Kur'an Araştırmalarında Kimi Çelişkiler
Son dönemlerde, dinle ilgili kimi tartışmalara baktığımızda ortaya çıkan durumun içler acısı olduğunu görmemek olanaksız. Karşılıklı fetvalar veriliyor. Biri bir surenin bir ayetine, bir başkası bir başka surenin bir başka ayetine dayanıyor; hatta Hz. Muhammed’in sözlerinden ve uygulamalarından örnekler getiriyor. Hiç kimse bizim aklımız nerede diye sormuyor, ortaya atılan fetvanın dayandığı ayeti, Hz. Muhammed’e ait sözü ya da uygulamayı tartışmıyor; onları sorgulamıyor. Hz. Muhammed’in söz ve uygulamalarının aslında dönemi için yeni bir gelenek oluşturmak amacı taşıdığı üzerinde durmuyor. Sağlam bir bilgikuramsal ve yöntembilimsel temeli olmayan bu fetvaların kimi çevrelerce dinde reform niteliği taşıdığı ileri sürülüyor. Hatta belki de Atatürk döneminde başarılamayanın bugün başarılma yolunda olduğu ileri sürülmektedir. Türk insanının önemli bir çoğunluğunun çeşitli engellemelere karşın elde ettiği çağdaş kazanımların zihinlerde ve gönüllerde bu reformu çoktan yaptığı dinin yavaş yavaş bireyselleştirmeye doğru yöneldiği göz ardı ediliyor. Bu nedenle kökü eski kitaplarda bulunan ve yeni bir şey olmayan kimi sözümona reform diye nitelenen fetvalar alkışlanabiliyor. Eğer fetva kadın erkek eşitliğine ilişkinse, ‘bu kendi geleneğimizde de varmış’ diye duygularımızı okşayabiliyor. Hiç kimse ‘gerçekten böyle bir şey var mı’ diye sormak bir yana, tarih içinde ve bugün şeriatla yönetilen ülkelerde eşitliğin niçin uygulanmadığına değinmiyor; değinse bile bilimsellikten uzak, çocuksu ve insan onuruna yakışmayan açıklamalarla yetiniyor. Bu arada çağdaş insanın hoşuna giden fetvaların, ortaçağlarda olduğu gibi, tüm yaşamı dinsel bildiriye göre düzenleme yolunda atılan adımlar olabileceği düşünülmüyor.
Bu noktada ilahiyatçı bilim insanlarına düşen görev, din pazarlamacılığı yanlışına düşmeden, ya da Atatürk’ün deyişiyle, ‘din oyunu aktörlüğüne’ soyunmadan doğruları ortaya koymaktır. Eğer bir ilahiyatçı bilim insanı yalnızca fetvayla yetiniyorsa, yaptığı iş müftünün yaptığından ibaret kalır. Nitekim son dönemlerde kamuyu meşgul eden tartışmalarda ‘geçmişte uygulama şöyle miydi, yoksa böyle miydi; Kur’an’ın bu konuda buyruğu nedir; Hz. Muhammed nasıl uyguluyordu’ gibi soruların yanıtlanmasının ötesine geçememiştir.
Görüşlerimizin, düşüncelerimizin, yargılarımızın dayanaklarının olanaklarımız ölçüsünde sağlam olması gerekir. Yeryüzündeki yaşamımız için, kimi zaman kuşku duysak da, en sağlam ölçüyü, deneyimlerimiz ve bunlara bağlı oluşturduğumuz ussal kurgularımız sağlar. Yalın bir örnek vermek gerekirse, ruhsal yapısı sağlam biri, Kur’an’da Tanrı’nın ‘Hz. İbrahim’i ateşte yanmaktan koruduğuna’ dayanarak, kendisini ateşin ortasına atmaz; çünkü tersine bir olasılık olsa bile, yanacağını bilir. Ya da bir yetkenin (otoritenin) buyruğu ile gözlem, deneyim ve usumuza ters düşen bir şeyi yapmayız; babamız da olsa, ‘kendini uçurumdan at, bir şey olmaz’ demesine kulak asmayız ve o eylemi yerine getirmeyiz. O halde kendisine dayanılan bir yetke (otorite) olarak Kur’an ve hadislerin de, eğer sağlam birer dayanakları olacaksa, sorgulanmaları gerekir.
Kur’an’ın ortaya koyduğu bildiri, Tanrı eksenine oturtulmuş, dönemi için yeni gelenekler oluşturmayı amaçlayan bir bildiridir. Bütün buyruk ve yasaklar, yani yeni gelenek ve görenekler, yaptırıcı yetke olarak Tanrı’nın varlığına dayandırılır. Bu nedenle Kur’an öncelikle insanı kendi Tanrı’sına inandırmak için beşeri her türlü aracı kullanır. Bunlar arasında insanda varolan ve inanmanın belki de en güçlü temeli iki duyguyu ele alır: Umut ve korku. Kur’an insanın bu dünyada elde edemediklerini öteki dünyada elde edebileceği umudunu verir; kutsal bildiriye ters düşen davranışları nedeniyle acıyla ve cezayla (ikab) korkutur. Nesnel âlemde insanın sürekli karşı karşıya olduğu olguları ve olayları, döneminin evrene ilişkin bilgilerini, efsane ve anlatılarını, amacı Tanrı’yı düşünmek (ya’kilûn) ve anımsamak (yetezekkerûn) olan bir hikmet olarak değerlendirir. Bu nedenle, Kur’an bize, kimilerinin iddia ettiği gibi, evrene ilişkin çağdaş bilgilerle seslenmez.
Tanrı’nın ne olduğuna gelince; Kur’an’da biri insanbiçimci, öteki ise bilebileceğimiz her şeyden soyutlanmış iki farklı Tanrı anlayışı yer alır. Bir yanda öfkelenen , intikam alan (zûntikâm) , ezen (kahhar) , merhamet eden (rahim) , bilen (alîm) , isteyen (mürid) , etrafı kanatlı meleklerle çevrili taht üzerinde oturan , yeri ve gökleri altı günde yaratan, sonra tahtına kurulan bir Tanrı; öte yanda ise hiçbir şeye benzemeyen bir Tanrı. Kur’an bildirilerini sistemleştiren kelamcılar (İslam tanrıbilimcileri) Tanrı’nın bilinemeyeceği anlayışı çerçevesinde ayetlerin metnini yadsımadan her iki Tanrı kavramını uzlaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu nedenle, Tanrı’nın kavranamazlığı, yani bilinemezliği anlayışının (agnostisizm) yalnızca Hıristiyanlığa özgü olduğu; gizli olarak Tanrı tanımazlığa ilettiği; Hıristiyan dünyasında Tanrı tanımazlığın yaygınlaşmasına yol açtığı; İslamın ise akla ve bilime dayandığı yolunda kimi ilahiyatçılarımızın ileri sürdüğü sav doğru değildir. Tanrı konusunda insanbiçimci yaklaşımı benimseyen tarihte kalmış birkaç mezhep dışında bütün İslam mezheplerinde de Tanrı bilinebilen, kavranabilen bir varlık değil, bilinmeyen ve kavranamayan bir varlıktır ve bu anlayış ‘bilâ keyfe’ (nasıl olduğu bilinemez) deyişiyle ilk dönemlerden itibaren kabul edilmiştir. Gerçekten de bilinen ve kavranan bir şeye inanmanın anlamı yoktur; bir şey bilinemiyor ve kavranamıyorsa insan için gizemli bir yanı varsa, inanılabilir. Nitekim dini ve mistik inancı bilgiden ayıran da bu olup, insanlar Tanrı’ya, cinlere, perilere ve hayaletlere, üfürükçülere, falcılara ve medyumlara bu ve gelecek dünyada beklenmedik olayların önünü almak, nedenlerini bilmediği ve kavrayamadığı hususlarda bir yerlere başvurmak ve sığınma gereksinimini gidermek amacıyla inanır.
Kur’an da çoğu kez bu gizemliliği korumaya çalışır. Kur’an gerçekte Tanrı konusunda insanbiçimci ifadeler dışında elle tutulur aydınlatıcı bir bilgi vermez. Bize her şeyin bildirilmeyişini bizim kavrayış yetersizliğimize bağlar; bu nedenle bize bilgiden pek az şey verilir.
Kuşkusuz bu noktada önemli bir sorunla karşı karşıya kalırız. Bu sorun dinsel bildiri ile Tanrı arasındaki ilişki sorunudur. Bir aracı vasıtasıyla da olsa, nesneler dünyasından soyutlanmış bir varlıkla iletişim kurma olanağı var mıdır? Tanrı’da, bu dünyadaki nesneler gibi bir belirlenmişlik sözkonusu olmadığına göre, O’ndaki bildirinin de böyle olması, yani belirlenmişlikten, zaman ve mekân boyutundan uzak olması gerekmez mi? Kur’an kimi zaman el-Levh el-Mahfûz (Korunmuş Levha) ve Ümm el-Kitâb (Kitab’ın Anası) gibi simgesel kavramlarla bu konuya değinir gibi görünüyorsa da, Kur’an’ın gerçekte anlatmak istediği, nitelik açısından değil, nicelik açısından Kur’an’da her şeyin bildirilmediğidir. Aslında Kur’an’da insanlara yetebilecek her şey bildirilmiştir. ‘Yaş ve kur her şey Kitap’tadır’ ; onunla hükmetmeyen fasık, zalim ve kafir olarak nitelenmiştir.
Bir an her türlü çelişkiyi bir yana atarak Kur’an’ın da belirttiği, Tanrı ile insan arasında bir iletişim kurulabileceğini düşünelim. Bu durumda karşılaşacağımız en önemli sorun şudur: Bizce belirsiz olan Tanrı’nın bildirisi nasıl belirli hale geliyor; bir başka deyişle zaman üstü ve mekân üstü bir bildiri, zaman ve mekânda bir kişinin ağızında somutlaşabiliyor, anlamı belirli sözcüklere ve düşüncelere dönüşebiliyor; iletişim kurulan kişinin iletilen şeyde hiçbir etkinliği bulunmuyor mu? Bu soruya verilebilecek yanıtı Kur’an’ın satırları arasında bulabiliriz. Kur’an ‘kalbe indirildiğinden’ söz etmektedir. Bu durumda Kur’an’ın bildirisi yalnızca kavramsal boyutuyla peygamberin kalbine indirilmiştir. Ancak bu kavramsal boyut, nesnel uzantısından bağımsız olabilir mi? Bilindiği gibi, bizim sahip olduğumuz her kavramın, ister somut ister soyut olsun, nesnel bir uzantısı vardır ve bu nesnel uzantı olmadan o kavramı oluşturmamız olanaklı değildir. Sözgelimi, soyut bir kavram olan ‘sevgi’yi, seven öznenin sevilen nesneye duyduğu eğilimi dikkate almadan kavramak mümkün değildir. Bu durumda, acaba Tanrı kendi koşullarıyla değil, insanın koşullarıyla mı konuşmaktadır?
Bu noktada yine Kur’an’ın ifadeleri bize yardımcı olmaktadır. Kur’an’ın bütün ayetleri koşulludur: Ya mevcut duruma bir tepkidir, ya sorulan sorulara verilen yanıtları içerir ya da birlerine karşı bildiriyi savunma niteliğindedir. Buna göre; denebilir ki, Kur’an adeta Hz. Muhammed’in şahsında kişileştirilmiş bir Tanrı’nın tepkilerini dile getirir. Sözgelimi, Hz. Ömer, Hz. Muhammed’e ‘senin evine iyisi de gelir, kötüsü de; inananların annelerine örtünmelerini söylesen iyi olur’ telkininde bulunmasaydı, bugün baş etmekte sıkıntı çektiğimiz özel örtünme biçimleri, kadınların perde arkasından konuşmaları ve hizmet etmeleri sözkonusu olmayacaktı. Hz. Muhammed’in Medine dönemi olmasaydı, yani Hz. Muhammed’in bildirisi siyasallaşmasaydı, Kur’an’da hiçbir siyasal ve hukuksal yargı bulunmayacaktı. Nasıl Hz. İsa’nın bildirisi sevgi üzerine oturuyorsa, Hz. Muhammed’in bildirisi de hoşgörü, başkalarına acıma ve sevgi üzerine oturabilirdi. Bugün şeriata karşı panzehir olarak yine şeriatı kullananlar veya deyim yerindeyse yeni şeriatçılık yapanlar, genellikle ‘senin dinin sana, benimki de bana’ , ‘dinde zorlama yoktur’ gibi hicret (Medine’ye göç) öncesi Mekke dönemi ayetlerine dayanırlar. Oysa Medine döneminde özellikle putperestleri ilgilendiren bu türden ayetlere rastlanmadığı gibi, putperestlere karşı hiç hoşgörü gösterilmez, görüldükleri yerde öldürülmeleri ya da inanıncaya kadar belli bir süre hapsedilmeleri önerilir. Putperest kadınlarla evlenilmesi yasaklanır. Bu tavır değişikliğini ancak bir stratejiye bağlayarak açıklayabiliriz: Güçleninceye kadar sert davranmamak ve yumuşak görünerek yaşama şansı elde etmek. Aynı stratejinin Medine sözleşmesiyle bu kez Hz. Muhammed tarafından Yahudilere uygulandığını görüyoruz. Sözleşme, Hz. Muhammed güçleninceye kadar yürürlükte kalmış; sonunda Yahudilerin müşrikler ve münafıklarla işbirliği yaptığı bahane edilerek bozulmuş ve Yahudiler Hicaz bölgesinden tümüyle sürülmüşlerdir.
Bu husus bizi, Hz. Muhammed ve Kur’an ilişkisi sorununa götürmektedir. Ayetlerin koşullu olması, onları tanrısal olmaktan çok dünyasal bir çerçeveye oturtulduğunu göstermekle birlikte, Hz. Muhammed’in insani boyuttaki sevgi, tutku, acı, pişmanlık, telkine açık olma gibi bir takım edilgenliklerinin Kur’an’a yansımış olması, Kur’an’ın dünyasal ve beşeri bağlantısını açıkça ortaya koymaktadır. Sözgelimi, Hz. Muhammed’in çok sevdiği ileri sürülen Ayşe zina isnadıyla karşılaşır; dedikodular iyice yayılır; herkes Hz. Muhammed’den bir eylem bekler; sonunda Kur’an onu korumaya alır; olayın iftira olduğu belirtilerek, zina iftirasıyla ilgili ağır hükümler getirilir. Şimdi acaba Kur’an’da ortaya çıkan durum Hz. Muhammed’in Hz. Ayşe’ye olan sevgisinin bir sonucu değil mi? Yine Hz. Muhammed, Mekke’nin ileri gelenlerinden kimileriyle görüşürken kör biri olan İbn Umm Mektum yanına gelir; Hz. Muhammed onunla ilgilenmez; İbn Umm Mektum da çeker gider. Bu olaydan sonra Hz. Muhammed’in duyduğu pişmanlığın bir Kur’an ayetinde kendisinin kınanması şeklinde yansımasını bulduğu görülmektedir. Oysa Kur’an bu beşeri boyutu hep reddeder. Aynı beşeri boyut Kur’an putperestlerle tartışırken de ortaya çıkar. Tartışmada kullanılan karşı tarafı susturacak birtakım yöntemler, insanların kendi aralarında kullandıkları yöntemlerdir. Çoğu kez karşı tarafın zaafından ve kabullerinden yararlanılır. Sözgelimi, Kur’an’da Nemrud’un zihinsel yetersizliğinin bir belirtisi olarak yanıtlayamadığı ‘benim Tanrım Güneş’i doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsen ya’ , ayetiyle karşılaşırız. Yine ‘bu kurumuş kemikleri kim diriltecek’ diye sorulduğunda ‘ilk kez yaratan’ yanıtı verilir. Yanıtın inandırıcı olması için kuşkusuz karşı tarafın ‘ilk yaratmaya’ inanması gerekmektedir. Çoğu kez mevcut durum Kur’an’ın hareket noktasıdır. Bu mevcut durum, ya Hicaz bölgesi için ya da Irak ve İran bölgeleri için geçerlidir. Kur’an’daki köle azat etme de kölenin özgürlüğünü satın alabileceğine ilişkin hükümler, İran ve Mezopotamya’daki uygulamalarla aynıdır. Kadınlar lehindeki hükümlerin gerisinde, Hz. Muhammed’in karısı Hatice’nin toplumsal onurunun (mevkiinin) hiçbir rolü olmadığını söylemek imkânsızdır. Cahiliyye döneminde, kimi yazarlarca tersi ileri sürülse de, en azından kadınların da ticaret yapabileceği; erkeğe göre ikinci planda bırakılsa da, kadınlara tanınan birtakım haklar, Kur’an’da verilen haklara kapıyı aralayabilecek birtakım uygulamaların ve örneklerin bulunduğu ortaya koyulmaktadır.
Bütün bunlar tanrısal boyutu reddedilmese bile, Kur’an’ın bildirilerini tarih içinde toplumsal yapılanmada bir örnek olarak değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu durumda kimilerinin yaptığı gibi, ya ayetleri toplumsal bağlamından soyutlayarak ya da gerçek içeriğini boşaltarak bugüne taşımak, hatta bununla da yetinmeyip, bütün çağdaş buluşları ona iliştirmek, hem Tanrı’ya hem de Kur’an’a bir haksızlıktır.
Acaba bu şekilde salt tarihsel ve yöresel bir bildiriyi, her şeyi dine bağlama saplantısıyla, içeriğini boşaltarak her anlama gelebilecek anlamsız bir bildiri haline sokmak veya Hicaz bölgesinde uygulanan düzenin zorla her ne pahasına olursa olsun insanlara dayatılması anlaşılır ve kabul edilebilir olabilir mi? Bu türden girişimler, girişimcisini belki ruhsal olarak tatmin edebilir; ama gerçeği ortadan kaldırabilir mi? İnsanların bütün yaşamlarını, tıpkı bir robot gibi dinsel dogmalara adamasını isteme hakkımız var mı? Doğrusu, öyle sanıyorum ki, insanımıza geçmişten bugüne uzanan kültür mirasımızı iyi değerlendirebilmek için temelinde kuşku duyma, sorgulama, çözümleme, sağlam belgelere dayanma gibi ögeleri içinde taşıyan çağdaş bir eğitim vermektir. Bu yapıldığı takdirde, birey dinini de, din dışı kültürünü de kimsenin fetvasına gerek duymadan yerli yerine oturtacak; şeriata şeriat panzehriyle karşı çıkma çabalarına gerek kalmayacaktır.
Prof. Dr. Mehmet Dağ