Ölüm
Anlatılanlara göre; Hristiyan bir misyoner, dine davet etmek üzere İngiltere’de Saxon kralının sarayına gitmiş ve konuşmaya başlamış. Konuşurken sıra tam da ölüme ve ahirete gelip dayanınca nasıl anlatabileceği endişesiyle bocaladığı sırada, gecenin dışarıdaki karanlığından açık bir pencere bulan bir kuş, salona dalmış. Huzurdakilerin şaşkın bakışları arasında salonda bir o yana bir bu yana uçup durmuş ve daha sonra, girdiği pencereden çıkıp yine gecenin karanlığında kaybolmuş.
İşte o zaman misyoner; ruhun da, karanlık olduğu için bilemediğimiz ama belki de gerçekte çok aydınlık olan bir yerlerden dünyaya gelip, yine bilemediğimiz o dünyaya gittiğini söylemiş. Edebiyatta ve sanatta ölüm, dinin en önemli bir teması olmuş ve bu kavram, her zaman ürkütücülüğünü korumuştur. İnsanların akıllarındaki soru hiçbir zaman cevaplanamamıştır. İnsan nereden gelir, nereye gidecektir? İnsan bedeni sürekli olarak yenilenme ve çürüme içindedir. Geçen her saniye küçücük moleküller onu terketmekte, başka moleküller onların yerini almaktadır. Evrende hiçbir şey yok olmadığı için, çürüyen ve ortama dağılan moleküller maden, bitki, hayvan ve insan gibi formların inşa edilmesinde kullanılmaktadır. Bedenin yaşadığı süre içinde doğan ve ölen moleküller insanla ortamı arasında sürekli bir köprü oluşturmaktadır. Yaşam sürecinde her hücrede işlev gören ve koordinasyon göreviyle bedenin bir bütün olarak yaşamını sürdürmesini sağlayan yaşam kıvılcımları bedeni terkettiğinde, dağınık ve amaçsız kalan moleküller sağa sola saçılmakta, birbirlerine girmekte, birbirlerine zarar vermektedirler. Ancak beden hareketsiz ya da cansız değildir; aksine beden içindeki hareketler hiç olmadığı kadar fazla ve hızlıdır ama artık beden diye bir bütünlük kalmamıştır. Hücreleri canlı tutan bakteriler, bu kez onu parçalamaya başlamışlardır. Bedenin bir bütün olarak koordinasyonunu ve kontrolünü sağlayan Astral Beden (Linga Sharira), bedenle arasındaki kordonu tamamen koparmış durumdadır.
Teosofi bize, ölümle sevdiklerimizden ayrılışımızın gerçek olmadığını ve sahte bir görüntüden ibaret olduğunu anlatır. Beynimizdeki akıl ve duygusal yaklaşımımız bizim neredeyse tamamen maddi amaçlar içinde yaşamamıza neden olur. Çünkü anladığımız sadece madde ve görünen dış dünyadır. Öldü olarak tanımladığımız, işte bu dünyaya bağlı olan bedensel ve fiziksel unsurlarımızdır. Kişiliklerimiz olarak bildiğimiz şeylerin gerçekte sadece geçici olduğunu bilmeliyiz. Aslında öğrenmemiz gereken, sadece ölenlerle değil yaşayan ama bizlerden uzakta olan kişilerle de olan ruhsal bağlarımızı sürdürmeye çalışmaktır. Ölümle terkettiğimiz fiziksel bedenimizin arkasındaki ruhsal gerçekliği keşfettiğimiz takdirde, varlığımızın kökeni olan ölümsüz benliğimizin içinde ve onun için yaşarız. Eğer başarabilirsek, şimdi, tam da bu anda, ölümsüz olduğumuzu görür ve biliriz. İşte o zaman sevdiklerimizin gerçek kişiliklerini tanır ve bedensel gözlerimiz görmese de onları görür, bedensel kulaklarımız işitmese de onları işitiriz. Bize ölümü yenme başarısını veren, ruhsal kimliğimiz ve sevdiklerimizin ruhsal kimliği hakkındaki bilgimizdir.
Eğer uyarılmış ruhsal yeteneklerimizle ölümün önündeki peçeyi kaldırabilirsek, onun daha yüksek bir boyutta daha yüksek bir varoluşun girişi olduğunu ve sevdiklerimizle her zaman birlikte olabileceğimizi anlarız. Uyku ile ölüm arasındaki benzerlik tüm düşünürleri etkilemiştir. Ölüm, daha büyük ve daha derin ölçekteki bir uykudur. Hepimiz uykunun geçici bir durum olduğunu anlar ya da anladığımızı düşünürüz ama, fiziksel yaşamla ilişkisi olmadığı için ölümü yaşamın sonu olarak değerlendiririz. Teosofide ölüm son değil ruhsal insanın daha yüksek bir boyutta doğumudur. Doğum ve ölüm, her şeyin sonsuz döngüsünde periyodik olarak yer alan ritmik olaylardır.
Size söylüyorum, kardeşlerim; her biriniz, doğru anahtar verilince uykunun ve ölümün sırlarınını çözebilirsiniz. Çünkü uyku ve ölüm, fiziksel ve ruhsal olarak kardeştirler. Ölümde de, geceleri yatağımıza uzandığımız ve uyku olarak adlandırdığımız harikalar diyarına daldığımız zamankine benzer şeyler olur. Uykuda ne oluyorsa ölümde de mükemmel bir şekilde aynısı olur; ölümde ve ölüm sonrasında ne oluyorsa, uykuda da yine mükemmel bir şekilde aynısı olur. G. de Purucker
Bilincin tüm evrenin temeli ve her insanın o bilincin bireysel merkezi olduğu kabul edildiğinde, insanın da parçası olduğu evrene benzer şekilde, yok edilemeyeceği sonucuna varırız. Çünkü insan, evrensel yaşam okyanusundaki bir damladır. Gerçekten de, evren aşağıya doğru gidilince insandan atomlara, elektronlara ve daha aşağılara kadar; yukarıya doğru çıkıldıkça insanlıktan ilahî sonsuzluğa kadar uzanan hiyerarşik oluşumların içinde ve bir parçasıdır. Bizler, yaşayan bir bütünün parçalarıyız ve evrenin kendisi yok olmadığı sürece, onu oluşturan parçalar olarak yok olamayız. Neden öldüğümüze gelince… Ölürüz; çünkü birer ruhsal varlıklarız. Bu dünyadaki yaşam evrimimizin sadece bir parçasıdır. Ruhlarımız görünmez ruhsal dünyalara aittir ve dünyaya sadece geçici olarak gelmektedir. Ruhsal varlığımız dünyaya defalarca gelir ve her gelişinden sonra kendi evine biraz daha gelişmiş olarak geri döner.
İçimizin derinliklerinde ruhsal benliklerimiz geldiğimiz yerin çağrısını her zaman duyar. Öyle bir zaman gelir ki, et ve kemik artık bir yük olmaya başlar. Yavaş yavaş, ruhumuz dünyaya ait varlığından kopmaya başlar ve asıl evine doğru yola çıkmak için hazırlanır.
Ölüm, algıladığımız şeylerden çok daha fazlasını ifade eder; ruhsal kişiliğimizin sadece bedenlerimizi terketmesi değildir. Dünyevî duygulardan oluşan psikolojik unsurlarımızın da aşamalı olarak terkedilmesi gerekir.
Ölüm ve yaşam, evrenin periyodik özelliğinin bir göstergesidir. Tüm yaşam iki kutupludur; pozitif ve negatif. Her şey bir sarkaç gibi salınır; gece ve gündüz, sıcak ve soğuk, uyumak ve uyanmak vb. Doğum ve ölüm de birbirini sürekli olarak takip eder. Ölümden sonra, insanı oluşturan unsurları nelerin beklediğine geçmeden önce, bu aşamada, Karma ve Yeniden Doğum (Reenkarnasyon) kavramlarının da kısaca tanımlanması yararlı olacaktır.
Blavatsky’nin Öğretisine Göre İnsan ve Ölüm Sonrası
Derleme: Lami Teksöz