Mahya Babaları

Ağabeyi Nejat ile birlikte okuldan çıkıp Cihangir’deki evlerine doğru gitmekte olan Ercüment Ekrem Talu’nun yoluna bir arkadaşı çıkar: “Haberiniz var mı? Şurada, Sponek salonunda bugün sinematografi göstereceklermiş. Pek meraklı bir şey diyorlar. Yeni icat olunmuş. Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş.”

Sirkeci Garı’nın içinde bulunan 1 numaralı dükkanda fotoğrafçılık yapan Theodore Vafiadis, 22 Aralık 1885 tarihinde, Paris’teki Grand Cafe’nin bodrum katında ilk film gösterisini gerçekleştiren Lumiere kardeşlere aynı yıl içerisinde mektup yazar ve bu aygıtlardan birine sahip olmak istediğini bildirir. Vafiadis’in isteği gösteri aygıtından bir tane bulunduğu gerekçesiyle reddedilir. Sinema İstanbul’a 1896’da gelir, ama bundan yalnızca saray ve çevresi yararlanır. Halka açık ilk gösteriyi yapmak ise Sigmund Weinberg’e kısmet olacaktır.

Ercüment Ekrem Talu, babasını ağabeyi Nejat ile birlikte kandırarak “canlı fotoğrafı”ı görmeye gider. Böylelikle de, İstanbul’da,1897 yılında halka açık yapılan ilk gösterimin tanıklığı kağıda dökülür: “Derken ortalık birden karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık, korktuk. Elim gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı. Buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ıslıklar fışkırıyordu. Karanlığın vaziyet icabı olduğunu kimseler takdir edemediğinden, perdelere örtülen siyah perdelere itiraz ediyorlardı. O vakitler İstanbul’da elektrik yoktu. Abdülhamit’in vehmi, elektriğin memlekete girmesine engel olmuştu.

Gösterimin ilk yarısında bir tren yolculuğu, verilen iki dakikalık aradan sonra ise bir boğa güreşi yer alır. Biletler 10 kuruş olduğu için Sponek salonunun koltukları dolmaz. Aslında bir sinema salonu değil, birahanedir Sponek! Beyoğlu’nda bulunan Avrupa Pasajı karşısında, o yıllarda, büyük bir mezbaha vardı. 1870 yılının 5 Haziran günü, Beyoğlu bir meşale gibi yanınca bu yapı da kül olur ve yerine yeni bir bina yapılır. Sponek Birahanesi işte bu binanın üst katındadır. İstanbul’da ilk sinema salonu ise yine Sigmund Weinberg tarafından, 1980’de, Tepebaşı’nda açılır. İstanbul’un ilk sinemasının adı Pathe’ dir.

Yabancı ülkelerin elçilerini Osman Hamdi’nin taşlarıyla kandırdığını söyleyebilecek kadar kültür, sanat ve düşünce fakiri olan Abdülhamit, iki Fransız şirket-i Hayriye’nin 18 baca numaralı “Asayiş” vapurunu kiralama isteğini geri çevirir. Fransızların amacı vapuru bir sinema salonuna dönüştürüp, martılara beleş film izletmekti. Böylelikle, bir birinciliği kaybeden İstanbul, kazanmış olduğu ikincilik madalyasıyla yetinir: Alexandre Promio, Haliç’te bir kayığa yerleştirdiği kamerasıyla sinema tarihinin ikinci kaydırmasına (travelling) imzasını atar:

Yalnızca elektrik değil, ışığın her türlü kullanımından rahatsız olan Abdülhamit, mahyacıları da saraya çağırmakta ve kimin, hangi camiye, nasıl bir mahya kuracağını denetlemektedir. Uygun görülmeyen mahyalar sansüre uğrayıp ustaları azarlanmaktadır!

İslamiyetin egemen olduğu kentler arasında yalnızca İstanbul’a özgü olan ve “aylık” anlamına gelen “Mahya” sanatının hangi tarihte başladığı kesin olarak bilinmemektedir. Kandillerle iki minare arasına gerilen halatlara yazı yazma sanatının ilk ustalarından Urfalı Abdullah Efendi’nin 1598 yılında öldüğü, elimizde konuyla ilgili en eski tarihi bilgidir.

Önceleri kandil ve bayram gecelerinde kurulan mahyalar, halkın ilgisi üzerine 1721’den sonra Ramazan ayının bütün gecelerine yayılır. Tek minareli camiler de aydınlanmaktan geri kalmaz. Örneğin, Davutpaşa Camisinin minaresi ile kubbesi arasına mahya kurulurdu. İstanbullular öylesine sevmişlerdi ki aydınlanmayı, Eyüp Sultan camisinin iki minaresi mahya için kısa kalırken birer şerefe daha uzatılır. Üsküdar İskele Meydanı’nda bulunan Mihrimah Sultan Camisine de, halkın mahya isteğinden dolayı ikinci bir minare yapılır. Kuran’da resmi yasaklayan herhangi bir buyruk yoktur ama zaman içerisinde her türlü hareketli, canlı tasvir put yerine konulup, günah sayılır. Bu bağnazlık, İstanbul’da, iki minare arasına resim yapılarak kırılır! Mahyalarda, Ramazan ayının ilk on beş gününde yazılar göze çarparken, sonraki günlerde resimler boy gösterir. Minareler arasına kuş, çiçek, elma, köprü, saltanat kayığı, yelkenli gemi, cami, şemsiye, çorba kasesi ve şadırvan resimleri çizerlerdi mahya ustaları. Hem de, Prometheus’un Tanrılardan çalıp insanlara verdiği, Türklerin İslamiyetten önceki dinlerinden biri olan şamanizm sembolü ateşi kullanarak!..

Prof. Dr. Süheyla Ünver, Tarih Dünyası dergisinin 30 Haziran 1950 tarihli sayısında mahya ustası Ahmet Efendi’nin defterinde yer alan çizimleri yayınlar. Yanlarında kullanılacak ip ve kandil sayılarının da yazılı olduğu resimler arasında Kız Kulesi de vardır. İstanbul’un diğer kuleleri tek mahyanın Beyazıt ve Galata kuleleri arasında ışıldadığını söyleyebiliriz. İşte, şair Erdal Alova’nın
“Gökyazı” adlı şiiri:

“Beyazıt Kulesi’nden
Galata Kulesi’ne
İki tel çektim saçından
Bütün gece yanıp durdu

SEVİYORUM”

Ahmet Efendi, Hezarfen Abdüllatif Efendi’nin torunudur. Hezarfen, yani bin konuda uzman insan denildiğinde akıllara gelen tek isim Ahmet Çelebidir. Kendi yaptığı kanatlarıyla Galata Kulesi’nden uçan ve İstanbul kedilerinin “ne büyük kuş, düşse de yesek” diye mırıldanmalarını boşa çıkartan Hezarfen Ahmet Çelebi için kentte yer alan tek anıt, Galata Kulesi’nin asansörle çıkılan son katında, duvara çakılı küçük bir plakettir. O plakette şunlar yazar: “İlk uçan Türklerden ve dünya uçuş tarihi öncülerinden biridir. 17. asrın ilk yarısında yaşadı. Bir şeyler icat etmeye çalışan uyanık bir insandı.”

Bir ışık demetinin üzerine oturduğunda dünyanın nasıl görüleceğini merak eden ve İzafıyet teorisini ortaya atan Albert Einstein’ın “uyanık” olarak tanımlandığı bir anıt var mıdır?
Üstelik, Hezarfen Ahmet Çelebi’nin anısına Galata Kulesi’ne konulan plaketi okuyanlar burun direklerinin kırılmamasına dikkat etmelidirler. Çünkü, plaket erkekler tuvaletinin kapısının hemen yanındadır. Böylesi bir yer seçilmesinin nedeni de, herhalde, Ahmet Çelebi düşmüş olsaydı “Bok yoluna gitti” denilme olasılığıdır!..

1826 yılında, hocası Latif Efendi’nin elini öperek Süleymaniye camisinin minareleri arasında mahyacılığa başlayan Hezarfen Abdüllatif Efendi, kısa zamanda ünlenir. Süleymaniye Camisinin üç şerefeli minareleri arasına üç halat çeken Abdüllatif Efendi, ortadaki halata o yıllarda Haliç’te bulunan köprüyü ve Azaplar Camisini resmeder. Üst halata ise kandillerle bir araba çizer. Köprünün altındaki halatta ise kayıklar ve balıklar vardır. Biz her ne kadar yazımızın başında, sinemanın İstanbul’a ilk gelişini anlattıysak da, işin aslı şudur: Hezarfen Abdülhamit Efendi’nin kurmuş olduğu “gezdirme mahya”ya bakan İstanbullular, arabanın köprü üstünde, kayıklar ve balıkların ise köprü altında hareket halinde olduklarını görürler. Unutmayın ki, sinema sözcüğünün kökeni Grekçedeki “kinema”dan gelir. Kinema “hareket” demektir!..

Ne mi demek istiyorum? Buna siz karar verin. Ben yalnızca şu iddiada bulunuyorum:
İstanbul’da bir zamanlar mahya babaları ünlüydü… Günümüzde ise mafya babaları!

 

Sunay Akın

  • Yorum yapmak için lütfen üye olunuz!!!