Mutlak Ve Berisinde Kalan
Mutlak kelimesi talâk fiilinden geldiğine göre kayıt ve şarttan kurtulmuş, muayyen olmayan anlamına kullanılıyor. A’yn fiilinden gelen muayyen kelimesinin antonimi olduğuna göre, belirlenemeyen anlamına da gelebilir.
Felsefî anlamda mutlak (saltık: absolutus), genel olarak izafî olmayan bir şey için kullanılıyor. Bu bakımdan, hiçbir şeye bağlı olmadığı varsayıldığından dolayı, dialektik metodun müessiriyeti dışında kalmaktadır. Ve, tabiatıyla müteâlî (deneyüstü: transcendis) olduğu kabul edilecektir.
İnsan için, dialektik metodu tatbik edemeyip her türlü tecrübenin dışında kalan bir şeyin muhakemesini yapmaya çalıştıkça, felsefe abes olmaya başlar. Burada insanı saçmalamaktan kurtarabilecek tek çare, alışageldiği bir usul olan materyalizm sınırları içinde sadece dialektik metodla çözümlemeyi bir kenara bırakarak yeni bir yol bulmaktır.
Materyalizm, maddenin kendisi ile alâkalı birçok problemi çözebilmeye muktedirdir. Keza, dialektik metod bu problemleri çözerken kullanılabilecek en iyi usuldür. Fakat biz sadece maddeye taallûk eden bir şey değiliz. Bütün mesele buradadır.
Eskiden beri, madde tarifine sığmayan hadise ve şeyleri anlayabilmek için takip edilen yol idealizm ve bunun bir neticesi olan metafizik anlayış oldu. Ancak, mantık yine aynı mantık sistemi olduğundan, bu iki yol aynı yere varmaktan ziyade değişik yerlere uzanmaya sebep olmuştur. Neticede, materyalist ve idealist görüş aynı mantık sisteminden faydalanarak birbirini yermeye çalışan iki düşman grubun oluşmasına yol açtı.
Maddenin kendi kendiyle alâkalı konularını anlayabilmek için kullanılması gereken en elverişli yol materyalizmdir. Çünkü mevzubahis olan sadece maddedir. Burada seçilmesi gereken muhakeme metodu dialektik olmalıdır. Çünkü nesneler adedî ve nisbî olmak kaydıyla ve ancak zaman ve mekân içinde düşünülebildiklerinden izafîdirler. Mantık olarak dikotomik kurallar kullanılması mecburidir. Nitekim kullanılan mantık sadece madde ile alâkalı konuları anlayabilmek için prensipler ortaya koymuştur.
Gayri maddî hadiseler ve şeyler ile meşgul olan, bu şeylere uygun bir yolu seçmek zorundadır. Buna da idealizm diyebiliriz. Çünkü burada ele alınan madde değildir. Aristoteles yalnız düşüncede var olan kavramları metafizik başlığı altında incelerken, Platon’un idea’larını esas olarak ele almıştır. İdea’lar adedî ve nisbî olmayıp zamana ve mekâna da tabî değildir, dolayısıyla izafî olmayıp mutlaktırlar. Platon, idea kavramını anlatırken maddî meseleleri çözmekte kullanılan mantık prensiplerini kullanmak zorunda kaldığı için — veya, idea öğretisini kendisi de ancak bu prensipler ışığında inceleyebildiğinden — onu dinleyeni yanlış sonuçlara götürmüştür. Ve böylece idealizm tarih boyunca hep aynı kısır döngü içinde bocalayıp kaldı. Büyük bir ihtimalle, Platon idea kavramını Eski Mısır rahiplerinden aldığı bilgiler ışığında ortaya koymuştu. Fakat, rahiplerin mantık prensipleri farklıydı ve Platon bunu farkedemediğinden transandantal dialektik metodları kullanmakla bir türlü idea kavramını açık bir şekilde anlatamamıştır. Son dialoglarında bunu kendisinin de fark ettiğini görüyoruz. Daha sonraları Kant, “Ding an Sich” (kendiliğinden şey) ismini verdiği kavrama kadar insanın mantığı geçerlidir diyerek bu aczi analitik bir biçimde açıklamıştır.
İnsanın alışılagelmiş mantık prensipleri dışında bir sisteme intibak edebilmesi son derece zordur. Ancak, idealizm ışığı altında metafizik bir kavramı düşünecek isek, kullanmamız gereken mantık sistemi maddî kavramları düşünürken kullandığımızdan farklı olmak zorundadır. Aksi halde, klasik mantık dikotomisi tarifi ile ‘doğru’ değil ‘yanlış’ neticeye varırız.
Burada belki mantık sistemindeki değişiklik ifadesi de yeterli olmayacaktır. Çünkü; idrâk yerine imân, akıl yerine hads (sezgi) kullanılmaktadır. Bu melekelerin her insanda tekâmül seviyesi bakımından aynı olmayışı sebebiyle böyle bir mantık sistemini anlayıp tatbik edebilmek de her kişi için kabil değildir. Bu sebepten gerek Eski Mısır rahipleri gerekse dünyadaki diğer benzerleri bu sistemi gizli tutmak zorunda kalmışlardır. Böylece bu şekliyle yeni mantık sistemine mistik mantık ismini verirsek, başlangıçta dinleyenin anlayışına baltayı vurmuş oluruz. Çünkü mistisizmin ne olduğu bilinmemektedir.
Klasik mantık verbal olduğundan dolayı, bu mantık sistemi terk edildiğinde verbalite (sözle anlatma) ortadan kalkar. Dolayısı ile asıl mistiklerin gerçekten sözle ifade edememe durumuna düşmeleri bu sebeptendir. İdrak ettiğiniz bir şeyi akıl prensipleri süzgecinden geçirerek lisân ile karşınızdakine aktarabilirsiniz, ama intüitif yoldan kazandığınız bir bilgiye ancak imân edebilirsiniz. Bunu lafz ile anlatmanız kabil değildir, fakat ister istemez faaliyetinize tesir ederek aksiyonunuz vasıtası ile karşınızdakine hitab etme imkânını sağlayacaktır. Bu bakımdan, klasik mantık yolu ile varılan bilgiden daha müessir ve hayy (canlı) bir bilgiye varıldığından mistik metod küçümsenemez.
Hads (sezgi), tarifi oldukça zor ve anlaşılması güç bir şeydir ki, bunun ancak yaşanarak farkına varılabileceği kanaatindeyim. Yaşayarak farkına varamamış bir kimseye, maddî birtakım hasseler (duyular) örnek gösterilerek hads tarif edilemez. Ancak şu söylenebilir ki, insanın maddî olmayan tarafına ait bir melekedir. İptidai varlıklarda belirli bir seviyeye kadar akıl ve idrak hali görülmez. Akıl ve idrak halinin ilkel formlarına dair bir bilgimiz yok sayılır. Çünkü insan olarak o seviyeyi aşmış ve o vasıtaları kullanmaktan vazgeçmiş bir ihtiyaç haline çoktan varmışız. İnsan tekâmül ettikçe akıl ve idrak hali de yavaş yavaş yetersiz kalmakta ve hads ile imân melekelerini kullanması ihtiyacı doğmaktadır.
Fakat, dünya planında tekâmüle müsait olan bizler için, madde ile irtibatımız devamlı mevcud olduğundan akıl prensiplerini tamamen terketmemiz imkânsızdır. Bilakis, akıl prensiplerine bağlanmak mecburiyetindeyiz. Aksi halde maddî âleme ihtiyaç duymamamız gerekirdi ki bu da mümkün değildir. Dolayısı ile, icab ettiği yere göre materyalizm veya idealizm tatbik edilmelidir. Madde ile alâkalı meselelerde alışılagelmiş mantık prensiplerini kullanmalı, müteal bilginin yaşanması gereken hallerde de mistik metod kullanılmalıdır. Gaye maddeye bağlanmak değildir, maddî bağlar vasıtası ile (mantık yolu ile) alınan bilgiye tasarruf ederek müteal bilgiye ulaşabilecek yolları bulmak ve bu sayede maddeye olan mecburiyeti kısmen hafifletmektir.
Mistik hâl, ister istemez herkes tarafından yaşanır. Bu, çoğu zaman farkında olmadan meydana gelmektedir. Fizik bedenle ilişki kısmen kesildiğinde insan bu hâli gayri şuurî bir tarzda yaşamaktadır. Belirli bir disiplin sonunda (inisiyasyon şeklinde) şuurlu olarak yaşamak kabil olur.
İmânın tarifi de bu bakımdan mümkün değil. Kelime, Emn kökünden geldiğine göre emîn olma, korkmama, güvenme anlamına gelir. Ancak bu emniyet halinde tamamen bir teslimiyet vardır. Korku, şüphe ve tereddütün yer almadığı tamamen ŞUURLU bir teslimiyet. İnsanın bu hâli yaşayabilmesi devamlı olarak kabil olmuyor. Bu imân hâlini “vecd içinde bir muhabbet” olarak tarif etmeye çalışanlar da olmuştur. Burada sevgi (muhabbet) önemli bir yer işgâl etmekte, Ancak bu sevgi ile birleştirici bir özellik düşünmeli; maddî ihtiraslardan doğan köreltici bir his değil.
Mistik bir tecrübe sonunda insan, kendine malettiği bilgileri anlatabilmek için mutlak mefhumundan yararlanmak yoluna gitmiştir. Mistik şahıs için mutlak öyle bir şeydir ki tarif edilemez ama sezilir. Akıl yoluyla bilinemediğinden tarifi mümkün değildir. Böylece bu bilme hâli idrak etmekten farklı oluyor ve imân edilen bir şey olarak kalıyor.
Mutlak için söylenen, zaman ve mekân dışı olduğu ve her türlü tarifin ötesinde kaldığıdır. Böylece insan tasavvurunun dışında kalan mutlak mefhumunu bir tarifde misal olarak göstermek de imkânsızlaşmakta. Her şahsın sezgisi derinliğinde ve imân seviyesi nisbetinde bir kıymete malik olarak kalmaktadır. Böylelikle herkes kendine göre bir anlam çıkaracak, ama bu anlam hiçbir zaman tam ve kesin olamayacak, dolayısı ile devamlı olarak anlayışda mükemmelliyet husule gelmesini sağlayacaktır.
Hernekadar mutlak tarif edilemez denmişse de, bu mefhumu sezen mistikler devamlı olarak izah etmeye çalışmış ve sonunda insana dışarıdan tuhaf gelen bir tasvîr ortaya çıkmıştır.
Kâdir-i Mutlak ismi verilen tarafından bütün mevcudatın yaratılmış olduğuna dair anlatılanlar, insanın mantık ölçülerine göre saçmadır. Ve saçma olması tabiidir. Bu gibi intüitif yoldan alınan bilginin verbal aktarılması mümkün değil çünkü!
MAAMAFİH, BU İMKÂNSIZ DENEMEYİ OKUYUCUYA BİR KERE TAKDÎM ETMEK İSTERİM. BU TEŞEBBÜSÜN SEBEBİ ÜZERİNDE DAHA SONRA DURACAĞIM.
İlk mistik tecrübelerden alınan intiba, uzun devreler aşıldıktan sonra şöyle bir hüviyete bürünüyor: İdrak edildiği nisbette bütün mevcudat ve bunun da ötesinde sezilen diğer şeylerin hepsini tek ve bir Allah yaratmıştır. Bu Allah öyle bir yaratıcı ki kendisi her türlü tarif ve tasvirden arınmış (münezzeh) ve tamamen bağımsız (bilâ kayd ü şart). Bu yaratan tarafından, onun kudreti ile vücûd bulmuş olanlar da biz ve çevremizdeki kâinattır. Dikkat edilirse burada bir dikotomi (ikilem) mevcud; yaratan ve yaratılmış olanlar. Nasıl yarattığına dair kesin bir kanaat yoktur henüz, sadece bir anda zaman ve mekân ile beraber mevcudatın da yaratıldığı kabul edilir.
Yaratılıştan önce ne zaman ne mekân, hiçbir şey yoktur. Önce diye bir mefhumdan da ancak yaratılıştan sonra bahsediliyor zaten. Nasıl ve niçin olduğu bilinmeyen bu yaratılışta dikotomi devam eder: Yaratılanlar insan ve gayrısıdır. İnsanın gayrisi da madde ve madde olmayan diye ayrılır. İnsan bu iki unsurun fevkinde ve ikisini de kullanır vaziyettedir: Ruh ve beden olarak. Fakat insan ne ruhdur ne de maddî beden. O, Allah’ın yarattığı ayrı hususiyette bir cevherdir. Madde olmayan için sadece ruhdur deniyor. Madde ise yine kendi arasında sınıflara ayrılır.
Daha sonraki safhalarda ise insanın cevherinin Allah’tan olduğu ve ruh ile maddeyi kullanarak aslına rücû edeceği kanaati uyanır. Burada hem tekâmül prosesi hem de reenkarnasyon fikri doğmaktadır. Fakat, cevherin Allah ile nasıl bir benzerlik taşıdığı henüz meçhul olup, aslına dönüşüne dair bir intiba da yoktur. Bu seviyede mistik tecrübeler, detaylar üzerinde yeterli bir seviyeyi tutturabilmeyi sağlayacak bilgilerin sezilmesinden ibarettir. Allah’ın suretinde bir cevher olan insan nasıl tekâmül etmektedir, ruh ve beden münasebeti nasıl oluyor, insan bu vasıtaları nasıl kullanıyor gibi meçhulde kalan kısımlar aydınlanmaya başlar. Devamlı olarak bir mesuliyet ve şuur uyanıklığının yanı sıra sevgi teması işlenmektedir. Bu arada Allah mefhumuna dair sezgiler de kuvvetlenir. Artık eskisi kadar kesin bir dikotomi kalmıyor. Yavaş yavaş, yaratan ve yaratılanlar düalitesi ile birlikte iyi ve kötü zıtlaşması polarizasyondan sıyrılmakta ve intibalar birbirine birleşmektedir.
Yaratılanlar çerçevesi içinde insan ve gayrisi gibi ikilemeler de keskin sınırlarından kurtulmuştur. İnsan artık tek tek mütalaa edilmez. Ferdiyyet (bireysellik) vahdaniyyete (birlik) doğru inkılâb eder. Madde ve ruh ayırımı da silikleşmiş olup bunlara, bir bütün olarak telâkki edilen insan cevheri aslına rücû edebilsin diye, ihtiyaç neticesi vücûd bulmuş nazarıyla bakılır. Burada zikredilmesi gereken bir husus var: Sezgi şeklinde bilgi almak başka şeydir, bu bilgiyi açık bir şuurla kavrayıp tatbikatını yapmak apayrı bir şey. Burada arzettiğimiz sezgiyle, maddi vasat içinde bir insanın tatbikata girişmesi katiyen iddia edilmiyor. Bu imkânsızdır. Maddî vasat içinde tekâmül eden insanın seviyesinde şuur hali ancak ferdiyet şeklinde bir geçerlilik kazanabilir. Çok üstün planlarda bir mekanizma şeklinde adeta akkord (ahenk) içinde bir tatbikatta bulunan bize göre bedensiz varlıklarda bile ferdî bir şuur hâli mevcuddur. Bizim burada seyrini çizmeye çalıştığımız, sadece sezgilerin intibaları olarak kabul edilmeli.
Bu sezgilerin ışığında son merhaleleri şöyle tasvir edebiliriz: Varlık böyle bir kemâl (olgunluk) ile kavranılması imkânsız derecede süptil (ince) maddî vasatlarda tekâmülüne devam ederek sonunda yavaş yavaş maddeye tasarruf edebilme kudretini haiz bir duruma gelir. Bu tatbikat içinde olan cevherin seviyesini takdir etmek kabil değildir. Öyle ki, tabir yerinde ise, iptidai seviyelerin realitelerindeki Allah kavramı ile aynı oluyor bir bakıma. Bu seviyede cevher, ferdiyetten vahdaniyete geçişin tatbikatı içine girmektedir. Ve böylece yaratan ve yaratılanlar dikotomisi tamamen çözülür. Tek bir bütün telâkkisi hüküm sürmektedir. En geniş mânâsı ile maddî vasatları kullanmak ve buna ilişik tekâmül prosesi burada sona eriyor. Bu bir sona erişden ziyade ihata etmektir (kavrayıp kuşatma).
İşte bizim Allah olarak idrak dahi edemediğimiz bir mefhum hüviyetine bürünen cevherin bu safhada bile, kendi muazzam şuur bütünlüğü ötesindeki hâlinde bile kendine göre bir anlayışı vardır ki bunu bizim mutlak karşısında susup kaldığımız anlayışla ölçebiliriz diyelim. Yani, mutlak mefhumu orada bambaşka bir hüviyet kazanmaktadır. Mefhumun kaybolduğunu veya geçersizliğini kasdetmiyorum, adeta mutlak içinde bu cevher kaybolmuştur gibi bir şey söyleyebiliriz ki bundan ne anlaşılıyorsa. Dünyâ seviyesindeki vecd hâli içinde duyulan istiğrak ile alâkası yoktur. Fizik ortama mecbur olanlar için sezilmesi imkânsız bir şey bu. Vahdet-i Vücûd ile mutasavvıfların anlatmaya çalıştığı şeyin hiçkimse tarafından, değil bu dünyada, en üst planlarda dahî maddeye merbut (bağlı) ferdî şuur tatbikatı içinde olanlarca bile yaşanması mümkün değildir. Burada anlatılan, bizim tarafımızdan mutlak olarak telâkki edilenin, o müteal seviyede tatbikatı içine girilmesidir. Aslına rücû hali bu oluyor.
Bizim âciz tasavvurumuza göre; kendi içinde tahavvül eden (değişen) tek bir bütün halinde, zaman ve mekân gibi kavramlardan münezzeh ve bilginin de fevkinde bir tekâmül prosesinin tatbikatı vardır diyebiliyoruz. Bu safhada bizim için mutlak telakki edilen mefhum karşımıza çıkacağından ne söylense boştur. Belki bir tek bütün olarak bir nebze sezilebilen o hâle dair şu intibalar bize intikâl edebilir:
Mütemâdî bir tahavvül içinde olan o bütünün bir hâlinde, bütün ferdiyet iktisab ederek ferdî şuur hali prototip olarak husule geliyor. Biz bunu yaratılış olarak seziyoruz. Bize göre tekâmül dediğimiz bilgi ile alâkalı proses bu suretle başlıyor ve ferdiyyet vahdaniyyete inkılâb edene kadar devam ediyor. Bu umumî devrenin bir bölümünde maddî âlemler zuhur etmektedir, bir ihtiyaç neticesi olarak. Ferdiyet devresi boyunca bütüne duyulan bir cezbe hali Allah mefhumunu ortaya koymuştur. Ve tekâmülün zorlayıcı özelliği bu çekilişten dolayıdır. Ferdiyet kazanmış cevher tesir alış-verişi içinde deverana tabi olmaktadır. Vahdaniyyet ile neticelenen bu seyri, sayısız değişik karakterde seyirler takib etmekte olabilir. Bizim sezme kapasitemiz, içinde bulunduğumuz dönemecin başı ile sonuna bile ulaşamayacak kadar iptidai bir seviyede olmalı ki yaratılış diye bir sıfır noktası ele alıp bunu sonsuz kavramı ile uzatmaktayız. Ve bu uzantının tekâmül seyri olduğunu kabul ediyorsak bile tekâmülün ancak dünya planındaki tabiatı hakkında cüzi bilgilere sahibiz. Tasarruf gücümüz ise sadece ruha ve onun vesilesi ile maddî âlemlerin bir kısmına mündemiç oluyor. Bu seviyede hakkıyla tekâmül edebilmemiz için Allah fikrinin tatbikatını yapmaya muhtacız. Bu ihtiyaç bizim içinde bulunduğumuz realitede ilelebed bir vasfa sahiptir.
İşte bir mistik tecrübe silsilesinin, enkarnasyonlar boyunca devam etmesi neticesinde sezebildiği nokta dünya planında bu seviyededir.
Böylece, gayet kısa bir özet halinde, mistiklerin sezmiş oldukları mefhumların gelişimini vermeye çalıştım. Yahudi, hristiyan, müslimân ve sair ekollerin mistikleri genel olarak bu safhalardan geçmektedir. Dînî eğitimlerinden dolayı tariflerinde değişik vasıtaları kullanmış olmalarından farklı gibi gözükseler de aslında hepsi aynı yolda yürümekteler. Bu arada ortaya çıkan sahte mistiklerin ifadeleri bizi yanıltmamalı.
Bütün dinlerin, ister pagan ister kitabî olsun, aynı yola tevcîh etmelerinden dolayı takipçilerinin de aynı neticeye varmaları normaldir. Ancak, insanların kendi kısır tecrübelerinden dolayı vazedilen prensipleri tahrif ederek sonunda içinden çıkılmaz garip bir hale sokmalarından sonra bu prensiplerin aslına uygun bir şekilde tekrarlanması icâb ettiğinden, takriben her beş-altı asırda bir ya bir peygamber ya da bir hikmet sahibinin ortaya çıkması ihtiyacı doğmuş oluyor. Yeni bir dînin ortaya çıkışı ile bir evvelkinin hükmü kalmamış değildir. Sadece, bir evvelki, insanlar tarafından istismar edilerek kullanılmayacak hale sokulduğundan tekrarlanması gerekmiştir. İsa’nın “ben yıkmaya değil fakat doğrultmaya geldim” (Matta: 5:17) ve “ben salihleri değil ancak günahkârları çağırmaya geldim” (Matta: 9:13) demesi buna bir misaldir. Kur’an’da da “Ey kendilerine kitap verilenler, nezdinizdekileri tasdik edici olmak üzere indirdiğimize imân edin” (Nisa: 47), “Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi şüphesiz sana da biz vahyettik” (Nisa: 163) şeklindeki âyetlerle bu husus tekrarlanmış oluyordu..
Mistik tecrübelerden şu kanaat hasıl olmuştur: İnsanın yaratılışı mutlak bir başlangıç değildir, sadece insan dediğimiz şeyin meydana gelişi ile bizim anladığımız mânâda tekâmülün başlamasıdır. Bu tekâmül seyrinin sona erişi de mutlak bir son değildir: İnsan olarak kabul ettiğimiz ferdiyyet kazanmış bütünün tekrar bir bütün haline dönüşmesidir. Bu bütünleşme (vahdaniyyet) insanın Allah’a gark olması şeklinde katiyen anlaşılmamalı. Bazı mistiklerin fena fillah (Allah’ın varlığı içinde yok olma) olarak isimlendirdikleri aslında yeni bir realitenin içine girmelerinden ibarettir. Allah’ın varlığı içinde yok olma hali diye bir şey olamaz. Çünkü Allah’ın mutlak oluşu kabul edildiğine göre böyle bir telâkkî ancak az önce bahsettiğimiz vahdaniyyen (bütüne icra) hasıl olduğunda düşünülür ki, bu noktada da cevherin tekâmül için kullanmış olduğu maddî ve gayri maddî varlığa ihtiyacının kalmamış olmasıyla mümkündür. Zaten bu noktada ferdiyyetten mütevellid duyulan cezbe halinin kalktığını söylüyoruz. Böyle bir cezbenin kalkması da değil şu kaba fizik ortama muhtaç olan bizlerde, en ince maddî vasatlardaki varlıklar için bile mümkün değildir.
Netice olarak söyleyebileceğimiz: Biz Allah’a muhtaç ve mecburuz. Bütün olarak düşündüğümüz, ferdiyyet kesbettiğinden vahdaniyyete vasıl olana dek, tekâmül prosesi içindedir. Bu proses içinde ruh kazanarak maddî vasatların vücud bulmasına sebep olur ve bu vasatları kullanır. Maddî vasatların sebebi ruh, illeti Allah oluyor. Bu vasatların bir cüzü de içinde yaşadığımız âlemdir. Ve irtibat kurup farkına varabildiğimiz bilumum tesirler ve antiteler bu âlemin dahilinde kalmaktadır. Bu bakımdan bizim Allah kavramımız bu âlemin bir antitesi olmaktan öteye gidemez, asıl mutlak Allah mefhumunu ifâde etmekten âcizdir. Realitemiz ne nisbette şümullü olursa olsun bu âlemin şartları içinde kalacaktır. Bu realite seviyelerinin bir kısmı da dünya planında tekâmül eden bizler için sınırlanmıştır. Bu planın icâbı olarak, değil asıl cevherimizi idrâk etmek, cevherin vasıtası olan ruh hakkında bir bilgiye bile sahip değiliz. Böylece, maddî vasıtaya tasarruf kudretine de muktedir olamıyoruz. Sadece maddeyi üç buutlu haliyle kullanabilme imkânlarımızı geliştirebilme yeteneğine sahibiz ki bu kabiliyetimizi de oldukça körleştirmiş bir vaziyetteyiz. ESP kabilyetinden tutun, ruhî tesirleri alabilmeye kadar varan tabii imkânlarımızı bile daraltmış bir acz içindeyiz. Bu aczin bir neticesi olarak, tarifini yapmaya çalıştığımız şeylerin bile ancak çok özel durumlarını anlayabilmekteyiz.
Meselâ, tekâmül diye bildiğimiz prosesin ancak dünya planına ait kısmını biraz biliyoruz. Şuurlanmak ve maddenin özüne ait bilgiyi idrâk edebilmekten ibarettir bizim için. Ruh dediğimizi ancak tanıdığımız maddî vasatlarda tekâmül eden bir şey olarak sınırlamışız. Oysa ki; ferdiyyet kesbetmiş cevherin ruh haletinde, bir vasıta olarak kullandığı maddeye tasarruf ederek tekâmül etmesini tarife yetecek bir kapasitesi yoktur bu cüzî tasvirlerin. Madde diye tasavvur ettiğimiz ne nisbette şümullü ise ruh mefhumu da ancak o nisbette anlaşılabilir, ve tekâmül prosesi de ancak bu sınır dahilinde bizim için tarif edilebilir oluyor. Böylece, insan diye isimlendirdiğimiz, aslında bizi de tarifinin içine alan gayet şümullü bir mefhumdur.
Kur’an’ın Tîn sûresi 4. ve 5. âyetlerinde: “Lakad halaknâ el-insane fî ahseni takvimin. Sümme redednâ hû esfele sâfilîyne.” (Muhakkak, insanı en güzel tertibde yarattık. Sonra onu aşağıların da aşağısına geri çevirip vasfını değiştirdik.) deniyor. Bu ifâde başlangıca dair güzel bir misaldir.
Bütün bu bilgilerin ışığında, mistik tecrübelerin bizim seviyemizde (içinde bulunduğumuz fizik ortamda) daima dünya realitesine intibak edebilecek bir paralellikte yaşanması icab ettiğine hükmetmeliyiz. Aksi halde, içinde bulunduğumuz realiteden koparsak engin bir kaosun içine düşeriz ki burada da obsessif tesirlerin kucağına kendimizi bırakmış oluruz. Halbuki istenilen sonuç bu değildir. Gelişmemize, tekâmül seyrine düğüm atarak yardımcı olamayız. İçinde bulunduğumuz seviyeyi daima göz önüne alarak şuurlanmak kabildir. Çok şey biliyorum zannetmekle bilgi kapılarını kapamış oluruz. Mistik tecrübenin gayesi çok şey bilmek değildir. Akıl yoluyla kavranamayan bilgiyi sezip bunun tatbikatını dünya seviyesinde yapabilmek olmalıdır.
Bu sebeple, her mistik tecrübe sonunda sezilen bilgiyi hayatımızda tatbik etmek için sosyal sahada faaliyette bulunmamız lâzım. Asıl mesele, bilgiyi sezdikten sonra bunu anlayabilmek için hayatın içinde yaşamak ve tatbik imkânı aramaktır. Cemiyet yaşantısından koparak inzivaya çekilen bir kimse için mistik tecrübe ile alınan bilgi hiçbir kıymet taşımaz. Ve, ne zaman ki bu bilginin tatbikatını yaparız, ancak o zaman mistik tecrübelerimizde bir aşama kaydedebilmemiz mümkündür. Aksi halde, devamlı olarak, sezilen bir bilginin çerçevesinde dönüp dolaşan hayaller içinde kalınacaktır. “Ene-l-hakk” diyen bir kimse bu çıkmaza girmiş demektir.
Haluk Akçam