İnsan Hakkında
Claude-Adrien Helvetius (1715-71), bir vergi tahsildarı olarak topladığı büyük servetini filozofları himaye etmek için kullanmış, Paris’te seçkin bir salon5 açmıştır. İki başyapıtı, Zihin Hakkında (De l’esprit,1758) veİnsan Hakkında (De l’homme, 1772) ölümünden sonra yayınlanmış olduklarından, Helvetius, Paris parlamenterlerinin ve Katolik otoritelerinin hışmından kurtulmuş sayılır. Yazarın eşitliğe olan inancının boyutlarını Diderot bile aşırı bulur ve yadırgarken, Helvetius’un sansasyonalist psikolojisi ve çevreciliği tümüyle olmasa bile dönemim filozoflar tarafından paylaşılmıştır.
Kavrayış, fikirlerimizin bir araya gelmesinden başka bir şey değildir. Fikirlerimiz, Locke’a göre, hislerimiz sayesinde bize gelirler ve bu prensipten yola çıkarak, benimki gibi, kavramanın bir çeşit iktisaptan başka bir şey olmadığı düşünülebilir.
Bunu üreten organa bir isim veremeden, bunu doğanın küçük bir hediyesi olarak veya belirli bir organizasyonun etkisi olarak kabul etmek, felsefeye anlaşılamaz nitelikleri geri getirmektir; kanıt olmadan inanmak ve gelişigüzel yargıya varmaktır.
Tarih ve deneyim eşit olarak, hislerin daha çok veya daha az keskinliğinden kavramanın bağımsız olduğunu bize bildirir; farklı vücut yapısına sahip insanlar aynı tutku ve aynı fikre sahiptirler.
Lock’a ait prensipler, bu düşünceyle çelişmekten çok, bunu doğrulamaktadırlar; eğitimin bizi olduğumuz kişi yaptığını kanıtlarlar, eğitimleri daha benzer oldukça insanlar daha çok birbirine benzer; sonuç olarak, bir Alman bir Fransız’a bir Asyalıdan daha çok benzer ve başka bir Alman’a ise bir Fransız’dan daha çok benzer ve kısaca, eğer insanların kavraması çok faklıysa bunun sebebi hiçbirinin aynı eğitime sahip olmamasıdır.
Haklarında bu eseri oluşturduğum gerçekler de böyledir; kendi prensiplerimle Locke’nkileri mukayesenin onların doğruluğuna beni ikna etmesiyle bunu daha fazla bir güvenle halka sundum.
Bir bilim nedir? Tümü bir tek genel ve orijinal prensibe bağlı olan bir dizi önerme. Ahlak bir bilim midir? Evet, eğer ki tüm ahlaki kuralların gerekli sonuçlar oldukları yegâne prensibi bedeni duyu ile keşfetmişsem. Bu prensibin gerçekliğinin bilinen bir kanıtı, onun insanoğlunun varlığının tüm hallerini açıklamasıdır, onun insanoğlunun kavramasının, aptallıklarının, aşklarının, kinlerinin, hatalarının ve çelişkilerinin sebeplerini oluşturmasıdır. Bedeni duyarlılığın varoluşu herkes tarafından izin verilen bir gerçek olduğu için, onun fikri açık, kavram ayrı, tanımı belirlenmiş olduğu için ve son olarak hiçbir hata bu kadar basit şekilde kendini bir aksiyomla karıştıramayacağı için bu prensip daha kolay ve evrensel bir şekilde uyarlanmalıdır.
Bedeni duyarlılık insanlara koruyucu bir melek olarak verilmiştir ve devamlı olarak onların korunmalarını izlemek için görevlendirilmiştir. İnsanları bırakın mutlu olsunlar; bu belki de doğanın yegâne görünümüdür ve ahlakın yegâne prensibidir. Yasalar iyi olduğu zaman, kişisel menfaatle hiçbir şekilde kamu menfaatine zarar veremez; herkes kendi mutluluğunun peşine düşecektir; herkes talihli ve adil olacaktır, çünkü herkes kendi mutluluğunun komşusunun mutluluğuna bağlı olduğunu anlayacaktır.
Keyif ve acı, kişisel menfaatleri daima milletinkilerle birleştiren bağlardır; her ikisi de kaynağını bedeni duyarlılıktan alır. Ahlak ve yasama bilimleri, bu nedenle, bu basit prensipten kaynaklanan tümdengelimden başka bir şey olamaz.
İnsanların yeteneklerinin ve iyi ahlaklarının onların gücünü ve mutluluğunu belirliyor olması doğru ise, şundan başka bir soru daha önemli olamaz: Canlıların yetenekleri ve iyi ahlakı, organizmasının mı, yoksa aldığı eğitimin mi etkisidir?
Ben ikinci görüşü savunuyorum ve De l’esprit’te belki de sadece geliştirilmiş olanın burada sağlamasını yapmayı öneriyorum. Eğer insanın gerçekte eğitiminin ürününden başka bir şey olmadığını deney ve uygulama yoluyla kanıtlayabilirsem, insanoğluna önemli bir gerçeği şüphesiz göstermiş olurum. Büyüklüklerinin ve mutluluklarının enstrümanını ellerinde tuttuklarını öğrenirler ve mutlu ve güçlü olmak için eğitim bilimini mükemmelleştirmekten başka hiçbir şeyin gerekli olmadığını öğrenirler. (…)
İnsan cahil olarak doğmuştur; aptal olarak doğmamıştır. (…)
Öyle olmak ve içindeki doğal ışıkları söndürebilmek için sanat ve yöntem kullanılmalıdır; eğitim ona hata üzerine hata kazandırır, okudukça ilişki kurduğu önyargıların sayısı da artar. (…)
Yunanların ve Romalıların olgunluğa eriştiği yaşlar karşısında şaşkınız. Erginliklerinde ortaya koydukları çeşitli yetenekleri nelerdir? Yirmi yaşında, İskender, bir ilimadamı ve Doğu’nun fethini üstlenmiş büyük bir komutan olmuştu bile. Aynı yaşlarda, Scipio ve Hannibal en büyük projeleri şekillendirmiş ve en zor kuruluşları işletmişlerdir. Daha olgunluk yaşına gelmeden Avrupa, Asya ve Afrika fatihi olan Pompey, yeryüzünü ünüyle doldurmuştur. Peki, bu Yunanlılar ve Romalılar nasıl oldu da birdenbire ilimadamı, hatip, komutan ve devlet bakanı oldular? Cumhuriyetlerindeki her türden görev için kendilerini nasıl geliştirdiler, o görevleri nasıl ifa ettiler ve günümüzde hiç kimsenin o görevleri üstlenemeyeceği bir yaşta sıklıkla vuku bulan bir şekilde o görevlerden nasıl olup da feragat ettiler? İlkçağ insanları modernlerinden farklı mıydı? Onların organizması daha mı mükemmeldi? Hiç şüphesiz, hayır. Örneğin bilim dallarında, seyrüsefer sanatlarında, fizikte, mekanikte, matematikte… biliyorum ki modern insan, ilkçağdakileri aşmıştır.
Daha sonrakinin ahlakta, politikada ve yasamada korunmuş uzun bir süredir sahip olduğu üstünlük, bu sebeple onların eğitiminin bir etkisi olarak kabul edilmelidir. Gençliğin eğitimi skolastik eğitimcilere değil, filozoflara tevdi edilmişti. Bu filozofların amacı kahramanlar ve büyük politikacılar yetiştirmekti. Talebenin hikâyesi efendisine yansıtılmıştı ve onun ödülü buydu.
Bir eğitmenin amacı artık bu değildir. Talebelerinin aklını ve ruhunu överek elde edebileceği nasıl bir menfaati olabilir ki? Hiç. Amacı nedir? Onların doğal kabiliyetlerini zayıflatmaktır; onları batıl itikatlı yapmaktır, eğer ki şu tabiri kullanmam mümkünse, onların dehalarının kanatlarını koparmaktır, akıllarındaki tüm gerçek bilimi ve kalplerindeki tüm yurtsever erdemi boğmaktır.
Okul ilahilerin altın çağı, cehalet karanlığının, Luther ve Calvin’den önce, yeryüzünü kapladığı çağlardır. Daha sonra, bir İngiliz filozof şöyle demiştir: “Batıl itikat tüm milletlere hükmetmiştir; insanlar, Nabukadnazar gibi, cehennem zebanilerine dönüşmüştür; aynı katırlar gibi dizginlenmiş, eyerlenmiş ve çok büyük ağırlıklar yüklenmişti, batıl itikadın ağırlığı altında inildiyorlardı; ama sonunda bu katırlardan bazıları çifte atmaya ve birdenbire yüklerini ve binicilerini sırtlarından atmaya başladılar.”
Bu konuya dair iki düşünce şimdiki çağın âlimlerini birbirinden ayırmaktadır. Kimileri, kavramanın belirli bir çeşit içten gelen huy ve organizmanın etkisi olduğunu kabul ediyorlar. Ama şu ana kadar hiç kimse bir dizi gözlemi sonucunda, kavramayı oluşturan çeşitli organı, huyu veya gıdayı belirleyemedi. Kanıttan yoksun ve muğlak bu iddia, neticede, kavramanın huy veya organizma olarak adlandırılan, bilinemeyen bir sebebin veya gizli bir niteliğin etkisi olduğuna indirgenmiştir.
Quintilian, Locke ve ben şöyle söylüyoruz:
Akıllardaki veya kavramadaki farklılık bilinen bir sebebin etkisidir ve bu sebep eğitimdeki farklılıktır.
Demek ki deneyim, bir halkın karakterinin ve ruhunun devletin biçimiyle değişeceğini kanıtlar ve farklı bir devlet, nöbetleşe, aynı millete bir soylu veya adi, değişmez veya dönek, cesur veya korkak bir karakter verir. Bu yüzden insanlara, doğduklarında ya eğilim ihsan edilmemiştir ya da tüm iyi ahlak ve tüm ahlak bozukluklarına eğilim ihsan edilmiştir; bu sebeple onlar eğitimlerinin ürününden başka bir şey değillerdir. Eğer bir Perslinin özgürlük hakkında hiçbir fikri yoksa ve bir vahşinin kölelik hakkında hiçbir fikri yoksa, bu onların farklı eğitimlerinin etkisindendir. (…)
İnsanların cebirle karakterlerini kolayca değiştirmeyeceğini kim söylerse, sadece uzun sürede oluşturulan alışkanlıkların bir anda yok edilemeyeceğini söylemiş olur.
Hastalıklı mizaca sahip insan karakterini saklar, çünkü kendi hastalıklı doğasını uygulayabileceği bazı adilikleri daima bulunur. Ama onu uzun bir süre için bir aslan veya zorbanın huzurunda tutarsak ve şüphe değil ama devamlı bir yasaklama varsa, bir alışkanlığa dönüşmüşse, karakteri yumuşayacaktır. Genel olarak, yeni alışkanlıklar edinecek kadar genç olduğumuz sürece düzelebilmesi mümkün hatalar, ahlak bozuklukları, sadece vasıtalar kullanmadan düzeltemeyeceklerimizdir ki, bu vasıtalardan ahlak, yasalar veya gelenekler uygulamaya izin vermezler. Eğitim için hiçbir şey imkânsız değildir; ayıya dans bile ettirir. (…)
İnsan, fikirsiz ve tutkusuz doğar ama taklitçi ve uysal bir modeldir; bu sebeple eğitilebilirdir; alışkanlıklara ve karaktere sahiptir. Şimdi soruyorum: Neden alışkanlıklar belli bir sürede edinilirler, neden sonunda karşı alışkanlıklar tarafından yok edilemezler. Rütbesine göre, sarayda ve bakanlıkta işgal ettikleri farklı yere göre, kısacası, durumlarında meydana gelen değişikliğe göre karakterini değiştiren kaç insan gördük.
İnsanın neredeyse evrensel olan mutsuzluğu yasalarındaki eksikliklerden ve zenginlik dağılımındaki fazlaca eşitsizlikten kaynaklanmaktadır. Birçok krallıkta sadece iki sınıf yurttaş vardır; birisi zaruri ihtiyaçlarını ister ve diğeri aşırı bolluk içerisinde isyan eder.
Bunlardan ilki isteklerini tatmin edemez ama aşırı çalışmayla bile: Böylesi bir çalışma herkes için doğal bir beladır ve bazılarına göreyse bir cezalandırmadır.
İkinci sınıf, bolluk içerisinde yaşar ama aynı zamanda memnuniyetsizlikten kaynaklanan ıstırap içerisindedir. Memnuniyetsizlik, neredeyse fakirlik kadar korkulması gereken bir beladır.
Bu sebeple, birçok ülke talihsizlikle kalabalıklaşmış olmalıdır. Onları mutlu etmek için ne yapılmalıdır? Bazılarının zenginliklerini eksiltin, başkalarınınkini artırın, fakirleri öylesine bir rahatlık devletine yerleştirin ki, yedi ya da sekiz saatlik çalışmayla kendilerinin ve ailelerinin isteklerini rahatlıkla sağlasınlar. Bundan sonra, bir halk olabileceği kadar mutlu hale gelecektir.
Az sayıda iyi vatansever vardır; her zaman adil az sayıda yurttaş vardır. Neden? Çünkü insanlar adil olmak için eğitilmedi; çünkü bugünün ahlakı, söylediğim gibi, ağır hataların ve çelişkilerin karmakarışık bir yığınından başka bir şey değildir; çünkü adil olmak için insanda anlayış olması gerekir ve onlar doğa yasasının en bariz mefhumlarını çocuklarda gizlerler.
Ama çocuklar, uygun adalet fikirlerini anlayabilecek kapasitede midir? Bildiğim kadarıyla, eğer dini bir soru-cevaplı eğitim yardımıyla çocuğun hafızasına, sıklıkla en saçma olan inanca dair başlıklar kazandırabilirsek, sonuç olarak, ahlaki bir soru-cevaplı eğitim yardımıyla, eşitliğe dair ahlaki kuralları kazandırabiliriz ki, günlük deneyimler hemen faydalı ve doğru olduklarını kanıtlayacaktır. (…)
Ruhban sınıfının menfaati, diğer bedenlerinki gibi, zamana, yere ve durumlara göre değişir. Bu sebeple, prensipleri sabitlenmiş her ahlak, hiçbir zaman papazlıkla uyarlanamayacaktır; ahlaki kuralları karanlık ve aykırı ve sonuçta değişken birini isterler ki onu kendilerini bulabilecekleri tüm durumlara uyarlayabilsinler.
Papaz, yarın ayıplayacağı bugünün hareketini meşrulaştırabilmek için keyfi bir ahlak ister.
Halkının eğitimini papazlara emanet eden millet mutsuzdur!..
Helvetius, İnsan Hakkında Bilimsel Bir İncelem