en zor zihinler, Odin’in ve diğerlerininkinin karşısına çıkarılabilecek bir mitin yaşamsal gerekliliğini kabullendiler” (Breton, 1965).[3]
Breton, ilk kez olarak, 1937 tarihli “Gerçeküstücülüğün sınırsız hudutları” metninde, gerçeküstücülüğün “çağımızın kolektif mitinin tasarlanması” görevini önüne koyması gerektiğini ileri sürer. Bu mitin, hem yıkıcı, hem erotik rolü, 18. yüzyılın sonunda, Fransız İhtilali’nden kısa zaman önce “kara” romantizmin oynadığı rolün benzeri olmalıydı (Breton, 1973).
Bunun yanı sıra gerçeküstücüler açısından mitin önemi, rasyonel-olmayan üzerindeki dinî etkiye, (ezoterik geleneklerle birlikte) dünyevi bir alternatif oluşturmasından kaynaklanır. Breton’un, Çılgın Aşk kitabının, dostu Armand Hoog’a gönderdiği nüshasındaki imzalı sözleri –ki bunları kışkırtıcı ve putkırıcı bir imge olarak okumak gerekir– de bu çerçevede yorumlamalı: “Kiliseleri, hem de en güzel olanlarından başlayarak yıkmalı, taş üzerinde taş kalmayana dek. Ve işte o zaman, yaşasın yeni mit!” (Beaujour)
Gerçeküstücülüğün Üçüncü bir Manifestosunun Olması veya Olmaması Hakkında Önbilgiler’de Breton şu soruyu (kendisine de) sorar: “Bizler için arzu edilir olan toplumla ilişkili bir miti ne ölçüde seçebilir yahut benimseyebilir ve de dayatabiliriz?” (Breton 1994)[4]. Bu sözler, kendisi için mitle ütopyanın ayrılmaz olduğunu gösterir: bu ikisi özdeş değilse de, her iki alan, arzunun birinden diğerine geçişini sağlayan bir bitişik kap sistemiyle birbirine bağlıdır.
Gerçeküstücüler kolektif bir mit “dayatmayı” başaramadılarsa da, romantik yöntemi izleyerek, yani “tinin en mahrem derinliklerinden” beslenerek yahut, Breton’un sözleriyle “insan varlığının, reel dünya çerçevesinde kendini gösteremeyen ve tezcanlılığı içerisinde sembollerin ve mitlerin sonsuz isteklerine yanıt vermekten başka çıkar yolu olmayan en derin duygularına” başvurarak bunu yaratabildiler. “Genel bir sembolikle donatılmış evrensel bir mitoloji” (Schelling*) oluşturamadılarsa da, gerçeküstücüler, modern kültürün kapalı gökyüzünün içinden alev alev yanan bir kuyruklu yıldız misali geçen yeni bir mit –kelimenin simyasal anlamıyla- icat ettiler.
Peki nedir bu mit? Bu soruya cevap verebilmek için Breton’un en “mitolojik” eseri Arcane 17’ye bakmak gerekir. Şair bu metinde, İsis ve Osiris mitlerinden, Mélusine mitinden, Kadın tarafından sağlanan Dünyevi Selamet mitinden, Arcane 17 astrolojik mitinden, Özgürlük Meleği Satan’ın mitinden ve de özellikle – Breton’un “beni kendine bağlamaya devam eden en güçlü mitlerden” dediği– “tüm iktidarı eline alan aşk”ın mitinden, “bünyesinde dünyanın tüm yenilenme gücünü barındıran” çılgın aşk mitinden söz eder. Kitabın sonucunda –ki gerçeküstücülüğün en parıltılı kitaplarından biridir– tüm bu mitsel simalar, birer ateş nehri gibi, hepsini içinde tutacak bir imgeye doğru akarlar, o imge ki Breton’un gözünde “romantik düşüncenin en üstün ifadesi” ve “bizlere bıraktığı en canlı sembol”dür: bu “melek Lusifer’in alnından düşmüş” büyük sabahın yıldızıdır. Bu yıldız, boyun eğmeyişin en yüksek alegorik imgesini temsil eder: bizlere “bizzat isyanın, yalnızca isyanın ışık yaratabildiğini” öğretir. “Ve bu ışık ancak üç yoldan tanınabilir: şiir, özgürlük ve aşk ile” (Breton, 1944, 1965).
O halde, isyanı, şiiri, özgürlüğü ve aşkı (modern biçimleri altında) kapsayan, (aralarındaki seçmeci yakınlıklar sayesinde) onları bir araya getiren, (herhangi bir hiyerarşi kurmadan) bunları birleştiren bu yeni mit nedir? Bu, “tanrısal gücüyle”, “hâlâ gelmesi beklenen altın çağa” yönelmiş ütopik bakışıyla ancak gerçeküstücülüğün kendisi olabilir. Şiirsel bir mit olarak gerçeküstücülük, yüz elli yıl önce Frühromantik’in ilan ettiği programın varisidir. Bununla birlikte şöyle bir özelliği vardır ki, hiçbir zaman tamamlanmamış ve her daim yeni mitolojik imgelerin ve simgelerin yaratımına açık, hareket halinde bir mittir. Her şeyden önce tinin bir faaliyeti olan gerçeküstücülük, kendini “son mit”, yeniden keşfedilecek bir Kutsal Kâse veya şeyleşmiş bir “gerçeküstülük” olarak donduramaz: daimi tamamlanmayışı onun ölümsüzlük iksiridir.
Yale öğrencileri karşısında 1942’de yaptığı konuşmada, Breton gerçeküstücülüğün hedeflerinden biri olarak “mitsel hayata yapılacak ve ilk başta büyük kapsamlı bir temizlik şeklini alacak olan müdahalenin pratik düzeyde hazırlanışını” gösterir (Breton 1942). Bu görev, bizim çağımızda da, yakıcı güncelliğini korumaktadır. Esasında, 20. yüzyılın sonunda yalnızca ahırlara değil fakat tüm odalara ve salonlara yerleşmiş olan mitolojik vebayı temizleyebilmek için tüm bir nehrin akışını değiştirmek gerekir.
Dinî ve milliyetçi karanlıkçılık mitleri, bataklıklarda sonsuza dek boğulduğu düşünülen bu kurbağa kafalı putlar (kurbağalara duyduğumuz tüm saygıyla birlikte), bilinçlere yeniden yerleşmek ve ruhları dogmaların aşırı ısıtılmış sıvı kurşununda boğmak üzere çamurlu derinliklerinden çıkıyor.
Fakat bu putların ardında, bambaşka bir ihtişama sahip, yüzyılımızın her yerde hazır ve nazır bulunan, kadiri mutlak, koca göbekli Büyük Miti dikiliyor: Tüm tanrıları yutan Tanrı, tüm fetişlere hâkim Fetiş, istediği tüm kurbanları elde eden efendi Moloch*, önüne çıkan her şeyi ezen at arabası Juggernauth*, kâh ruhun tüm ürünlerini yutan bir çekirge bulutu şeklinde, kâh her yere işleyen ve zamanın havasını solunmaz yapan, görünmez ve leş bir koku biçiminde beliren, hiçbir hasmı kalmamış Üstün Varlık: Mammon*.
Kökenlerinden bugüne, gerçeküstücülük hiçbir vakit sihirli bir direniş mekânı, şeffaf bir reddiye ışığı olmaktan, tüm bu vıcık vıcık mitolojik kulluk gösterilerinin ironik bir biçimde olumsuzlanışının ruhunu taşımaktan vazgeçmemiştir.
Sabahın Lusiferci yıldızı, aynı zamanda bunlardır da.
(Bu yazı Michael Löwy’nin şu kitabında yer alır: Sabah Yıldızı: Gerçeküstücülük ve Marksizm, çev. Aslıhan Aydın-U. Uraz Aydın, Versus, 2009.)
* Bloch Ernst (1885-1997): Yahudi/Alman felsefeci, romantik eğilimli marksist, ütopyanın kuramcısı. Nazizm döneminde Birleşik Devletler’e sürülmüş, savaş sonrasında Doğu Almanya’ya dönmüş ama bu ülkeyi de 1961’de terk ederek Kıta Almanya’sına yerleşmiştir. En önemli yapıtları şunlardır: L’Esprit de l’Utopie (1918) (Ütopya Ruhu, çn), Thomas Münzer, théologien de la révolution (19219 (Thomas Münzer, Devrimin İlahiyatçısı, çn) Héritage de notre temps (1935) (Günümüzün Mirası, çn), Le Principe Espérance (1959) (Umut İlkesi, çn). 30’lu yıllardaki yazılarında gerçeküstücülükle ilgilenir.
* Frühromantik: Edebiyat tarihinde, Athenäum dergisinin (1789-1800) etrafında, aralarında Novalis (Friedrich von Hardenberg), Friedrich ve Wilhelm Schlegel kardeşler, Ludwig Tieck, Caroline von Günderrode da bulunan genç yazar ve şairleri toplayacak olan ilk Alman romantizmini belirten terim. Romantik hassasiyet ve geçmişe özlem bu ilk dönem süresinde (1789-1804) Fransız Devrimine ve cumhuriyetçi fikirlere belli bir yakınlık duyulmasını engellememiştir.
* Schelling, Friedrich Wilhelm Joseph von (1775-1854): 19. yüzyıl başında Alman romantik Okulu’nun en önemli felsefecilerinden biri. Gençliğinde Fransız devrimine karşı sempati besler ama daha sonra epeyce muhafazakâr olur. Ruh ve doğa arasındaki mutlak özdeşliği ve içgüdünün saf akılcılık üzerindeki hâkimiyetini ifade eden romantik doğa felsefesinin esinlendiği kişidir.
* Moloch: İbranice ha-Moléch’den gelir, muhtemelen “Kral” anlamına gelen ha-Méléch sözcüğünden türemiştir. Chanaan halklarının (Kenaniler, İ.Ö. 3. yüzyılda, İsraillilerden önce Chanaan – Lübnan, Filistin– ülkesinde yaşayan halklar, çn) insanların korkunç şekilde kurban edilmesini, özellikle çocukların diri diri yakılmasını isteyen putu. Eski Ahid peygamberleri tarafından lanetlenir. Marx’ta Sermaye’nin istiaresidir.
* Juggernauth: Hint dilindeki Dshagannat’tan gelir, tanrı Wishnu’nun görünümlerinden biri. Büyük kutlamalar öncesinde Wishnu-Juggernauth idolünü taşıyan arabanın devasa ve ağır tekerlekleri altına insanlar atılır, kurban edilirdi. Marx’ta Sermaye’nin alegorisidir.
Mammon: Aram dilinde Mamna, “servet”, zenginliklerin biriktirilmesine önderlik eden Suriye tanrısı. Yeni Ahid’de haksızca elde edilmiş zenginlikleri sembolize eden put.