Kimyas Ve Kayra
… “Seni Kinyas en son Fransa’da görmüştüm. Paris’te. Ama Kayra, seni en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Neyse, önemli değil. Çok zaman geçti sonuçta görüşmeyeli. Paris’ten ayrılmamı biliyorsunuz herhalde. Zaten çok fazla anlatılacak bir tarafı da yok. Neden bana verdiklerini hala anlayamadığım o bursla, şu an ismini yanlışlık yapmamak için telaffuz etmediğim okula giriş hakkı kazanmıştım. Ama Paris’te okuldan biraz uzakta bir ev kiralamıştım. yani ben uzak olduğunu düşünüyordum. Okulun nerede olduğunu hiç öğrenemedim de!.. Neyse, kaldığım ev çok güzeldi. İki odalı, geniş balkonlu bir ev. Eiffel’i ya da seine’i görmüyordu ama yine de iyiydi manzarası. Bir avluya bakıyordu. üç apartmanın kapısının açıldığı bir avluya… Yüzyılın başından kalmış bir bina…
Evet, neyse. birkaç parça vardı evi tuttuğumda. bir yatak vardı salonda. bıraktım valizlerimi yere. ‘Şöyle bir uzanayım. Yol yorgunluğu ne de olsa’ dedim. İşte, dört aya yakın yatmışım. Sonra yatağın yayları bozuldu. Rahatsız oldum. Okuldan attılar herhalde bu arada. ‘Ülkeden de atılmadan kendim giderim’ dedim. Arkadan kelepçelenmiş elleriyle, kollarından yanındaki iki polis tarafından tutulan mahkumun bir omuz hareketiyle birkaç saniyeliğine de olsa, otoritenin elinden her şeye rağmen kurtulması gibi. ‘Bırakın! ben yürürüm!’ diyen idam mahkumunun darağacına gittiği bir sahne gibiydi, benim de memlekete dönüşüm…
Geldiğimde annemi çoktan gömmüşlerdi. Kanser. Göğüs kanseri. Babamı zaten biliyorsunuz. O da kanserden gitmişti. Tabii bir iki palavracı uzaktan akraba çıkıp söylenmeye başladı. İşaret parmağımı kapalı dudaklarıma götürüp susturdum hepsini…İki ay geçti. Her şey iyi gidiyordu. fazla bir şey yapmıyordum. Resim yapmayı da bırakmıştım ama eve giden gelen çok oluyordu. Geçiyordu zaman bir şekilde…Bir yıl sonra gelen gidenin arasında üniformalı birilerini gördüm. Dediler, ‘askerlik!’ ‘tamam’ dedim. Zamanı gelmiş. Devletin resmi uyandırma servisi. Adamı hayatının bir yerinde uyandırıyorlar. kapıyı kilitleyip gittim askere. Tam on altı ay! er alp. Gaziantep ıslahiye. oraya da alıştım. Çarşı izninde kendime dövme yaptırınca biraz zor günler yaşadım, ama geçti. Sırtıma kendi portremi çizdirdim bir Arap’a. Fonda da siyah bir ejderha olsun istedim. Ama Arap hayatında ejderha görmediği için, daha çok bildiği yırtıcı memeli bir hayvana benzeteceğinden vazgeçtim. Bana biri gelip ejderha çizmemi istese sırtına, ben çizerdim. Ben gördüm ejderha. Filmlerde gördüm. Rüyamda da bir iki kez. Rodeo yapıyordum kırmızı bir ejderhayla… Neyse, bir gün bir kağıt verdiler elime. Dediler, ”bunun adı teskere. Git artık!’ ‘tamam’ dedim. Topladım valizi, bindim otobüse. Geldim eve. Çatı akıyordu. Kiremitler uçmuştu ben yokken. Her yer su içindeydi. ‘Dayanırım’ dedim. Ama yatağımın da ıslak olduğunu görünce çok sinirlendim. O kadar sinirlendim ki elimdeki her şeyi fırlatıp yatağı bir metre sağa ittim. Daha kuru bir tarafa. Bir süre sonra kesildi akıntılar. Eve gelip gidenler, ‘artık yağmur yağmıyor, yaz geldi’ dediler. ‘Olur mu?’ dedim. güvercin ve martı bokuyla doldu delikler. Kurmuş pislikle sıvandı çatı… Neyse, bir gün. Bir televizyon getirdi misafirlerimden biri. Anten taktı terasın arka tarafına. Doğum günümdü herhalde. Çok kanal vardı. Bir de uzaktan kumanda. Her düğmenin ucunda bir program, bir film…Çok eğlenceli. Hepsini seyrettim. En kötü programı bile. Adını duymadığım yerlerin hava raporlarını bile. Hepsini! birkaç ay böyle sürdü. Bir reklam seyrederken, o iki dakikalık işi yapmak için uğraşan yüzlerce kişinin hummalı çalışmasını düşünüyordum. Zaman geçiyordu. Sonra televizyonu getiren adam geldi. Herhalde bana bir nedenden dolayı kızmıştı ya da başka birisinin doğum günü vardı. Aldı televizyonu, anteni, gitti. Televizyondan boşalan yeri seyrettim üç beş gün. Duvarı. Ama çok eğlenceli değildi. Hep aynı program. Bazen belgesele benzeyen bir şey çıkıyordu. Böceklerin hayatı. Özellikle hamam böceklerinin duvar hayatı. Ama ben daha önce seyrettiğim için sıkıldım o programdan…Bir ara, aklıma kadınlar geldi. Hani göğüsleri bizimkilerden büyük olanlar var ya? İşte onlar! dedim, ‘bir tane olsa bu evde belki iyi olur. Bana bakar…’ Aslında ben de bakıyordum kendime aynada. Ama zamanla o da kirlendi, göremedim kendimi. Bir kız vardı eve gidip gelen. Daha doğrusu bir kadın. Benimkinden beş yıl daha eski nüfus cüzdanlı. Gelip gidiyordu. Sonra gelip gitmemeye başladı. Hiç gitmedi. Hep oturdu. Çatının onarımını yaptırdı. Etrafı temizledi. Erkekler getirip yan odada sevişti. Daha önce evlenip boşanmış. Herhalde fahişelik yapıyordu. Ama yalan söylemeyeyim. Tam bilmiyorum! Evin yeri çalışma yerine yakındı herhalde. Sonra bir gece, birileri kapıyı kırıp içeri girdiler. Kadını yaka paça dışarı çıkartıp götürdüler. Üniformaları yoktu. Ben iyi niyetliydim. Adamların kadını pazarlayanlar olduğunu düşünmedim. ‘Ben konsomatrisim’ diyordu kadın. Ne de olsa Paris’ten gelmişim. Az çok fransızcam var. Kaldığım evin kapıcısıyla iki üç sefer, birkaç kez de havayolları bürosundaki kadınla pratik yapma fırsatım olmuştu. Konsomatris! yani concomatrice. Yani tüketici. bir yanıt vermem gerekiyordu. ‘Hepimiz öyle değil miyiz?’ dedim… Kapıyı yaptırmak çok zordu. Her ay babamın maaşını yakınlarda bir bankamatikten çekiyorum. Yürüyüş oluyor. Biraz alışveriş yapıp dönüyorum. Her çıktığımda caddeyi, sokağı değişmiş görüyorum. Çok hızlı dönüyor dünya.
Her neyse, kadın gittikten sonra biraz sıkıldım ama geçti. Birkaç kez tuvalin başına oturdum. Aldım elime fırçaları. Sonra baktım tuvale. ‘Ulan’ dedim. ‘En iyi resim bu işte!’. Pürüzsüz, hatasız. Daha iyisini yarılsam yapamam. Attım bir imza sağ alt köşesine. Tarih de koydum yanına amatörler gibi. İleride, sergimi dolduracak resimlerden biri oldu. Koydum diğerlerinin yanına. Tabii, onlar da hemen hemen buna benziyordu. Vurguladıkları fikir aynıydı. Tek fark tarihlerdi. Ben ölünce çok para edecek bunlar. Belki bir kaç kişinin daha ölmesi gerekebilir ama bir gün çok değerli olacaklar. Mükemmel tuvaller! desenlerde hiç hata yok. Çünkü desen yok. Mükemmel boş tuval resimleri!.. Bir gece evde parti düzenledi birileri. Alt kattaki ihtiyar gelip ikaz etti üç kez. O gece, bir adam geldi, yanıma oturdu. Anlayamadığım bir sürü terimle dolu konuşmalar yaptı. Sevgilisi olmamı istedi. ‘Tamam’ dedim. Üç ay kaldı evde. Sonra herhalde sıkılmış olacak ki, gitti. Bir sanatçıydı. Heykeltıraş. Televizyonu vardı. Fazla konuşuyordu. Bana göre fazla entelektüeldi. Bir sürü şey biliyordu. Ve daha da kötüsü, bildiklerini başkasında da öğretme arzusuyla yanıyordu. Sonra kül oldu. Ama televizyon kaldı. almadı yanına, giderken. ‘Oh!’ dedim. ‘Sonunda! sonunda televizyon bana kaldı.’ Ama uzaktan kumandası yoktu. Kalkıp yanına gitmek gerek. Ben de günde bir defa kanal değiştiriyordum. Televizyonu açarken. Programlar değişmiş, daha hareketli olmuş. Bir müzik kanalı bile var. Hep şarkı çalıyor. şarkılara uygun da kısa metrajlı filmler gösteriyor.
Zaman geçiyordu. Artık böcek belgeseli yok! Bir süre sonra gelip gidenler kesildi. Büyüdüler herhalde. Gelmediler. Yalnız kaldım. Konuşmayı özledim. Kendi kendime konuşmayı sevmem. Söyleyeceklerimi daha önceden bildiğim için zevki yok. Neyse, aslında birisi gelmişti o zamanlar. Nüfus memuruymuş. Sayım varmış. Bir sürü soru sordu. Gitti. Diyecektim ‘kal biraz, konuşalım.’ Ama çok ciddi bir yüzü vardı. Çekindim. O yalnızlık bir boş tuval resmi daha yaptım. Bu sefer çok uğraştırdı beni. Birkaç gecemi aldı. Oysa uykumu almalıyım ben. Yoksa gündüz hayalet gibi oluyorum. En az sekiz saat! Uyumadan bahsetmişken, yataktan çıkmama rekoru kurdum. Quinnesse’e bakmadım ama rekorun bir ay olduğunu düşündüm. Ve otuz iki gün yataktan kalkmayarak dünya rekorunu kırdım. Tabii tanıklık yapacak resmi görevliler yoktu, ama olsun. Yalnız, içlerine tuvaletimi yaptığım sonra da fırlatabileceğim en uzak noktaya attığım torbalar çok pis koktular. O otuz iki gün içinde de, mutlaka sekiz saatlik uykumu almaya gayret ettim. Yataktan ayaklarımı sarkıtıp yere bastığımda vücudumda karıncalanmalar oldu. Kalkınca biraz sendeledim. Ama sonra alıştım. Her başarının bir bedeli vardır. Kolay mı dünya rekortmeni olmak? Değil… İki hafta sonra televizyon bozuldu. ve bu sefer karar verdim. Büyük bir karar. Üstüme bir şeyler giydim. Televizyonun fişini prizden çektim. Yüklendim, dışarı çıktım. Zaten para çekme ve alışveriş zamanım da gelmişti. Uzun bir yürüyüşün sonunda bulduğum tamirciye bıraktım televizyonu. bir hafta sonra gel, al! dedi. Toptan ihtiyaçlarımı alıp on torbayla döndüm eve. Bir daha ki para çekme zamanı gelince gelince çıktım dışarı. Aklıma televizyon geldi. Sevindim tabii. Hatta bir ara koştum tamirciye giderken. Dedim ‘ ben geldim. Verin televizyonu.’ Adam dedi: ‘çok geç! bir ay geçti. Masrafı çok yüksekti. Gelmeyeceğini düşünüp sattık.’ Beni kandırıyor olabilirdi ama doğru olma ihtimali de vardı. Belki de bir ay içinde geri alınmayan bütün televizyonlar kanunen satılmak zorundaydı. ‘Tamam’ dedikten sonra adama, dükkandan çıktım…Sonra insanlar yine gelmeye başladılar. Eskiden gelenlerin kardeşleri, bir ufak boyları. Yeni bir televizyon aldım. Birkaç kez yıkandım. Ve siz kapıyı çaldınız… Nasıl mıyım? iyiyim. İyi. Fena değil!.. Kalkıyor musunuz? konuşsaydık biraz daha… neyse, peki, tamam. Sonra görüşürüz…tamam…”
Hakan Günday