İnsanca,Pek İnsanca
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan’dan kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği, “sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız!”… İnsanı ben daha iyi tanırım… Burada “özgür düşünür” sözü bir tek anlama gelir: Özgürlüğüne kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu, tınlayışı baştanbaşa değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden gelme bir tür tinsellik sanki derinde bir tutku akıntısına karşı direnmektedir. Bundan dolayıdır ki, kitabın 1878 yılındaki zamansız yayımlanışına özür olarak, Voltaire’in 100. ölüm yıldönümüne rastlamasını göstermem bir anlam taşır. Çünkü Voltaire, kendinden sonra yazanların tersine, bir grand seigneur’dü (Soylu yüce kişi.) düşünce alanında, tam benim de olduğum gibi. Kendi yazılarımdan birinin üzerinde Voltaire adı, –bir ilerlemeydi bu… kendime doğru… Yakından bakılınca, ülkünün yuvalandığı tüm köşe bucağı, yeraltı zindanlarını, en sonuncu sığınakları karış karış bilen, katı yürekli bir düşünce görülür burada. Elimde alevi hiç de “titremeyen” bir çırağı (“Fackel, çırağı” ve “fackeln, –ışık hk.) titremek” sözcükleri üstüne bir oyun.), keskin bir ışıkla ülkünün yeraltı ülkesi’ni aydınlattım. Savaş bu, ama barutsuz ve dumansız; ne savaşçı davranışlar var, ne duygulanıp coşma, ne de kırık kol, bacak, –başka türlüsü gene “ülkücülük” olurdu. Yanılgıları irer birer, hiç acele etmeden buz üstüne koyuyorum; ülküleri çürütmüyorum, donduruyorum… Örneğin, şuracıkta “deha” donuyor; az ilerde, köşe başında “ermiş” donuyor, o “kanış” dedikleri; “acıma” da az buz soğumuyor hani, –”kendiliğinde şey” donuyor ne yana baksan…
Bu kitabın başlangıcı, Bayreuth festivalinin ilk olarak yapıldığı haftalara rastlar; orada çevremi kuşatan herşeye karşı duyduğum derin bir yabancılık, çıkış noktalarından biridir onun. O zamanlar üzerime ne çeşit görünümler üşüştüğünü bilen, günün birinde Bayreuth’da uyanınca nasıl olduğumu kestirebilir. Sanki düş görüyordum… Neredeydim acaba? Hiçbir şeyi tanımaz olmuştum, az kalsın Wagner’i bile tanıyamayacaktım. Anılarımı bir bir yokluyordum, boşuna. Tribschen, –uzakta bir mutluluk adası: En ufak bir benzerlik yok. O unutulmaz temel atma günleri (Bayreuth Festival evinin temel atma töreni –22 Mayıs 1872–), kutlamada bulunan küçük, seçkin topluluk, o anlamak için davul zurna istemeyenler: En ufak benzerlik yok. Ne olmuştu ki? –Wagner’i Almanca’ya çevirmişlerdi! Wagner’i avucumun içine almıştı Wagner’ci!– Alman sanatı! Alman ustası! Alman birası!… Ama bizler, Wagner sanatının ne çeşit incelmiş sanatçılara, nasıl uluslarlarüstü bir beğeniye yöneldiğini bilenler, Wagner’i böyle Alman “erdemleri”yle süslü püslü görünce çileden çıkmıştık. –Sanırım, Wagner’ciyi tanıyorum; onların ardarda üç kuşağını görmüşümdür. Wagner’i Hegel’le karıştıran rahmetli Brendel’den (–1811/1868–: Alman musiki yazarı.), Bayreuth Blätter’in (Bayreuth’da çıkan, Wagner’in düşüncelerini savunan bir gazete.) Wagner’i kendi kendisiyle karıştıran “ülkücü”lerine varıncaya dek; o “ince duygulu”lar Wagner konusunda bir içlerini döktüler, neler neler söylemediler. Bir krallık veriyorum akıllıca bir tek söz için! (A horse! A horse! My kingdom a horse! –Bir at! Bir at! Bir krallık veriyorum bir at için!– King Richard III, V. sahne.) Gerçekten de, insanın saçlarını diken diken edecek bir topluluk! Nohl (–1831/1885– Alman musiki araştırıcısı.), Pohl (–1826/1896– Alman musiki yazarı.), Kohl (Lahana.), her türlü incelik, falan filan! Her çeşit ucube vardır aralarında, Yahudi düşmanına varıncaya dek. –Zavallı Wagner! Buralara da mı düşecekti! Domuzlar arasına düşseydi bari! Ama Almanların içine düşmek! En sonunda yapılacak bir iş kalıyor: Gelecek kuşakları aydınlatmak için, gerçek bir Bayreuth’lunun içine saman doldurmalı, daha da iyisi onu ispirto içinde saklamalı –eksik olan esprit’tir (Nietzsche “spiritus” sözcüğünü iki ayrı anlamda –”ispirto” ve “esprit”– kullanarak bir oyun yapıyor.) çünkü–, altına da şunu yazmalı: Alman “devlet”i kurulurken göz önünde tutulan “düşünce” buydu işte… Neyse, bu gürültü patırtı arasında ansızın birkaç haftalığına oradan ayrıldım; pek hoş bir Parisli hanım beni avutmaya çalışmıştı, ama fayda etmedi. Bunun kaçınılmaz birşey olduğu anlamında bir tel çekerek özür diledim Wagner’den. Böhmerwald ormanları içine gömülmüş bir yerde, Klingenbrunn’da, derin melankolimi, Almanlara karşı küçümseyişimi bir hastalık gibi içimde taşıyarak dolaşıyor, arasıra cep defterime “Sapan Demiri” genel başlığı altında bir cümle karalıyordum: belki daha İnsanca, Pek İnsanca’da bile görülebileceği gibi, keskin psikolojik gözlemlerdi her biri.
O sıra benim içimde açığa çıkıp kesinleşen şey, Wagner’le bozuşma falan değildi, –içgüdümün toptan sapıttığını farkettim; tek tek yanılgılarım, Wagner olsun, Basel’de profesörlük olsun, hepsi bunun belirtileriydi yalnız. Kendime karşı bir sabırsızlık çöktü üstüme. Toparlanıp ayılmam için vakit gelmiş de geçiyordu bile. Bir an içinde, o güne dek vaktimi nasıl boşu boşuna harcadığım, ödevimle ölçülünce filolog yaşamımın nasıl işe yaramaz, nasıl gelişigüzel olduğu korkunç bir açıklıkla kafama dank etti. Bu yanlış alçakgönüllülüğümden utandım… Geride bıraktığım on yıl içinde düşüncemin beslenmesi hepten durmuştu; işe yarar yeni hiçbir şey öğrenmemiş, bilgiçliğin toz tutmuş eski püsküyle uğraşmaktan, pek çok şeyi aptalcasına unutmuştum. İlkçağ şiirinin ölçüleri, ayakları içinde büyük bir titizlikle, kör köstebek gibi sürünmek, –buralara düşmüştüm artık! Acıyarak bakıyordum kendime, açlıktan bir deri bir kemik kalmıştım: Bildiklerim arasında bir tek şey yoktu gerçek adına; “ülküler”se beş para etmiyordu! İçimi yakıcı bir susuzluk sarmıştı bayağı: Gerçekten, o gün bu gün fizyoloji tıp ve doğa bilimlerinden başka hiçbir şeyle uğraşmadım, –asıl tarihsel incelemelere bile, ancak ödevim beni zorla sürüklediği zaman döndüm. İlk o zaman, iç güdüye aykırı olarak, insanı çekip bağlayan hiçbir olmaksızın seçilmiş bir etkinlikle, o “meslek” dedikleriyle, boşluk ve açlık duygusu içinde afyon yerine geçecek, Wagner sanatı örneği bir sanat bulup kendini uyuşturma gereksinmesi arasındaki ilişkiyi de sezdim. Çevreme yakından bakınca, bu tehlike başlarında olan çok sayıda genç gördüm: Doğaya aykırı bir iş, bir ikincisini getirir ardından, hiç şaşmaz bu. Daha açık söyleyeyim, Almanya’da, “Alman devleti” içinde çok kimse erkenden seçip karar verir, bir daha da bu yükü üzerinden atamaz, altında çürür gider; bunun kurtuluşu yoktur… İşte böyleleri afyon ister gibi Wagner’i isterler, –orada bir an olsun kendilerini unuturlar, kendilerinden sıyrılırlar… Bir an da ne söz, beş altı saatliğine!
O zaman içgüdüm, razı olmanın, başkalarına uymamın, kendimi onlarla bir tutmanın daha da uzun sürmesine karşı kıyasıya cephe aldı. Başlangıçta toyluğumdan içine düştüğüm, sonra da o “ödev duygusu” denilen şey yüzünden saplanıp kaldığım bu hiç yakışmayan “çıkar gözetmezlik” tense, her türlü yaşama, elverişsiz koşullara, hastalığa, yoksulluğa katlanmak bence yeğdi. Babamdan geçme o kötü kalıt –ki aslında bir erken ölüm anıklığıydı– işte o sıra ve tam zamanında öyle bir imdadıma yetişti ki, ne denli hayran olsam azdır buna. Beni bozuşmaya, hatır gönül kırmaya, göze batacak davranışlara bırakmaksızın, yavaşça çekip kurtardı hastalık. Kimsenin bana karşı iyi duygularında bir azalma olmadı, artma bile oldu tersine. Ayrıca hastalık, alışkanlıklarımı tümüyle kökünden değiştirme hakkını verdi bana; unutmama izin verdi, buyurdu bunu. Gene onun bağışıydı o sırtüstü yatmak, aylak gezmek, beklemek, sabretmek, kısaca düşünmek zorunluluğu… Gözlerimin durumu yetti tek başına, her türlü kitap kemiriciliğe, açıkça filolojiye paydos ettim: “kitap”tan kurtulmuştum, yıllarca hiçbir şey okumadım artık, –şimdiye dek kendime yaptığım en büyük iyilik bu oldu!– sürekli olarak başka benlikleri dinlemekten –başka nedir ki okumak?– iyice dibe gömülmüş, sesi soluğu kesilmiş o en derin benliğim yavaş yavaş uyandı, önce çekingen ve şüpheciydi, ama sonra yeniden konuşmaya başladı. Yaşamımın o en hasta, en acılı günlerinde kendimden duyduğum mutluluğu başka zaman duymadım hiç. Bu “kendime dönüş”ün benim için ne anlama geldiğini anlayabilmek için, “Tan Kızıllığı”na ya da “Gezgin ve Gölgesi”ne bir göz atmak yeter: En yüksek anlamıyla bir iyileşmeydi bu! Gerisi kendiliğinden geldi.[divider]
İnsanca, Pek İnsanca, bana dışardan bulaşmış her türlü “yüksek yutturmaca”ya, “ülkücülüğe”, “ince duygular”a, kadınca başka ne varsa hepsine hemen son vermek için kendi kendime koyduğum sıkı düzenin bu anıtı, ana hatlarıyla Sorrento’da yazıldı: tamamlanıp son biçimi alması ise, Sorrento’dakinden çok daha elverişsiz koşullar altında Basel’de geçirdiğim kışa rastlar. Aslında, o sıra Basel Üniversitesi’nde okuyan ve bana pek yakından bağlı olan Bay Peter Gast’tır bu kitabın sorumlusu. Ben başım gözüm sarılı ve acılar içinde yazdırıyordum: O bir yandan yazıyor, bir yandan düzeltiyordu, –asıl yazar oydu, ben yalnız neden’iydim kitabın. Sonunda ağır hasta birinin derin şaşkınlığı içinde, kitabı basılmış olarak elime alınca, Bayreuth’a da iki nüsha gönderdim. Rastlantının pek anlamlı, eşsiz bir oyunuyla, aynı anda Parsifal metinin güzel bir nüshası geldi bana; üzerinde Wagner’in şu armağanı vardı: “Değerli dostu Friedrich Nietzsche’ye, Richard Wagner’den, –Kiliseler Danışmanı”? İki kitabın bu çatışmasında uğursuz bir çınlama duyar gibi olmuştum. Kılıç şakırtısını andırıyor muydu bu?… Hiç değilse biz ikimiz böylece duyduk bunu: İkimiz de sustuk çünkü, –O sıralardaydı ki, Bayreuther Blätter’in ilk sayısı çıktı. Neyin tam zamanıydı, anladım hemen. –İnanılmaz şey! Wagner sofu olmuştu…
O sıralar (1876) kendimi nasıl görüyordum, büyük, tarihsel ödevimi nasıl olağanüstü bir yanılmazlıkla kavramıştım, başından sonuna dek bunun tanığıdır kitap; ama özellikle bir bölümü çok keskin dile getirir bunu. Yalnız, bana özgü kurnazlığımla, gene “ben” sözcüğünden kaçınmış ve bu kez Schopenhauer’e ya da Wagner’e değil, seçkin Dr. Paul Ree’ye (–1849/1901– Yazar, Nietzsche’nin dostu. Törel değerlerin kaynağı ve oluşumu üstüne düşünceleriyle Nietzsche’yi etkilemiştir.) dünya tarihine geçecek bir ün bağışlamıştım, –bereket versin ki, o kendisi bu konuda faka basmayacak kadar anlayışlıydı… Başkaları öyle anlayışlı olmadılar. Okurlarım arasında umudu kestiklerimi, örneğin tam bir Alman profesörünü şundan tanırım: Salt bu parçaya bakıp, koskoca kitabı bir çeşit yüksek “reealism” olarak yorumlayacaklarını sanırlar… Gerçekte o bölüm dostumun dört beş cümlesiyle çelişmekteydi; bu konuda “Töre’nin Soykütüğü” önsözüne başvurabilir. –İşte sözü geçen bölüm: Çağımızın en gözü pek, en katı yürekli düşünürlerinden biri, “Törel Duyuşların Kaynağı Üstüne” adlı kitabın yazarı (lisez: [… diye okuyunuz.] Nietzsche, ilk töresizci) insan edimlerinin o keskin, derine inen çözümlenmesi sonucu hangi ilkeye varmıştı? “Törel insan anlaşılır dünyaya doğal insandan daha yakın değildir, –anlaşılır dünya yoktur çünkü…” Bu cümle tarihsel bilginin (lisez: Tüm değerlerin yenilenişi) çekici altında sertleşip keskinleşerek, ilerde belki bir gün –1890!– insanlığın “metafizik gereksinmesi”nin köküne vurulacak balta olabilir, –insanlığın yararına mı, yoksa yıkımına mı, kimse bilmez bunu… Ama ne olursa olsun, çok önemli sonuçlar doğurabilecek, hem verimli, hem korkunç, tüm büyük doğrular gibi o çifte yüzüyle dünyaya bakam bir cümle…
Nietzsche; Ecco Homo’dan…