Ölüm Korkusu Ve Hesaplaşma Endişesi
İnsanların en çok korktuğu şey, kendi duygularının ölçüsüyle kötü kabul ettikleri bazı hayat şartlarının içine günün birinde düşme tehlikesidir. Örneğin bir insan, sonuçlarının çok kötü çıkması kesin görünen bugünkü vazifelerindeki ihmali sebebiyle yarından korkar. Çok sert ve kırıcı bir hocanın dersini hazırlayamamış olan bir öğrenci, eğer o dersten kaçamayacak durumda ise, yalnız o hocadan, yalnız o dersten değil, okula gitmekten bile korkar. İşte ölüm korkusunu hazırlayan sebeplerden bir tanesi de budur.
Hiçbir öğrenci, düşünülebilir mi ki, dersini en mükemmel ve öğretmenini olağanüstü memnun edebilecek şekilde hazırlamış olsun da, o öğretmenin dersine girmekten korksun veya ondan nefret etsin! Tersine o, dersini büyük bir sevinç ve heyecanla bekler. Sanki öğretmeninin karşısında o dersin sınavını vermeye can atar. Çünkü bundan kazanacağı başarı derecesi daha şimdiden onun ruhunu sevinç ve huzurla doldurur. Ve bu başarının sağlayacağı ilerideki hamlelerin huzurlu duyguları onu belirsiz heyecanlara sürükler. İşte, bu da dünyada duyulan iç huzurunun bir örneğidir.
Nasıl, ancak tembel ve haylaz bir öğrenci dersinden nefret eder ve sınavdan korkarsa, tıpkı onun gibi, hayattaki vazifelerini ihmal etmiş, ruhunu; gelecek ve sonsuz hayatının gereklerine göre hazırlayabilmesi için kendisine verilen olanak ve fırsatlardan faydalanmayı aklına bile getirmemiş ve bütün hayatını maddi zevk ve tutkuların esirliğine kaptırarak ve nefsani çekicilikler peşinde koşarak geçirmiş bir insan da öylece, ruhsal hayattan ve ölümden korkar, nefret eder. Çünkü ruhsal hayat onu, dünyada uygulamakla yükümlü bulunduğu birtakım vazifelere davet eder. Ölüm ise bu vazifelerin yerine getirilmesindeki başarı derecelerinin saptanacağı bir sınav kapısıdır.
Bazıları dünyada yalnız para kazanmak, resmi görevlerini -yöneticilerine hoş görünmek hırsıyla- en ileri derecede yapabilmek için gecelerini gündüzlerine katarak, uykularını feda ederek çalışırlar ve bu kadar yorgunluğa bedel olan faaliyetlerine bakarak da, dünyadaki bütün görevlerini hakkıyla yapmış olduklarına bunların bir kısmı samimi olarak inanır, diğer bir kısmı da kendisini inandırmaya çalışır. Bunun için de, kendi kendisine bir sürü özürler uydurmaya kalkışır.
Bazıları da kendilerini hiçbir şekilde çalışma sınırlamasına bağlamak gereğini görmez ve bomboş, başıboş bir hayat içinde sayılı olarak geçen birkaç eğlenceli ve zevkli gününü gerçek kazanç sayarak, bunlarla dünyadaki varlığının gereklerini yerine getirmiş olduğunu sanır. Burada da, bunların bir kısmı buna samimi olarak inanır, diğer bir kısmı da, işin böyle olamayacağını içten içe hissettiği halde buna kendisini zorla inandırmaya çalışır.
Gerek öncekinde, gerek ikincisinde samimi olarak inananlara söylenecek hiçbir söz yok. Onlar gözleri açılıncaya kadar kader yollarında yürüyeceklerdir. İşin kötülüğünü hissederek kendisini aldatmaya çalışanlara gelince, elbette bunların ölümden korkuları o oranda şiddetli olacaktır. Güçleri, kuvvetleri yerinde olduğu sürece, böyle ruhsal hayattan kaçmak isteyen insanların bu hareket tarzlarını düzeltici herhangi bir kötü olayla karşılaşmamaları, onların bu yoldaki cesaretlerini artırabilir. Hele araya karışan gelip geçici tatmin edilmiş arzuların verdiği uyuşturucu zevkler onların bu hareketlerini özellikle teşvik bile edebilir. Ve bu şekilde onlar, tutmuş oldukları nefsani yolun doğruluğuna, bu aldatıcı sonuçları birer kanıt olarak ileri sürmekle, ruhsal görevlerinin ihmalinden doğan sıkıntılarını örtbas etmeye çalışırlar. Fakat bu hal ancak maddi güç ve takatin zaafa yüz tutmaya başladığı ana kadar sürebilir. Ölümün müjdecisi olan bu zaaf hali görünmeye başladığı andan itibaren nefsaniyet sönmeye yüz tutar, vicdan da sesini gittikçe yükseltir. İşte, ne olursa olsun, insan kendisini ne kadar avutmaya çalışırsa çalışsın, bu hakikati ruhunda derinden derine duyar ve sonuçların ortaya çıkacağı günleri endişeyle karşılar. Burada, onunla vicdanı arasına kimse giremez. Bütün bu işler, yalnız ve yalnız ikisinin arasında kalan, hiçbir dış kuvvetin karışamayacağı içsel bir mesele olur. İşte bu hale, ruhun uyanıklığı olarak bakabiliriz. Acaba ruhta bu uyanış nasıl olur?
Batan gemisinin bütün güven ve konforunu kaybetmiş ve bir tek tahta parçasına sarılarak okyanusun korkunç dalgaları ortasında tek başına kalmış bir insanın sonu bize, bu uyanışın ürkünçlüğü hakkında küçük bir fikir verebilir. O, böyle bir durumda kaldığı zaman o durumun gereklerine uygun önlemleri zamanında almamış ve hatta bunu düşünmemiştir bile!.. O halde şimdi ne yapacaktır? Hiç!.. Çünkü bu önlemleri alabilmesi için, kendisine maddi hayatında verilmiş olan olanakların hepsini kaybetmiştir. O olanaklar ancak maddi olanaklardır. Ve onları dünyada boşu boşuna harcaması için değil, bugüne hazırlanması için kendisine vermişlerdir. Ve aslında dünyaya da bunun için gelmemiş miydi?
O halde şimdi onun yapacağı iş sadece, başkalarından yardım beklemek ve içinde yuvarlandığı korkunç dalgaların hangi tarafından çıkıp geleceği belli olmayan binlerce tehlikeyi sabır ve tahammülle karşılamak ve Allah’a yalvarmaktan ibaret kalacaktır. Ta ki kendisine, tekrar ve yeniden hazırlanabilmesi için maddi olanaklar verilsin, yani geçirmiş olduğu hayat yolunu ters yüzüne dönerek bütün acılarıyla birlikte yeniden yürümeye başlasın. Fakat acaba bu yardım kendisine ne zaman kolaylıkla gelecektir? Onu ancak Allah bilir. İşte kader.
Fakat bir de bunun yanında, dünyadayken ilerisini görerek ve ağustos böcekliği yapmayarak çok iyi hazırlanmış bir arkadaşı daha vardı ki, o hemen kendisini bırakmış ve kuş gibi uçarak yüce dorukların sonsuz mutlulukları içinde uçmaya başlamıştır. Artık o, tekrar yoksul dünyaya inmeyecek, bu ilkel sınıflardan kendisini sonsuza kadar kurtaracak ve çok yüksek yerlerde büyük görevler görecektir. Bu da ona Allah’ın sunmuş olduğu bir yardımdır. İşte kader…
İşte, dünyada ölümü huzurla bekleyen bu ikinci insana karşılık birinci insanın, yani bütün hayatı boyunca yalnız maddesi için çalışmakla yetinen ve bununla dünyadaki görevlerini tamamladığını sanan insanın, ölümü korkuyla karşılamasını bu bakımdan haklı görmek gerekir. Ama ne kendisinin, ne de bizim bu hali haklı görmemiz, onun bu kötü sonunu ortadan kaldırmaya yetmez. Bundan dolayı, yapmakla yükümlü bulunduğu işleri ihmal ederek sadece ölümden korkmakla da o insan, ölümün arkasından gelecek olan kötü sonlardan kendisini kurtarmış olmaz. Bunun için bu hakikati görmemekteki inadı bir tarafa bırakıp silkinmek, tembelliği bırakmak ve hemen, dünya işlerinde olduğu kadar ruhsal işlerde de kendisinden beklenen görevlere dört elle sarılmak lazımdır. Başka kurtuluş yolu yok.
Bir sene süresinde derslerini ihmal etmiş bir öğrenci sınav kapısının önüne geldiği zaman, onun korkudan tir tir titremesi hiçbir fayda vermez. Ve onu, zavallı çocuk sınavdan pek korkuyor diye de, bu zor durumdan kimse kurtaramaz. O, bu tam bir yıl süren tembelliğiyle, bir dakika sonra sınav odasında karşılaşacağı sonucu hak etmiştir. Bu sonuç onun, kader haline gelmiş bir payı olmuştur. İşte, çalışma zamanı olan hayat yılları ve sınav kapısı olan ölüm döşeği de böyle! Gerçi okul sınavlarında, tembel çocukların haline acıyanlar bulunur ve bazen onları kayırmak isteyenler çıkar ve ayrıcalık yaparlar. Fakat öbür tarafta böyle başıboşluklar yoktur. İlahi İrade Yasaları’nın önünde kimse duramaz. İşte kader…
Dr. Bedri Ruhselman