Psikoestetik
İnsanların olumlu ve uyumlu bir yaşam süreci yürütebilmelerinin temel gereği özgür yaratımlarını sürdürebilmeleridir. Burada tanımlanan yaratıcılık, yaşamın ve şartların tüm değişkenliklerine karşın, yeni başa çıkma yolları bulabilmeye ve bulunan bu yollarla uyumu sağlayabilmeye hizmet eden üretkenliktir. Yani tek başına sanatsal yaratıcılıkla sınırlı değildir. Uyuma hizmet eden bu yaratıcılık spontanite olarak kavramlaştırılır.
İnsanların uyumlu yaşamlarını sürdürebilmeleri için sürekli bir yaratıcılık süreci içinde olmaları zorunludur ve bu yaratıcılıklarını ne kadar özgür kullanabilirlerse o denli uyumlu olmaları mümkündür. Özgürlüğün kısıtlanması kişinin kendi yaratımlarıyla yeni çözüm yolları bulmasını engeller ve bu engelleme iki tür çözümü birlikte getirir. Bunlardan birincisi boyun eğmedir. Kişi kendi çözümlerle uyum sağlayamadığından başkalarının benzer durumlarda kullandığı yollara boyun eğerek, başkalarını taklit ederek uyumunu sağlamaya çalışacaktır. Böyle çözümlerin sık kullanılması, kişinin kendi yaratıcılığının eseri olacak kişilik özelliklerinin silinmesine ve başkalarının ya da toplumun ortak değerlerinin zorladığı özellikleri özümseyerek, giderek kendisine yabancılaşan bir kişilik geliştirmesine yol açacaktır.
İkinci çözüm, özgürlüğünün sınırlanma derecesine bağlı olarak artan ya da eksile derecelerde özgür yaratımlar kullanarak uyum çabaları göstermek olacaktır. Bu durumda da sınırlamalardan dolayı uyumsuz davranışların ortaya çıkması kaçınılmazdır. O halde kişilik ve akıl bağımsızlığı, özgür kişiliğe doğru atılan adımlarla ortaya çıkan bir eylemler serisi içinde tüm fonksiyonların bütünleşmesidir. Ruhsal rahatsızlıkların ortaya çıkışı ise bu özgür gelişimlerden ödün vermenin sonucudur diyor Henry Ey. Bu ödünler sonucunda boyun eğme veya gerileme ortaya çıkabilir. Eğer gerileme ortaya çıkarsa daha alt yapıdaki entegre olmamış yapılar veya uyum çabaları ortaya çıkar ki bu durum ağır ruhsal tepkilere neden olur.
İnsanların tüm hayat süreci ruhsal ve fiziksel dengelerini tehdit eden intrapisişik ve/veya çevresel tehditlerle doludur. Bu yüzden hayatın en önemli gösterilerinden birisi insanın kendisini tehdit eden yıkıcı güçlere rağmen olumlu bir biçimde varlığını uzatmak ve geliştirmek çabasıdır. Bu durumda yaratıcılık insan olmamızdan kaynaklanan ölüme karşı direnişimizin temel gereksinimlerinden birisini ifade eder (Stevenin 1978, Velioğlu 1978). Hayatın doğal gidişi içinde insanın dinamik dengelerinde ortaya çıkan kararsızlıklar, çatışmalar ve dengesizlikler sık karşılaşılan olaylardır. Çünkü büyük bir karmaşa içinde olan dünyanın gerek global, gerek kişiler arası sorunlarının direkt olarak yansıyacağı nesneler insanlardır. İnsan, çokluk içinde birlik olandır, hayat farklı organların ve farklı psişik katmanların bir bütünlük içinde çalışmasıyla sürüp gider ve bu harmoni ve homeostatik denge oldukça hassas özellikler gösterir (Hartmann 1933, 1946). Bu karmaşık parçalar ve etkileşimlerden oluşan dinamik dengenin içsel ya da dışsal bir etkenle bozulmaya yüz tutması, birliğe-bütünlüğe ulaşma ve bunu sürdürme gayretlerinin bir diğer yansıması olan sanat ürününün üretilme sürecini tetikler (Velioğlu 1978).
Stevenin’e göre yaratma eğilimi elemanter dürtüler ve engeller veya hemen doyuma ulaşmanın karşısındaki yasaklar arasındaki çatışmalarla kendini oluşturur. Yaratılan nesne ikincil narsistlik ödüllendirmeyi somut olarak gerçekleştirmemize hizmet eden olumlu bir çaredir. Bu ürün Eros ile Thanatos arasındaki sonsuz çatışma ortamında gerçek bir olgunlaşmaya ulaşmak için dürtülerin mutasyonu yoluyla ortaya çıkan ve çatışmanın taraflarının birbirini yok etmesini engelleyen bir çıkış noktasıdır. Öyleyse içgüdüsel yaşam yaratma sürecinin oluşabilmesi için gerekli dinamikleri canlandıran temel bir kuvvettir. Yaratılan ürün, özgürlüğün kısıtlanması sonucu ortaya çıkabileck gerilemenin karşıtı olarak üretilen ve onu engellemeye hizmet eden olumlu bir fonksiyondur. Bu fonksiyon kişinin kendini yalnızlıktan kurtarması ve yoksunluktan çıkması için ve dolayısıyla bütünlüğünü koruması ya da iyileşmesi için kullanışlı bir yoldur. Sanat ürünleri estetik nesneler olarak yorumlanmış varlıklardır. O halde yorumlanabilmeleri için öncelikle daha önceden algılanmış, depolanmış materyallere gereksinim gösterirler. Yani bir ürünün gerçekleştirilebilmesi için, bu ürünün oluşumuna katkıda bulunacak geçmiş deneyimlerin yaşanmış ve bellekte var olması gerekir. İnsanlar sanat ürünlerinde daha önceki algılarını, deneyimlerini ve bunlar arasındaki yaptıkları sentezleri somutlaştırırlar. Somutlaştırılan bu materyal, doğal olarak kişinin dış algı ve deneyimlerini yansıttığı kadar intrapsişik dünyasındaki özellikleri ve bu özelliklerle dış algılarını birbirine ekleyerek-katarak yaptığı sentezlere de yansıtır. Çünkü dış dünyadan algılanan materyalin algılanma ve kişiyi etkileme biçimi o kişinin geçmiş yaşantıları ve bugünkü davranış ve algılarını yönlendiren geçmiş dönemdeki çatışmaları ve maruz kaldığı örseleyici yaşantılarla direk ilişkilidir. Bu özellikler sanat ürününün oluşmasında olduğu kadar onu seyreden, dinleyen ya da okuyan kişinin değerlendirmelerinde de önemlidir. İnsanlar bir sanat ürününün içinde kendilerinden birtakım parçalar bulurlar. Bu buldukları genellikle kendi çatışmaları, sorunları ya da gelişme süreci içinde edindikleri özdeşleşilmiş bilinçdışı materyallerle ilişkilidir. Bu yüzden sanat yapıtını izleyen, okuyan ya da seyreden her insan onda farklı anlamlar bulur ve ondan farklı hazlar alır. Freud’un yapısal kuramına göre birincil süreç, id olarak isimlendirilen ruhsal katmanın davranış tarzıdır ve tümüyle haz ilkesine yönelik çalışır. İkinci süreç ise ego’nun normal davranış şeklidir ve bu süreç gerçeklik ilkesiyle çalışır. İd’in istekleri içtepilerdir ve insan davranışlarını indüklerler ki, bu içtepiler, insan davranışları için gerek şart olan amaca yönelik isteklerin kaynak aldığı uyarılardır. Toplumsal kurallar, inançlar, ahlâk ve daha birçok etmen İd’in içtepisel isteklerinin birincil süreçteki haz ilkesine dayalı olarak zaman, yer ve kurallardan bağımsız şekilde ve istenilen sonuçla gerçekleşmesine izin vermez. Davranışın toplumsal açıdan uygun şekilde gerçekleşmesi için mutlaka zaman, yer ve kurallara bağlı olması ve sonucunun toplum normları çerçevelerine uyacak şekilde dönüşmesi gerekir. İd’den kaynaklanan istekler sonucu ortaya çıkacak davranış, kurallar, inançlar ve daha birçok etken tarafından kitlendiğinde çatışma ortaya çıkar. Ego yeteri kadar güçlüyse bu davranışın gerçekleşmesi engellenir. Bu engellemenin sonucu kişi belirli ölçüde sıkıntı duyar. Bu sıkıntıdan kurtulmanın yolu birtakım ruhsal savunma düzeneklerini devreye sokarak amaçlanan davranışın amaçlandığı şekilde olmasa bile toplum normlarına daha uygun bir davranış haline dönüştürmesi ya da bir rahatsızlık belirtisi olarak organize olmasıyla olabilir. Bir açıdan da gelen uyarının güçlü ego tarafından bastırılması ve bilinçdışına itilmesidir. Bilinçdışına itilen uyarıyı orada tutabilmek için ego enerjisinin bir bölümünü bu işe ayırır. Bilinçdışına itilen uyarı gücünü tamamen yitirmediğinden depolandığı bölümde potansiyel bir tehlike olarak kalacaktır. Bastırma sürecinin tekrarlanması sonucu bilinçdışında depolanan uyarılar artış gösterir ve bu güç zamanla dengeyi tehdit edecek boyutlara kadar yükselebilir. Bu tehdit altında kalan kişinin kendini ve bütünlüğünü sağlamak ve sürdürmek için kullanacağı en ekonomik yollardan birisi yüceltme düzeneğini kullanarak bu bastırılmış materyali yüceleştirip bilince çıkarmak ve birincil süreci fantazi kurma yoluyla işleterek bilinçdışında genellikle cinsel ve arşitipal semboller haline dönüşmüş olan materyali bir sanat ürünü olarak yansıtmaktır. Görüldüğü gibi ego’nun şekil değiştirmiş olan bilinçdışı materyali id’ten alıp yansıtabilmesi için mutlaka bir gerileme sürecinin yaşanması gerekir. Sağlıklı bir egonun bu tür geçici bir gerileme süreci yaşamasının tehlikeli bir yanı yoktur. Çünkü entegre ve bütünlüğünü kaybetmemiş bir ego yapılanması, yaşanan geçici gerileme süreci içinde bilinçdışı materyalin süreçler doğrultusunda bir süre yüceltilerek boşaltılmasına izin verdikten sonra bu süreci bitirip ikincil süreçler kullanan normal yapısına dönebilir. Bu boşalmalar (Katarsis) sonucunda bilindışındaki materyalin enerjisi azalacağından kişinin ruhsal dengesi üzerindeki tehdit ortadan kalkmış ya da en azından geciktirilmiş olur. Sanatçıların ürünlerini verme aşamasında yaşadıkları ileri sürülen bu sürece Kris (1952) ego hizmetinde gerileme adını vermiştir.
Freud arşitipal sembollerin kişisel bilinçdışına ait olduğunu ileri sürmüş ve bu sembollerin evrensel özelliklerinin insanların yaşadıkları benzer deneyimlere ve şartlara bağlı olduğunu iddia etmiştir. Oysa C. G. Jung bilinçdışının yüzeysel tabakasının az çok kişisel özellikte olduğunu kabul eder ve kişisel bilinçdışının evrensel olan ve kişisel olmayan daha derin bir tabaka üzerinde bulunduğunu ileri sürer ve buna ortaklaşa (Kollektif) bilinçdışı der. Bu katmanın ortaklaşa olması ve tüm insanlara özgü olması yansıtılan sembolerin ontogenetik olduğu kadar filogenetik bir gerileme sonucu olarak ortaya çıktığı düşüncesini de destekler (Velioğlu 1978).
Steven’in yaratıcı bir eylemden somut bir eyleme ulaşmanın haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında bir sürtüşmenin bulunmasına ve mutlaka engellemenin olmasına ihtiyaç duyduğunu ileri sürmüştür. Sonuç bir nesnenin üretilmesidir. Söz konusu nesne görülebilir, elle tutulabilir, yazılmış bir metindir ya da işitilmesi ve değerlendirilmesi gereken bir eserdir. Bu tür durumlarda nesnel gerçekleştirme hiç bir zaman dışlayamayacağımız içgüdüsel yatırımları içinde barındırır ve nesnenin aracılığıyla başkalarıyla bir iletişim içinde bulunma şansını sağlar. Yine Steven’in, sanatçıların kavrama özgünlüğüne sahip olmalarından dolayı ürettikleri eserlerin daha çok kendilerine özgü olduğunu ileri sürmüştür. Normal ve bütün bir ego yapılanması gösteren bir sanatçı sanat ürününü oluştururken sadece geçici bir ego gerilemesi yaşamaktadır. Şimdiye kadar söylediklerimiz kişilerin kendiliğinden (Spontan) olarak yarattıkları sanat eserleri için geçerlidir. Tüm bu süreçler olmaksızın, insanlar içlerindeki materyali yansıtmayan sanat ürünleri de üretebilirler. Bir manzaraya bakılarak resimler ya da model kopyalamaya bağlı olanlar bu tür ürünler için örneklerdir. Yine de aynı manzaraya ya da modele bakmalarına rağmen iki kişinin birbirinden farklı şeyler algılamaları ve yansıtmaları da mümkündür. Yani bu durumda bile bilinçdışı süreçlerin bir dereceye kadar da olsa üretime katıldıklarını yadsımamak gerekir. Sonuç olarak kişilerin ürettikleri sanat ürünleri yoluyla bir boşalma süreci yaşadıkları ve bu üretimin bir kendi kendini tedavi görevi olduğunu da kabul etmek mantıklı olur. Antik Yunan döneminden Rönesans dönemine Romantik Döneme ve Modern Akımlar dönemine kadar bir süreç içinde tarih boyunca yaratıcı özellikleri olan insanların psikopatolojileri incelemeye alınmış ve tartışılmıştır. Yaratıcı yazarlar arasında özellikle yüksek oranda mizaç bozuklukları olduğu, görsel sanatçılar arasında yüzde otuz sekiz mizaç dalgalanmaları olduğu ve pek çok araştırmada emosyonel olarak heyecanlı yapıda, sosyal ilişkileri iyi ve dost canlısı insanlar oldukları, çoğunun olağandışı kişilik özellikleri bulunduğunu genel nüfusa oranla ciddi kişilik bozuklukları olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yine sanatçılar arasında depresyon ve alkol bağımlılığının normale göre yüksek düzeyde olduğu saptanmıştır.
Genellikle özne bir bilgi ögesi olarak ele alınır. İnsan bilinçli bir varlık olarak kendisinin dışında bulunan nesneleri kavradığı gibi kendi varlığını, iç gözlemle kendi bilincini de kavrar. Bu kavramaya bilme adı verilir. Bilme olayında bu algılayan, kavrayan bilinç varlığına “Ben”e özne, algılanan kavranan varlığa nesne denir.
Estetik etkinlik de bilme etkinliğine benzer. Bir yanda güzel dediğimiz estetik nesne, estetik varlık vardır, öbür yanda bu estetik nesne ile estetik ilgi içinde bulunan, onu estetik olarak algılayan, ondan hoşlanan ya da estetik haz duyan bir özne vardır. Bu estetik nesne ile böyle bir ilgi içinde bulunan özne artık yalın bir bilgi öznesi olmaktan çıkar, bir estetik özne olur. Buna göre bir estetik nesneyi algılayan, onu kavrayan ve ondan estetik olarak hoşlanan, ondan estetik haz duyan bilinç varlığı “Ben” anlamı ortaya çıkar. Böyle bir estetik özne, bir estetik nesneyi kavrarken, ondan haz duyarken bu estetik nesne karşısında tavır almış olur. Estetik özneyi tanımak, estetik tavır almayı belirlemek demektir.
Güzel dediğimiz bir doğa parçasını ya da güzel bulduğumuz bir sanat yapıtını estetik olarak algılamak, onu kavramak, ancak estetik nesne dediğimiz bu var olan karşısında belli bir tavır almakla olanak kazanır. Örneğin: Eski bir köşkü seyrederken bu köşkün tarihini, kimin tarafından yapıldığını, hangi malzeme kullanıldığını düşünmek tarihi hakkında bilgi edinmektir. Bu köşkün değer olarak kaç para olacağını düşünmek ekonomik açıdan bakmaktır, bunların hiçbirini düşünmeden köşke haz duyarak, hoşlanarak bakmak ise estetik tavırdır. Yine bir portakal bahçesine bakarken ürünün bolluğu, ne kadar getirisi olacağı, ne zaman olgunlaşacağı sorunlarına bakmak bilgisel ve pratik, ekonomik tavırdır. Renklerine ve bahçenin güzelliğine bakmak estetik tavırdır. Estetik tavrın başında (Auto-telos) ereği kendinde olmaktır. Kendi dışında bir başka ereği yoktur. Eğer salt haz duymak ereğiyse bir müzik yapıtını dinliyorsak, o zaman böyle bir tavrın ereği kendi içindedir; auto-telos’u vardır demektir. Çocuk oyunları da bunun gibidir. Bunu gören düşünürlerin başında F. Schiller gelir. Tıpkı Kant gibi estetik olanı kendine özgü bir dünya olarak anlar. Kendine özgü oluşu bilgi ve ahlâk karşısında onun sahip olduğu niteliklerden ileri gelir. Bilgi Kant’a göre teorik aklın, ahlâk, pratik aklın ya da istemin belirlediği dünyalardır. Estetik olanı ise duygu belirler. Ne var ki estetik bunlardan tüm bağımsız bir varlık alanı değildir. Aksine o, bilme ve istemenin özgür oyunundan meydana gelir. Bilme ile kavradığımız doğada insan doğa güçlerinin zorunluluğuna bağlıdır. Ahlâksal-İstemsel yaşamda insan doğaya egemen olur, onun gücünü aşar. Estetik tavırda ise insan her ikisini özgür bir oyun içine koymakla bilme ve isteme, bilgi ve ahlâk karşıtlığını ortadan kaldırır. Onları bir uyum içine sokar, bu özgür oyunda insan insansal olana kavuşur. Schiller’e göre insan oynadığı yerde tüm bir insandır.
Oyun ve estetik tavır ereğini kendilerinde bulundurmaktan ve bu nedenle dış dünyadan kendine dönük bir tavır almasında temellenir. Şiir okuyan, müzik dinleyen, bir tablo seyreden insan için ilgi içinde bulunduğu estetik tavır ve estetik nesne dışında başka herhangi bir ilgi söz konusu değildir. Burada o auto-telos’un da (Ereği kendinde) nedeni olan bir ana neden daha vardır, bu da gerçeklerden kaçma, gerçekdışı bir dünya yaratma, hayal ve kurguya dayanma da bulunur. Estetik tavrın öz ve niteliği hayal ve kurgudur. Estetik nesnenin biçimi, konusu, gerçek veya gerçek dışı oluşu, romantik, gerçeküstü, toplumcu gerçekçi olması bunu değiştirmez. Oyunda tıpkı estetik tavır gibi gerçek dışı, imgesel ve kurgusal bir olgudur. Hayvan yavrularının ve çocuk oyunlarının bir de biyolojik yönü vardır, ama çocuk biyolojik erek için oyun oynamaz, oyun oynamak için oynar.
“Sanat sanat için midir, yoksa toplum için midir?” tartışması yapılır. Bu tartışmalar sanatın kendi varlığının dışında bir toplumsal, bir ideolojik ereğinin olduğunu ya da olmasını gerektiğini ileri sürerler.
Dr. Sadettin DEMİRAY