Muhyiddin İbn Arabi Kimdir?
Muhyiddin İbn Arabi Kimdir?
Abu `Abd Allah Muhammad b. `Ali b. Muhammad b. al-`Arabi al-Hatimi al-Ta’i. Kısaca Muhyiddin ibn Arabi de denir (d. 1165 - ö. 1239). Ünlü mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairidir.
Muhyiddin İbn-i Arabi, Muvahhidun döneminde 27 Ramazan 560’da Mursiye (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı.
İlk tahsilini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında 'Ahmed İbnu’l-Esirî' adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. Hakkındaki kayıtlara göre İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet'e çekilen İbnu'l-Arabi, halvetinden keşf yoluyla edindiği çeşitli bilgilerle çıkmıştır.
Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
Bu senelerde 'Şekkaz' isminde bir şeyh'le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de 'Lahmî' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı.
1184-1185'de 'Ureynî' isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. 'Ureynî', Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar'da 'Martili' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, 'Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Biz ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermişizdir’ dedi.
Bu yıllar'da İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzünün İbn Arabi'nin bakmaktan utanacağı kadar güzel olduğu söylenir.
1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılan bu zatın ibadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği söylenir.
Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalanıp okuma kabiliyyet'ini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra 589'da (Hicri) Sebte Şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö.594)[1] hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.
1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu'nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs'la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Quds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserler'ini yazdı.
1204'de Medine, Musul, Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye" yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar" ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti. Orada Futuhat-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüzyüze gelince gizlice oradan kaçtı.Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Bağdad ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı.Şam'da kendisinin Fütuhat'tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus'u kaleme aldı(627/1230). İbn Arabi bu eseri rüya'sında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam'da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. 1516 yılında Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde -İbn Arabi'nin kendisine ait olduğu iddia edilen- 'bütün yüzyıllar yetişdirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benimle anılacak' mealindeki bir beyit yazılıdır.
Varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte kendisinden sonra Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbn Arabi'nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber'e atıfla Ekberî sıfatı kullanılmıştır. Her ne kadar varlığın bir olduğunu kabul etmiş olsalar da Ekberi sufiler kimi görüşlerinde farklılıklar sergilemişlerdir. Örneğin Abdülkerim el-Cili ve Sadreddin Konevî her ikisi de Ekberî olmakla birlikte özgün görüşleri de olan ve başlı başına bir sufi metafiziği ve felsefesine sahip olan düşünürlerdir.
Muhyiddin İbn Arabi'ye karşı öğretisini benimseyenlerce Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar veya düşmanları tarafından Şeyh-i Ekfer (en kafir şeyh) gibi birbirine taban tabana zıt lakapların verilişi, Muhyiddin İbn Arabi'nin İslam tarihinde üzerine en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri hatta en ünlüsü olduğunun da bir göstergesidir. Öğretisini benimseyen birçok sufi/filozoflara göre Muhyiddin İbn Arabi diğer sufilerin yaşadıkları ve bildikleri ancak toplumsal, teolojik gerekçelerle sözünü etmekten kaçındıkları bir durumu ilk ifade edenlerden biridir. Esasen Muhyiddin İbn Arabi de öğretiyi kendisinin keşfettiğini asla söylememiş tersine diğer sufilerin bu hallerini kendisinin açıkça ifade eden ilk kişi olduğunu belirtmiştir. Bu açığa vurmanın sebebini de Fusus adlı eserinde kendi iradesine değil peygamberin doğrudan emrine dayandırmıştır.
İbn Arabi varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi [kaynak belirtilmeli] sebebiyle hem bazı fakihler, kelamcılardan hem de bazı sufilerden bazıları ılımlı bazıları sert eleştiriler almıştır. İbn Arabi'nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dinin gerektirdiği emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş [kaynak belirtilmeli] ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabi'nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kafirliğine hükmetmiştir. İbn Arabi'nin görüşlerine katılmayan ancak onu kafirlikle suçlamayanlar da eserlerinin tevili yani yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddia etmişlerdir. Akademik, ilmi çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabi'nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.
İbn Arabi'nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbeli mezhebi geleneğinden beslenen alim İbn Teymiyye'dir. Arabi'nin vefatından yirmi sene sonra Harran'da doğan İbn Teymiye Arabi'nin görüşlerini kıyasıya eleştirmiştir.
Hanefiler’den Ali el-Qarî, İbn Teymiyye’yi savunarak İbn Arabi hakkında Sert Eleştiriler'de bulundu. Bu Eleştiriler İsmail Fenni Ertuğrul tarafından göğüslenmeye çalışıldı. Burhaneddin Ebu’n-Nasr Parsa, Fusus için Can, Fütühat için Gönül Tabir'ini kullanır.
’..Şu halde o Ezelî olan İnsan (şekliyle) Hadis, Zuhur ve Neş’eti bakımından Ebedî ve Daimi'dir.’ (Fass-ı Âdem’den)
Alem'in kıdem'i inancını savunan bu sözü Zahirî Mütekellimlerce Küfür sayılmıştır. Eğer Fikirlerinde bir Değişme meydana gelmemişse Futuhat’ta savunduğu tez'in ışığında bu söz'ü anlamak gerekir.
Futuhat’ta Araz olduğunu söylediği Alem’in Fusus’ta insan sözkonusu edildiğinde A’yan-i Sabite yani Allah’ın İlmi'nde olan Sureti (Suver-i İlmiye) yönüyle ezeli olduğunun (Feyz-i Akdes) savunulduğu görülür. Çünkü O’nun ilmi kadimdir.
Bu yoruma imkân veren gerekçe, bir Şey'in hem Hadis, hem de Ezelî olacağının söylenmesinin mantıklı olmamasıdır. Fusus’taki Cümle'den anlaşılan mana, Alem'in bir itibara göre Hadis (Feyz-i Mukades), diğer bir itibara göre de Ezelî olması gerektiğidir (Feyz-i Akdes).
Aliyyu’l-Karî, bu Söz'ün Açık bir Küfür olduğunu söyler. Çünkü İnsan'ın Zat ve Sıfat'ı ancak, Hulul ve İttihat ve Vucudiyye (Panteizm) Mezhebi'nce Allah’ın aynı ve Sıfatı Kabul edilir.[12]
İsmail Fenni ise bu Metni şu Anlam'da okuyarak [Aliyyu’l-Karî]’ye katılmaz:
Bu sözler'den maksat, Allah ilahî isimlerin suretleriyle bize göründüğünden, biz kendimizi, O’nun bizde Zahir olan Sıfatlar'ı üzerine biliriz. Hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam gibi, kendimize nisbet ettiğimiz sıfatları, O’na nisbet ederiz. Yani bizde Zahir olan ilahi sıfatlar'la, bizim sıfatlanmamız sebebiyle, biz o sıfatlar'la Hakk’ı vasıflandırıp, kendimize nisbet ettiğimizi, O’na nisbet ederiz demektir. Gerçi bu sıfatları Allah da kendisine nisbet etmiştir. (9/et-Tevbe 104, 56/el-Vakıa 63).
Molla Cami, bir Bağdad Şeyhine dayanarak O’nun 500 kadar Eseri olduğunu nakleder. Kendisi dostlarının yardımıyla tasnif ettiğini söylediği firhistinde, çoğu tasavvufla ilgili olan 250'yi geçmeyen eserini sayar. En büyük eleştiriyi de ‘Fususu’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. O’na göre ‘onun ıstılahlar'ını anlamadan, tenkidler'in düşünülmeden veya bir başkasının farkındaki söz ve tenkidleri göz önünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler. O, çözüm'ü şu tavsiyeler'de arayacaktır:
a) Şeriat'a Aykırı olduğunu zannettiğimiz bir Söz nakledilirse, Naklin Sıhhatli olup olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu sözün o kişi tarafından söylendiği iddiasını reddederiz.
b) Te’vil’e imkân buluyorsak te’vil eder, aksi taktirde ‘Tasavvuf Ehli katında belki te’vil'i vardır’ demeliyiz.
c) Bu Sözler sekir halinde söylenenler cümlesindedir diyerek, anlayamadığımızı beyanla o söz ile amel etmemeliyiz.’
Bazı eleştirmenlere göre "Varlıkta ancak Allah vardır", veya "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir." diyen İbn Arabî, bu sözleriyle inancını ifade ederken Kur'ân âyetlerini de hiç bir kural tanımaz tavırla yorumlamıştır.
Bazıları için safi küfür olan bu itikadı yumuşatmak için çeşitli yorumlar yapılmıştır.