Max Stirner Ve Anarşistler
Her kim tin, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve daha nice kavramlar üzerine yaşamını kuruyor ve o çizgide yaşıyorsa, dindar olandır hatta sabit fikirlidir. Ben’i dışında bir varoluş kabul eden herkes henüz Ben olamamıştır, eşdeğişle: Biricik değildir.
Bir düşünce olan anarşizm çizgisinde yaşayan anarşist, ne özgür ne de Biriciktir. Özgür bir kişi anarşist bir toplumda özgür ve biricik arzularını ne kadar yaşayabilir? Anarşizmin toplumsal kriterlerine göre yaşamak zorunda kalmaz mı? Peki özgür insan, eşitlik, özgürlük, “sosyalizm”, hak, adalet gibi anarşist kriterleri hiçe sayarsa ne olur? Tek ölçüt var: o da insan değil, Biricik olandır. Biricik olan kendi kreterlerine göre yaşar, insan ise, insan olma kriterlerine göre ve anarşist ise, anarşist olma prensiplerine göre. „Benim soyum benim, Ben normsuz, yasasız ve örneksizim“[1] diyen Stirner’in bu cümlesi anarşizme ters düşmez mi? Anarşizmin programları, yasaları, genel amaçları, normları yok mudur? Hem de ne kadar!
„Benden aşağı her gerçeği beğenirim; benden yüksek ve ona göre yaşamam gereken bir gerçekse tanımıyorum. Bence gerçek yoktur, çünkü hiçbir şey benden üstün değildir!“[2] Bir anarşist, kendi gerçeğini böyle ifade eden Stirner ile aynı yolu nereye kadar gidebilir? Korkarım pek uzun sürmez bu yolculuk. Hak ve hukuk meselesiyle başlarsak o zaman bu yazıyı uzatmamıza bile gerek kalmayacaktır, çünkü bu konuda her iki cephenin pozisyonu da apaçıktır. Şöyleki: Anarşizm genel olarak sadece göreceli bir fikir olan adaletten yanadır hatta hakkın yerini bulması için koşul olarak görülen bir sözleşmeyi benimser. Stirner ise ne bir sözleşmeden yanadır ne de hak-hukukla ilgilenir. Hatta hak ya da haksızlık gibi düşünceleri tanımaz bile. „Özgür cesaretle yapmadığım birşey hakkımın dışındadır, yani yapmasını haklı görmediğim şey hakkım değildir. Neyin haklı olduğuna Ben karar veririm. Benden öte bir hak yoktur. Bence haklı olan haklıdır. (...) Bu egoist haktır.“[3] Öyle anlaşılıyor ki, Stirner başkasına hak tanımıyor: Bence haklı olan “başkalarina göre haklı olmayabilir; bu onlarin sorunudur, benim değil: karşi çikabilirler.”[4] Stirner’e göre her eylem salt egoist bir iradeye dayanır. Kimi anarşistlerin hararetle vurguladıkları güçlerin harmonisi gibi bir düşünce Stirner’in umrunda bile değil.
Toplum konusunda da Stirner pek farklı düşünmemekte. Sözleşmeleri hiçe sayarak, yerine „egoistlerin birlikteliğini“ önerir. Bu birliktelik Biriciklerin arzu ve amaçlarını gidermek için vardır, bireyleri faaliyetlerinde engelleyecek ve genele uygun olmak zorunda olan etiksel bir değere sahip değildir. Toplumlar – hangisi olursa olsun – Stirner’in ilgisini çekmemekte, toplum, ışığı daha doğmadan sönmüş ve paslanmıştır. Karşılıklı yardım ve dayanışma gibi idollere de sahip olsa, Stirner için çekici değildir. Yardımlaşmak yararlı ve mutlu edicidir ancak prensipleştiği an, yerini entrikalara bırakır. Bireyci anarşistlerin kayıtsız şartsız benimsedileri „herkese eşit özgürlük “ prensibi entrikalar dünyasi olmak zorundadir. Çünkü:
Her genelleştirme, her sistematik birlik, her sözleşme, teorik ve pratik her kurumlaşma ve her ilke nevrotik bir düşünceden doğar. Bundan dolayı anarşizm, Stirner’in arzusu kapsamında değildir. „Egoistlerin birlikteliği“ sözleşmelere, kurallara ihtiyaç duymamaktadır. Böyle olmasaydı, Stirner sözkonusu birlikteliği farklı ifade ederdi. Stirner, bu birlikteliği bir eğlenceye benzetir; insan eğlenceye arzettiği an gider ve arzettiği an oradan ayrılır. Hiç bir kural bağlamaz onu.
Stirner’in „yeniden keşfedicisi“ olduğunu gururla ilan eden John Henry Mackay - ki, Stirner’den büyük dahi diye söz edecek kadar da zavallı görür kendisini - yukarda sözü edilen prensiplerden şüphesiz arınmış değildir. Stirner’i kendi yaninda görmek ya da kendisinin geliştirdiği Alman Bireyci Anarşizm’inin temsilcisi olarak arzulamak belki anlayışla karşılanabilir bir durumdur. Ancak bunun herkesce kabul edilmesini talep etmek ve hatta öyleymiş gibi ilan etmek ayrı bir noktadır. Mackay (1864-1933), arzuyla gerçeği birbirine karıştırmış bir düşçüdür – ve sadece bir düşçüdür. Mackay’ın „herkese eşit özgürlük“ ilkesi Stirner’in Biricik kavramından şüphesiz tamamen uzaktır. Stirner gibi keskin zekaya sahip bir felsefeciyi „üstad“ olarak görmek hor karşılanmak zorunda değldir, kendisini Stirner’e yakın hisseden bir insan bu duyguya kapılabilir. Ancak Mackay, kendi düşüncelerinin „üstadınınkinden“ pek farklı olduğunu çok iyi biliyordu, buna rağmen Stirner’i bireyci anarşist olarak hatta onun kurucusu ve temsilcisi olarak ilan etmesi kabulüm dişındadır.
Şair Mackay, felsefeyle özellikle de Stirner’in felsefesiyle ilgilenebilecek felsefi bir düzeyde değildi. Ve bu konuda herhangi bir çalışması da yoktur. Kısacası, Mackay, felsefi yetersizliğinden dolayı Stirner ile baş edecek durumda değildi. Bu nedenle de içine girdiği durumdan çıkmak için dostu Benjamin R. Tucker’ın (1854-1939) Bireyci Anarşizm öğretisine sarıldı ve Stirner’i, deyim yerindeyse, oraya yerleştirdi. Ve ondan buyana Mackay asıl Stirnerci olarak tanınma şansına sahip oldu ve Stirner’in biyografisini de yazmış olması, kamu beyni Stirner’i bireyci anarşist olarak ezberledi. Bu duruma pek kızan gizemci sosyalist-anarşist Gustav Landauer (1870-1919), Mackay için şöyle der: “Stirner gibi önemli bir filozofun iyi bir şair ama önemsiz bir düşünür olan Mackay ile hep bir solukta anılması yürek acısıdır. Mackay’ın ekonomi hakkındaki bulanık görüşleriyle Stirner’in hiç bir ilgisi yok, Mackay bunları daha çok Proudhon’dan aldı.”[5]
Şu sonuca varıyorum: Mackay, Stirner’in felsefesini derecelemek ve dolayısıyla bir şeylerle sınırlamak, bireyci anarşist adını verdiği bilimsel tekkeye sığdırmaya çalışmak gibi eylemlerinden dolayı Stirner’e yararlı olacağına zarar vermiştir. Stirner’in süphesiz çeşitli özellikleri vardir: isyankar, tanrısız, bireysel, birliktesel, sinirli, kızgın, utangaç, sevimli, sevimsiz, soğuk, anarşice ve daha bir çok şey. Ancak tüm bunlar Stirner’i derecelemek için yeterli neden değildir: Stirner derecelemelere ve adlandırılmaya sert bir şekilde tepki göstermiştir! Ve neticede „meselemi Hiç’e bıraktım“ diyebilme sonucuna varmıştır. Bu noktadan sonra hâlâ onu birşeylerle isimlendirmek esasen komik bir durumdur. Kendisine isim takmak isteseydi bunu mutlaka kendisi yapardı.
Tahakkümcü bir içeriği olan dile taparcasına sözcüklere mutlak gerçeği yükleğen Mackay, özgürlük prensiplerine dayanarak „özgür toplum“u ifade etmeye çalışmış ve düşünceye ve usa inanarak gerçeği yakalamak istemiştir. Dilin ve usun tehlikelerini göremeyecek kadar dindardır Mackay. Stirner, düşünceyi ve usu son aşamasına kadar taşıyarak, deyim yerindeyse düşünceyi sonuna kadar düşündükten sonra onu kaldırıp atmaktan başka bir şey yapmamıştır. „’Farklı düşünenler’ birbirlerini tahammül ederler. Oysa bir nesne hakkında neden sadece farklı düşüneyim ki, farklı düşünmeyi neden son aşamasına kadar düşünmeyeyim; yani düşünülecek şeyi anlamsızlaştırana dek düşünmek: nesnenin hiçleşmesine ve yokedilmesine dek ?“[6]
Buradan Stirner’in düşüncesizliği benimsediğ anlaşılmamalıdir, tersine Stirner „düşünce doludur“ hatta bir „düşünce dünyasına“ sahiptir. Bir çok anarşistle birlikte tüm diğ izmcilerin birincil hatası bir taraftan düşünceyi diğer taraftan da Varoluş’u Varlık’ın efendileri olarak görmeleridir. „Düşünüyorum, öyleyse varım“ terimi işte iki hayaleti içermektedir. Düşünmek ve Varolouş Stirner’e göre soyuta ve kutsala itilmiş şeylerdir; Stirner’e göre örneğin Ludwig Feuerbach, insan’ı putlaştırmakla soyuta saplanıp kalmış, onu aşamamıştır. Peki anarşistler özgür toplum, mülkiyet hakkı, ortaklaşacılık bilinci gibi düşüncelerin kutsallığını aşabilmişler midir? Hatta tahakkümsüz ve özgür bir topluma inanmak ve özellikle de ona varmayı amaçlamak Stirner’e göre nevrotik davranıştır.
“En az düşünmek kadar Varlik’ı da aştım. Biri benim varlığım diğeri benim düşüncemdir.” Varolmak için her ikisine de ihtiyacım var, binlerce başka şeye ihtiyacım olduğu gibi, diyen Stirner, cümlesini şöyle tamamlar: “... Her şeyden önce ama benim Bana, şu belli olana, Biricik’e ihtiyacım var.”[7]
Stirner’in vurgulamak istediği şey, saltık, kutsal ve tanrılaşmış (putlaşmış) bir Ben değil, varlığın anlamını herhangi bir ideye ya da idole bağlamadan kendisini sürekli tüketen bir Ben’dir. Arzularını, güdülerini, istemlerini, güç istemini, kisaca; Biricikliğini başkalarının eseri olmadan tüketen bir Ben. (Tüketmek sözcüğü ekonomik bir çağrışım yapabilirse de, vurgulanmak istenen şudur: düşünceyi sonuna dek düşünmek, onu tüketmektir, bu da düşüncenin kutsallaşmasına engel olur; düşünce, Stirner’e göre yaşanılmak için vardır, putlaştırılmak için değil).
Başka bir deyimle: Varoluş her zaman belli bir varolan tarafından ifade edilir; bu da varolanın kendine has olanakları çerçevesinde yaptığı seçimle mümkündür. Varolan, bu seçimi yaparken, ya kendisini ifade edecek ve tüketecektir ya da başkalarınca tüketilecektir. Kendisini tüketmesine otantik durum deriz. Seçimi başkasına bırakan her varolan otantik durumu elde edemeyecektir. Otantikleşme Biricik’in varoluş ifadesidir.
Yani: Biricikliğini tüketmesi için Stirner, saltık idelere gerek duymaz; idelerin Stirner’e hizmet etmesi birincil olandır. Stirner’in dünyayla ilişkisi budur. Otantik durumu yaratmak için yaratıcı Ben’ini Hiç’ten çıkarıp gün ışığına kavuşturacaktır; başkalarının eseri olmadan kendini tüketerek tekrar Hiç’e dönecektir. Her şey geçici ve ölümlüdür. Stirner Hiç’ten gelir, Hiç’e gider. Onun dünyadaki yeri adsızdır. Kategoriler üzerindedir. Stirner varolan her şeyi arzuları ve olanakları doğrultusunda tüketmek ister.
Bu açıklamadan anlaşılacağı gibi, Stirner’i herhangi bir bireyciliğin kurucusu olarak ifade etmek hatta savunmak, Stirner’i bir noktaya indirgemek olur. Bu da Stirer’i şüphesiz anlamamak demektir. Çünkü: Stirner,’in Ben’i her şeyi içerendir – sabit fikire kapılmadan.