Reenkarnasyon İle İlgili İki Konu
Bugün, birbirinden çok farklı iki ayrı sohbet çevresinde, benzer iki soru ile karşılaştım. İlki, 4. İslâm Kitap Fuarı’nda tanıştığım ve bir şeyler öğrenmek isterken ortaçağın örümcek tuzağından sıyrılmak için çırpınan bir avuç genç insanın arasından, ilâhiyat eğitimi görmüş birisinden geldi. Yeniden bedenlenip dünyaya gelmek diye bir şey olsa, bunun mutlaka Kur’an’da belirtilmiş olacağını, belirtilmediğine göre İslâm karşısında bu varsayımın küfür sayılacağını öne sürerek, konuya çoktan kapanmış boş bir tartışma gözüyle bakılmasını istiyordu.
Eğitiminin elverdiği oranda Arapça da öğrenmiş olan bu dindar kardeşime, en güvendiği kaynaktan ve metnin orijinalini de göstererek bazı örnekler sıralayıp kararı kendisine bıraktım. Her ortamın kendine has bir iletişim aracı olduğuna göre, o ortamda elimizdeki tek dayanak mecburen yalnız Kur’an metniydi. Zira, günümüzde çok yaygın olan bir kanaate göre, müslüman olmayan bilim adamının araştırması maksatlı ve zararlı olarak derhal reddediliyor. Müslüman olup da bu konulara yönelenlerin ise sapkınlıkları yüksek sesle ilân edilip konu kapatılıyor. Bu bakımdan ne Dr. Stevenson ne de Dr. Ruhselman’ın araştırmaları bizim için o ortamda ne yazık ki iletişim aracı olamazdı.
Esasen, yalnız İslâm’da değil, diğer semitik dinlerde de reenkarnasyon olayı hakikaten üstü kapalı olarak geçiştirilmiş bir meseledir. Burada konuyu uzatmamak için, tekrar kutsal metinlerden bedenlenme ile ilgili olan örnekleri sıralayıp yeniden tartışma ortamına girmek istemiyorum (İlgili âyetler için bk.: Ruhsal Evrim dergisi, sayı 5, Temmuz/Ağustos 1985, sayfa 19). Zira, yalnız bu mesele değil; bedensiz varlıklarla irtibat kurmak, parapsikolojik olaylar, ruhsal yapı, tekâmül gibi daha birçok konu da kutsal metinlerde açık seçik belirtilmemiş veya hiç anlatılmamıştır.
Eğer peygamberler aracılığıyla iletilen mesajın amacını anlayamazsak, kime ve ne içini gönderildiğini kavrayamazsak, gerçekten kuşkuya kapılmamız kaçınılmazdır. Şimdi şöyle düşünelim: Sokaktan geçen herhangi bir adamı çağırıp ona reenkarnasyon olayını açıkça anlatmaya çalışın. Aklına gelen ilk soru, “yani, ben öldükten sonra yine mi doğacağım?” veya “daha önce de yaşayıp öldüm de şimdi yeniden mi yaşıyorum?” biçiminde olacaktır.
Zira, insanların büyük bir çoğunluğu için, çevresinde olup biten ve yaşadığı her şey, içinde bulunduğu âna ve kendi benliğine göre bir değer taşımaktadır. Önem verdiği iki ana temel vardır: “Ben” ve “Şimdi”.
Bütün değer yargıları bu iki temel üzerine kuruludur. Din kanalıyla gelen açıklama ise, insanın benliği karşısına “O”nu, ânını yaşama duygusuna karşı da “Sonrası”nı çıkarmıştır. Böylece, insanın şimdi yaptıkları, “O”nun koyduğu kurallara göre “sonra”dan bir değerlendirmeye tabi tutularak karşılığı verilecektir. İnsan yaşadığı süre içinde “şimdi” kavramı geçerlidir. Öldükten “sonra” ne olacağını bilmez. Gönderilen mesajda bu “sonrası” için açıklama yapılır. İnancı kuvvetlendirmek için de çok basit bir biçimde insanın yaradılışı, “O”nun koyduğu esaslar, doğru yol, ölüm ve sonrası birbiri ile bağlantılı olarak kısaca anlatılmıştır.
Bu seviyedeki varlığa, daha etraflıca bütün sistemi anlatmaya imkân yoktur. Anlayamaz ve üstelik her şeyi birbirine karıştırıp şaşkına döner ve hepsini toptan reddedip sonunda yine bildiğini okur.
İlkel insanda sanat ve edebiyata ilişkin üretime baktığımızda, bu “ben” ve “şimdi” temelini açıkça görürüz. Sürekli tekrarlanan ve tekrarlandıkça değişerek gelişen olaylar zinciri yoktur. Bir öykü örneğini ele alın: Konu bir obje üzerine kuruludur, bir nedene bağlı olarak tek bir olay başlar, gelişir ve sonuçlanır. Üretim kapasitesi bu olan insanın daha karmaşık bir konuyu idrak etmesi de beklenemez.
Basit bir mantık yapısı içinde, tek boyutlu bir anlatıma dayanarak reenkarnasyonu açıklayamazsınız. Çünkü, reenkarnasyon konusu ruhsal tekâmüle sıkı sıkıya bağlıdır. Tekâmülü nasıl açıklayacaksınız? Neyin tekâmülü bu, insan ile ruh kavramları nasıl bağdaşacak?
Diyelim ki meseleyi basite indirgeyeceğiz. İnsan, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı birbirinden ayırdetme melekesini kazanmak içim bu dünyaya geliyor. Bir kere gelmekle bu iş olmuyor. Çok defa gelmesi ve değişik ortamlarda doğması gerekli. Onun için bir tekrarlanma söz konusu, dediniz. Bakalım, “ben” ve “şimdi” mantığı ile karşınızdaki ne anladı:
Önce bir kısır döngü içine düşülür: Ben bundan önceki yaşamımda kimdim acaba? Bir sürü ünlü isimler sıralanır. Günlük yaşamında karşılaştığı olayları bir önceki hayali yaşamına göre yorumlamaya başlar. Bağlantılar kurmaya çalışır ve “o zamanki benliği” ile “şimdiki benliği”ni birbirinden ayrı iki varlık gibi düşünerek, şimdiki yaşamının aksayan yanlarını geçen seferki bilinmeyen kişiye yükler. Kısaca, projeksiyon mekanizmasını kullanarak sorumluluk duygusundan kolaylıkla sıyrılır. Vicdan melekesi böylece büsbütün körelir.
İnsan, içinde bulunduğu durumu bir sebebe bağlamak ihtiyacındadır. “Ben şimdi şu durumdayım. Çünkü önceki yaşamımda…” yargısı ile işlenen fiil ve karşılığında alınan şey kavramı ortaya çıkar. Burada işleyen mantık, bugün karşılaştığı şeyin sebebini dün yaptığında aramak yerine, “bir önceki yaşam” diye empoze edilen ve ne olduğu bilinmeyen “bir başka benlik” üzerine kuruludur. Asıl ilginç olan, aynı kıyaslamanın bir sonraki yaşam üzerine yapılmamasıdır. Çünkü, ilkel mantıkta “yarın” kavramı bile yeterince belirmemiş iken, “bir sonraki yaşam” hiçbir değer taşımamaktadır.
Geçerli olan esas formül, “gün ola, harman ola”dır. Zaten, “ben nasıl geçmiş yaşamımdaki ben değilsem, gelecek sefere de ben şimdiki ben olmayacağım”. İşte böylece, “kaş yapayım derken göz çıkarmış” olursunuz. “İyi-kötü yaşayıp gidiyoruz işte. Nasıl olsa daha kaç kere geleceğiz kimbilir? Boş ver, gününü gün etmeye bak!”
Bir de diğer yöntemin nasıl etkileyeceğini görelim:
Her şey, gayet basit bir çizgi ile anlatılmış. İyi ve doğru olana sonunda mükâfat var. Kötü ve sapkın olana da berbat bir ceza. Doğru olanı da açıkça anlatıyor. Şunu yap, şunu yapma. Bütün mesele, insanın kendisini bu doğrultuda disipline sokabilmesi ve samimi olarak söylenene uyması. İşte, ilkel insanın kapasitesine göre eğitim biçimi budur.
Reenkarnasyondan söz etmeye gerek yok. Nasıl olsa tekrar doğduğunda geçmiş yaşamını unutturan bir sistem var. Çünkü hatırlamasına hiç gerek yok. Gaye, bu benlik ile şu anda madde âleminde bir uygulama yapmasıdır. Hepsi bu kadar. Bu uygulama bitince, bir sonrakine geçecek. Her seferinde aynı mesaj veriliyor: “Seni biz yarattık. Aklını başına topla. Sana doğru olanı gösteriyoruz. Bu yaşam içinde bunları uygulama şansın var. Biz doğru yolu haber vermeden kimseyi sorumlu tutmayız. Şimdi sana haber veriyoruz. Artık bundan sonrası senin bileceğin bir şey. Ya doğru yola yönelirsin, ya da cehennemi boylarsın.”
Bu ilkel varlık her seferinde aynı mesajla karşılaşıyor. Dünyaya geliyor, gidiyor. Bir şeyler öğreniyor. Tekrar geliyor, gidiyor. Sonra bir seferinde yavaş yavaş uyanmaya başlıyor. Kim bilir, o gelişine kadar kaç enkarnasyon atlatmıştır? İşte bu seviyede iken, günün birinde aklına bazı sorular takılmaya başlar: “Hoca efendi böyle diyor. Ama, bizim biraderin oğlu gazetede okumuş, insan öldükten sonra yeniden geliyormuş bu dünyaya. Nasıl şey bu acep?”
Bir başka gelişinde, bu sefer önüne daha detaylı bir olay çıkarılır. Daha sonra, çevresindeki şartlar konuya olan merakını arttırır. Bir diğer gelişinde, küçük çapta bir araştırma yapar. Derken, yavaş yavaş konuyu kavramaya başlar. Artık, bağlı olduğu dinin öğretisini yüzeysel olarak kulaktan duymakla yetinmeyecektir. İncelemeye yönelir. Sonunda neyin ne olduğunu kavramaya başlayacaktır. Kaç yaşam öncesi ilk defa duyduğu ve anlamadan geçtiği “sonunda dönüşünüz bizedir” deyişini artık başka bir anlayış içinde değerlendirir.
Sonuç olarak, her konu için olduğu gibi, reenkarnasyon olayının anlaşılması da kişinin ruhsal tekâmül seviyesine bağlıdır. Eğer, içinde bulunduğu durum ve idrak hali bu bilgiyi almasına uygun değilse, ruhsal gelişimini engelleyecek bir etki yaratacaksa, ağzınızla kuş tutsanız o adama kabul ettiremezsiniz. Zaten, konuyu yeterince anlamış iseniz, böyle bir zorlayışın uygun olmadığını da bilmeniz gerekir. Gaye, zorla ezberletmek değil, yardımcı olmaktır. Karşınızdaki, öldükten sonra kıyamet gününde dirilip cennete veya cehenneme gideceğine inanmışsa, bırakın öyle kalsın. Tekrar bedenlenmenin sebebini düşünün. Nedir bizi bu tekrara mecbur kılan? Bu sorunun cevabını bulabildiğiniz ölçüde karşınızdakine daha faydalı ve gerekli olanı söylersiniz. Pervanenin ışığa doğru kanat çırpabilmesi için, önce bir süre karanlık kozasının içinde büzülüp değişimi beklemesi gerek. Değişimi tamamlamadan kozayı açarsanız, ışığa doğru uçma şansını yok edersiniz.
İkinci soru, spiritüalizm ekolünden gelen ve kozasından çoktan çıkmış bir dostuma aitti. Çocuk veya bebek iken ölen varlığın o enkarnasyon ile ne öğrendiğini tartıştık kendisi ile. Bu sırada, bazı noktalarda henüz yeterli bir açıklamanın yaygınlık kazanmadığını görmüş oldum. Şimdi bu meseleyi sizinle birlikte tekrar ele alalım:
Önce, bütün bu sistemin daima tam bir uyum içinde ve bütün varlıkları kapsayacak biçimde işlediğini hatırlamalıyız. Herhangi bir bedenlenme olayında; varlığın seviyesi, ihtiyaçları ve sempatizasyon alanı ne kadar önemli ise, o varlığın enkarne olacağı ortamdaki diğer varlıkların ve o ortama sempatize varlıkların da özellikleri aynı ölçüde önem taşımaktadır. Çünkü, dünya ortamı bütün bu varlıkların imajinasyon alanlarının birleşmesiyle oluşmaktadır.
Kısa süreli bedenlenmelere memeli hayvan türlerinde ve insanda rastlanır. Daha ilkel formlarda enkarnasyonun karakteri çok farklı olduğu için, dış görünüşü ile benzese bile erken ölümlerin bedeni kullanan kollektif varlık grubu tarafından değerlendirilişi, primatlara ve özellikle insana göre değişik niteliktedir. Burada yalnız insan formuna ilişkin kısa süreli bedenlenme olayı ele alınmıştır.
Döllenmiş bir yumurtanın rahimde tutunacak yer bulması ile fizik beden oluşmaya başlar. Bazen, rahimdeki gelişme safhalarını tamamlamadan irtibat kesilir ve düşük denilen durum meydana gelir. Doğum öncesi fetüsün ölümü, dış gebelik, düşük ve benzeri durumlarda da olabilir. Bunların her biri jinekolojik ve obstetrik açıdan değişik sebeplere bağlı olduğu gibi, psişik tesirler bakımından da farklı özellikler taşırlar. Bazen de doğum anında veya doğumdan kısa bir süre sonra beden ile irtibat kesilir. Bunların da özellikleri, birkaç aylık veya daha fazla yaşamış olan bebek bedeninden farklıdır. Bütün bu kısa süreli bedenlenmelerde dış görünüşü ile pek anlaşılamayan önemli deneyler kazanılmaktadır.
Bir varlığın hangi ortama ve ne zaman enkarne olacağı, döllenme anından çok önce belirlenmektedir. Genel olarak, varlık spatyum devresinde iken bunu hisseder. Ana ve baba olacak varlıklar da kendi enkarnasyonlarından önce, spatyum devresinde iken, bir varlığın bedenlenmesinde rol alacaklarını hissederler. Bu “spatyum döneminde hissetme” olayı, her varlığın seviyesine göre değişik boyutlar kazanmaktadır. Ana, baba ve çocuk olarak adlandırılan bu üçlünün her biri, döllenme ile fiziksel olarak başlayacak beden inşasında, spatyum döneminde kurulan ortak bir sempatizasyon alanı sayesinde, diğeri ile ortaklaşa bir iş yapmaktadır. Sempatizasyon alanına olan duyarlılığı ve hakimiyeti oranında, varlık olaydan haberdar olur. Bu bakımdan, hisseder deyimini kullandım. Zira, olay kendi bilgisini aşsa bile – ki çoğu zaman böyledir – mutlaka olayla ilgili ön tesirleri alacaktır.
Hiçbir varlığın, haberi olmaksızın bedenlenmesi veya bir bedenin oluşumunda rol alması mümkün değildir. Yani, emri-vâki denilen türden doğum, bedenlenme veya gebe kalma diye bir olay yoktur. Tipik bir örnek vermek gerekirse; meselâ bir savaş sırasında, kasabayı işgal eden taburda görevli askerin biri, bir anlık fırsattan faydalanıp, girdiği evde yakaladığı bir kadınla ilişkide bulunsa ve ardından birliğine katılıp orayı terketse. Daha sonra hiç görmeyeceği bu kadın da gebe kalıp çocuk doğursa ve doğum anında ölse, çocuğu da başka bir şehirdeki yetimhaneye atsalar bile bütün bu olay zinciri, ana-baba-çocuk olarak rol alan varlıkların daha önceden spatyum döneminde başlattıkları ortak bir sempatizasyon alanının gelişmesiyle ortaya çıkar. Her biri kendi ihtiyacı oranında olayın bir bölümünü yaşamıştır.
Varlık ruhsal seviye olarak ne ölçüde ilkel ise, spatyum döneminde iken gelecek yaşamının planlanmasında da o kadar pasif ve bilgisiz kalmak zorundadır. Ancak, bu planlanış öncelikle o varlığın tekâmülü için gerekli olaylara göre biçimleneceğinden ve olayların da kendi sempatizasyon alanına uygun bir karakter taşıması gerektiğinden, varlığın zorla ve keyfe göre veya rastgele bir maceraya itilişi söz konusu değildir.
Fizik beden, madde ortamının yoğun ve ağır olarak tarif edebileceğimiz kaba alt düzeyindeki tesirleri ve buraya transforme olan diğer tesirlerin değişimlerini tanıyabilmesi için varlığın kullandığı bir araçtır. Bu araç, ait olduğu ortamın elemanlarından meydana geldiği için, kendi iç yapısı ile de bir tesirler kombinasyonuna sahiptir. Spatyumda bulunan bir varlık, bu aracın oluşumuyla birlikte gittikçe kuvvetlenen bu kombinasyon girdabına doğru çekilir. Her varlık kendi sempatizasyon alanını etkileyen beden kombinasyonuna duyarlıdır. Yani, herkesin bedeni ancak kendisine uyacak biçimde inşa olunur.
Önce, fizik ortamda daha ince ve üst düzeyde titreşimi olan ortamlarda bu bedenin bir imajı hazırlanmaktadır. Daha sonra, bu kalıbı çevreleyen tesirler fizik ortama transforme olurlar. Varlığın spatyumda iken hissiyatı bu imaj-kalıptan etkilenmesinden dolayıdır. Fizik ortama doğru çekiliş ise tesirlerin transformasyonu ile başlar. Döllenme olayı bu sırada olur. Girdabın kuvvetlenmesi ile, varlıkta gittikçe artan bir şuur kararması ve ağırlaşma başlayacaktır. Bu geçiş dönemi, yumurtanın döllenmesi ile takriben üç haftalık cenin haline gelişine kadar sürer. Üçüncü haftadan itibaren varlık yeni bedeni üzerinde yoğunlaşır.
Üç haftalık beden, henüz bir milimetrelik ince bir damardan daha küçük olmasına rağmen, ritmik faaliyetine başlamıştır. Daha sonra kalp atışına dönüşecek olan bu zayıf ritmik hareket, varlığın ağır bir uyku halindeymişçesine “durulduğu” döneme girişine işarettir. Döllenmeden sonraki sekizinci haftada, cenin dört santim kadar olmuştur. Küçücük bir insan bedeni görünümündedir. Bu beş haftalık dönemde varlık, yeni bedeninin hızla değişiminden oluşan tesirleri alır. Bu tesirler herhangi bir müdahale ile kesildiğinde – meselâ kürtaj – varlıkta duygu dediğimiz türden insan yapısına has bir reaksiyon oluşmaz. Çünkü, henüz bu yeni bedeni benimsemiş, kendisine ait bir parça olarak kabullenmiş değildir. Adeta duyguların olmadığı, nötr bir alıcı ile olan ilişkiye benzer bu durum.
Tıbbi açıdan, hamileliğin onuncu haftasında, yani döllenmeden sekiz hafta sonra fetüsün sinir sisteminde indüktif histogenesis yaygınlaşır. Fakat miyelin kılıfı bütün aksonlarda yerleşmemiştir. Burada insan embriyolojisi dersine giriş yapmak niyetinde değilim. Fakat, miyelin kılıfının oluşması ile varlığın bedeniyle olan tesir ilişkisinin değişik bir safhaya geçtiğini belirtmek gerekiyor. Filogenetik evolüsyonu eski olan sinir demetlerinin primer safhada işlerlik kazanması gerektiğinden ilkin bunların miyelinleşmesi, halbuki piramidal yolların doğumda bile henüz miyelinleşmediği için Babinski arazının pozitif oluşu, miyelin dokusunun fizik bedenin insana ait özellikleri kazanmasındaki önemini yeterince göstermektedir.
Kısaca, fetüsün gelişmesi sırasında varlık değişik tesir kombinezonları içindedir. Bu tesirler kesinlikle doğum sonrası ortamının tesirlerinden farklıdır. Fizik bedenin oluşmasında, eğer varlık bu gittikçe komplike bir özellik kazanan tesirler karşısında bir an gelir de tahammülsüz olur ve uyum sağlayamaz ise, sempatizasyon alanı zayıflar ve ardından irtibat kesilir. Genellikle, ilkel seviyedeki insan adayı varlıkların ilk enkarnasyon deneyleri fetüs aşamasında bitmektedir.
Bu tür doğum öncesi kısa süreli enkarnasyonlar için genellikle irtibatın kesilmesi bir dış faktör ile hemzaman olur. Yani, tıbbi açıdan fetüsün ölümüne sebep olarak gösterilen bir araz vardır. İlk üç ay düşüklerinde en sık görülen kromozom anomalileri, embriyon safhasında irtibatını kesilmesine sebep olur. Viral hastalıklar, yetersiz hormon salgıları, gebelikte ortaya çıkan şeker hastalığı, rahim urları, sperma anormallikleri erken düşüklerin sebeplerindendir. Bu dış faktör ile varlığın deneyini tamamlamasının hemzamanlığının nasıl ayarlandığını bilmiyoruz. Ancak, bu dış faktör yüzünden varlığın enkarnasyonu zorla yarıda kesilmiş veya engellenmiş değildir. Zaten, o anda deneyi bitmiştir. Fakat, bu değişiklik ile özellikle anne yeni bir yaşam deneyi içinde bazı şeyler öğrenecektir. Daha önce de belirttiğim gibi, bir olay çevresinde birden fazla varlık, her biri kendi özelliğine göre değişik tesirler alarak etkilenmektedir.
Rahimde gelişmekte olan bedene enkarne durumdaki varlık ile ana ve baba, yakın çevredeki diğer insanlar, hepsi ortak bir sempatizasyon alanı içindedirler. İlk üç ay içinde, bazen keyfi olarak kürtaj yaptıran anne, aslında bir varlığın yaşamasını engellemiş değildir. Ama, ârızî bir sebeple değil de annenin isteği üzerine gebeliğin önlenmesi, hiç kuşkusuz bu girişimde bulunan annenin ve diğer şahısların vicdan değerlerinde bir değişiklik yapacak tesirlerin oluşmasına yol açar. “Doğmamış çocuğumu öldürdüm” diye sonradan üzüntüye kapılan olduğu gibi, “bir belâdan kurtuldum” diyerek sevinen de çıkabilir. Her iki durumda da, anne rolünü oynayan varlığın kendi tekâmülünde bir deney ve bir sorumluluk duygusu söz konusudur.
İkinci ve üçüncü üç aylık gebelik dönemlerindeki düşükler nispeten az görülmektedir. Genel olarak, döllenmeden sonraki 28. – 36. haftalarda, artık fetüs rahim dışında yaşayabilecek kadar gelişmiştir. Erken doğum denilen bu durum, enkarne olan varlığın kullanacağı bedendeki bazı özelliklerin farklı olmasına yol açar. Döllenme anının yanlış hesaplanmasını bir kenara bırakırsak, bazı durumlarda da geciken doğumlar olabilir.
Erken doğumda, fetüsün rahimde kalış süresine göre, muhakkak ki beden yapısında bazı prosesler henüz tamamlanmadan amniyon kesesinden çıkıp doğrudan oksijen ile karşılaşılmıştır. Bu şok, kullanılan bedenin ileri yaşlarda bazı tesirlere daha uygun bir alıcı hassasiyeti göstermesine yarar. Keza, özellikle sinir sistemine ait gelişmenin bir bölümü ancak plasenta içindeyken mümkün olduğundan, belirli tesirlere karşı duyarsızlık görülmesi de kaçınılmazdır.
Geç doğumda da, plasentanın besleyici özelliğini yitirmesi ve geciken oksijenin özellikle beyinde yarattığı bazı değişimler ile, beden ileri yaşlarda bazı fizyolojik farklılıklar gösterir. Erken doğumdan farklı olarak, geciken doğumlarda bizzat enkarne olan varlığın olaya müdahalesi de göz önüne alınmalıdır. Annenin ilerlemiş yaşı, ilk doğum, plasentanın, hormonların veya uterusun etkisi de önemli bir faktör olmakla beraber, bütün bunların dışında, doğum anına kadar her şey normal giderken birden durum değişebilir.
Bu az rastlanan olayda, ya varlık dünyaya tekrar gelmekten kaçmaya çalışmakta, ya da çok nadiren de olsa başka bedensiz varlıkların önleyici etkileri altında kalmaktadır. Bu tür geç doğumlardan hemen sonra, yeterli bir sebep gösterilemeyen bebek ölümleri, ani kramplar ve koma gibi bedenin yaşayışını bloke eden durumlarla gerçekleşir.
Kan uyuşmazlıkları ve daha birçok tıbbî sebeplerin dışında, doğum anında veya doğumu takibeden ilk günlerde beden üzerinde yeterli hakimiyet kurma serbestiyeti kazanan varlığın bu tür bir müdahalesi mümkündür. Ancak, enkarne olan varlığın bu müdahaleyi gerçekleştirebilmesi için uzun bir reenkarnasyon geçmişi ve deneyimi olmalıdır. İnsan enkarnasyonlarının başında olan varlıklar zaten pratik olarak – yerinde bir deyimle – bu ortama “sevk edilmektedirler”. Çünkü, hiçbir şeyi idrak edecek durumda değillerdir. Orta seviyede olanlar ise genellikle dünyaya tekrar gelmeye kendiliklerinden isteklidirler. Uzun bir reenkarnasyon sürecinden geçmiş olanlar bazen isteksizlik gösterebilirler.
Çok sayıda enkarnasyon geçirmiş olmak, ileri bir tekâmül seviyesinin kesin kanıtı değildir. Tecrübenin fazlalığına delâlet eder. Bu tür varlıkların bir kısmı, artık uzun süreli spatyum devreleri geçirmeye başlamışlardır. Fakat, ancak dünya ortamında öğrenilmesi mümkün olan bazı durumlar sebebiyle tekrardan gelmeleri gerektiğinde, direnenler olur. Bunların bazısı kendi tekâmülleri gereği olduğu kadar başkaları için de tekrar gelmek zorunda olabilirler. Eğer bu varlık doğum sırasında bir teşevvüş içine girerse, kendi gayreti ile irtibatı kesmeye çalışır. Bu davranış, bir anlamda intihar teşebbüsüdür. Teşevvüş halinden kurtulması için, enkarnasyonu hazırlayan üst seviyedeki varlıklar yoğun bir tesir alanı yaratırlar. Bu alan katiyen zorlayıcı değildir, tamamiyle uyandırıcı ve teşevvüş bulanıklığından kurtulmaya yardımcı tesirlerdir. Varlık iknâ olur ve o bulanıklıktan kurtulur ise, doğan beden yaşamına devam eder, aksi takdirde ölür. Tekrarı gerektiği için yeniden belirtiyorum: Bu olay nadirdir ve ancak doğum şoku sırasında veya takibeden ilk günlerde olabilir.
Doğum öncesi fetüs ölümlerinde, ilk üç ay içinde meydana gelenler genellikle ilk insan enkarnasyonuna başlayan varlıkların kısa süreli deneyimlerine bağlıdır. İnsan bedeninin evolüsyonuna ait geçiş dönemlerinde bu tür düşükler daha farklı niteliklerde idi. Örneğin, Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e kadar olan geçiş süresinde, ilk üç ay tipine uygun düşüklerin olmadığı kanaatindeyim. 200-250 bin yıl önce ortaya çıkan Homo Sapiens’in ilk örneklerinden, 15-40 bin yıl önce görülen bugünkü insan bedeni örneğine kadar önemli bir değişim geçirilmiştir. Fakat, bu evolüsyona bağlı enkarnasyon meselesini bir başka yazımda ele alacağım.
İkinci üç ay düşükleri için her ne kadar aynı şeyi söylemek mümkünse de, bu durumda artık ilkel varlığın ön deneyimini aşan bazı tesir kombinezonları olduğu için, irtibat türleri farklılık kazanır. Bu tür kısa süreli enkarnasyonların varlık seviyeleri açısından değişik özellikleri vardır. Bir genelleme yapmak gerekirse, tekâmül seviyelerinin düşük olduğunu, gelişmekte olan fetüse bağlanarak anne bedeninden de bazı şeyler öğrendiklerini söyleyebiliriz. Bu tür dolaylı tesir iletimi ilk üç ay döneminde görülmez. Ancak, şunu da belirtelim, burada verilen zaman sınırları her olay için kesin değildir, bir genellemeden ibarettir.
Döllenmeden itibaren yaklaşık altı ay geçtiğinde, artık varlık hem fetüs hem de anne bedeninden tesir almaktadır. Bu durum doğuma kadar gittikçe artar. Hafızada birikimler şimdiden başlamıştır. Bu birikimler bir tür yer değiştirme biçimindedir. Eski yaşama ait imajlar dağılarak, yeni başlayacak yaşama hazırlanan değişken imaj kılıfları oluşur. Bu kılıflar hem spatyum dönemine ait “hissediş”e, hem de rahim içinde iken dış dünyadan gelen fizik etkilere göre biçimlenir. Doğum şokuyla birlikte, bu imaj kılıfları varlık tarafından hızla işlenecektir.
Öğrenme ve idrak hali, bebekte bu imaj kılıflarının doldurulmasıyla olur. Yetişkin insandakinden oldukça farklı bir prosesdir bu. Sinir sistemindeki reseptörlerin korteksle olan bağlantısı son aşamasına gelene kadar varlığın çevreden aldığı tesirleri inceleyecek olursanız, yetişkin insandan çok farklı ve değişik kombinezonlarla karşılaşırsınız. Özellikle doğumdan sonraki ilk iki aylık devre içinde görülen ağlama, gülme, bağırma gibi psikolojik bir reaksiyon izlenimi veren davranışların çoğu subkortikal etkilerdendir.
Anne ve babanın yeni doğan çocuğa yönelik duyguları, varlık tarafından değişik bir tesir olarak alınır. Bunların etkisi genellikle varlığı içinde bulunduğu yeni ortama bağlayıcı niteliktedir. Sempatizasyon alanını besler. Sevgi ve şefkat duygularının bu bağlayıcı etkisi ile varlığın yeni bedenine konsantrasyonu artar. Varlığın bu aşamada nefret, istenmeyiş, ilgisizlik gibi itici tesirlere maruz kalması ise konsantrasyonunu paralize edecektir. Yeni doğmuş bir bebek, eğer sürekli ve yoğun bir nefret duygusunun hakim olduğu ortamda kalırsa ölür. Bu bakımdan, yalnız fizik bedenin beslenmesi, yeni enkarne olmuş bir varlığın irtibatını devam ettirebilmesi için yeterli değildir.
Doğum sonrası ilk yıl içinde ölen bebeklerin üzerinde yoğunluk kazanan olumsuz tesirlerin etkisi, bebeğin gıdası veya anatomik yapısından daha önemlidir. Halk arasında “nazar değmesi” denilen tesirin yeni gelişmekte olan beden üzerinde yetişkine oranla daha etkili olduğunu da belirtelim. Buna karşılık, özellikle annenin çocuğuna olan sevgi ve şefkat duyguları, diğer olumsuz tesirleri nötralize edebilecek güçtedir. Zira, ortak sempatizasyon alanında anne rolünü üstlenen varlığın etkisi çok büyüktür.
Çocuk ölümlerine ilişkin yaygın bir yanılgı da, enkarne olan varlığın artık dünya aşamasının sonuna geldiği ve çok kısa bir süre bedenlenip bu dünyadan tamamiyle ayrılacağı varsayımıdır. Reenkarnasyon, tekâmülün vazgeçilmez bir icabıdır. Fakat, tekâmülün her gelişte bir bilgi küpünün doldurulması biçiminde yorumlanması doğru değildir.
Doğum sonrası kısa süreli bedenlenmeler, enkarne olan varlığa çok üstün seviyeden birtakım tesirlerin iletilmesine imkân vermemektedir. Yeterli uçuş saatini dolduran pilot adayının diploma alması gibi, bir varlığın enkarnasyon süresinin toplamına göre dünyadaki işini tamamlayacağı düşünülemez. Dünya aşamasında tekâmül seyri, gittikçe çok yönlülük kazanan tesir kombinezonlarında varlığın şuurlu davranışlara yönelmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bebek bedeni ise buna imkân vermez.
Ebeveyn ve çevre açısından olaya bakacak olursanız, çocuk ölümlerinin bu varlıklar tarafından değerlendirilişi ve ölümün vasıta olduğu tesirlerin özelliği sebebiyle, aslında yetişkinler için önemli bir tecrübenin söz konusu olduğu görülür. Enkarne olan varlık, doğduktan sonra kısa bir süre yaşayacağı ortamda, tekâmül seyri açısından temel bazı tesirleri alıp dünyadan ayrılır. Ama bu vesile ile, ebeveyn ve yakın çevresindeki insanlar daha üst seviyeden tesirlerle karşılaşma imkânını kazanmış olurlar. Bunların değerlendirilmesi ise, “N’apalım kardeş. Allah verdi Allah aldı işte, yâni!” gibi bir burun kıvırmaktan çok daha değişik boyutlara kadar varabilmektedir.
Halûk Akçam