Hume'un Soruşturması
David Hume'un (Birinci) Soruşturma'sının (An Enquiry concerning Human Understanding, 1748, 1752) birbirine bağlı iki sorunu ve yönelimi vardır: Çağında yaygın olan, mucizelere inanma olgusu; dolayısıyla, neden-etki bağlantısının rastgele ya da gelişigüzel kurulabilmesi… (Buradan hareketle tarih yazımının bilgisel temellerine inen düşünürün, olgunluk döneminin büyücek bir bölümünü bir İngiltere Tarihi yazmaya adaması anlamlandırılabilir.)
"Hannibal filleriyle Alpleri aşarak ordusunu Roma'ya yürüttü" önermesi ile
"Musa asasıyla Kızıldeniz'i yararak halkını Vaadedilmiş Ülke'ye yürüttü" önermesi arasında ne fark vardır? İnsanın bilme biçimleri açısından birincisine "inanmak" ile ikincisine "inanmak" nasıl ayırt edilebilir? "Bilgi" ile "inanç" arasındaki fark nedir?
"Olgu durumlarından sonuç çıkarma" adını verdiği bilme biçiminin derinlemesine bir çözümlemesini yapan Hume, Aydınlanma'nın "dinsel inanç"a yönelik tutumunun temel örneğini oluştururken İngiltere'de "ateistin teki, n'olacak" diye es geçilirken, kısa zamanda çevrildiği Fransızca'da, Parisli aydınlanmacıların (Diderot, D'Alambert, Voltaire, Rousseau gözdesi oluyordu) temelde, felsefe tarihlerinde yerleştirildiği Britanyalı Empiristler geleneğini (Locke, Berkeley) sorguluyordu: her türlü bilgi, algılanan olgulara dayanıyorsa, nasıl oluyor da insanlar algılamadıkları -hatta hiç algılayamayacakları; algılanmamış ve algılanamayacak-, "duyuların verilerinde ya da belleğin kayıtlarında bulunmayan, olgu durumları"yla ilgili bilgi ya da kanı "inanç" sahibi olabiliyorlar? -Ne Alpler'i fillerle aşan Hannibal'i ne de Kızıldeniz'i asasıyla yaran Musa'yı görebilecek durumdayım- O zaman, Tacitus'u ve Eski Ahit'i okurken aynı bilgisel işi mi yapıyorum?
Olgusal sonuç çıkarma (akılyürütme) çözümlemesiyle, Soruşturma, bir yandan sonraki yüzyıllarda oluşacak "bilgi kuramı" (epistemoloji/gnoseoloji) geleneğinin ilk bütünlüklü çözümlemesi olurken, bir yandan da, Kant'tan başlayarak Nietzsche üzerinden Thomas S. Kuhn'a ulaşacak başka bir çizgiyi olanaklı kılıyordu. Hume'un çözümlemesinden çıkan en önemli sonuç şuydu: neden-etki bağlantısı, algılayarak edindiğimiz "öğrendiğimiz" bir şey değildir; "doğa"ya, "dünya"ya bakarak görebileceğimiz, "deneyim" yoluyla elde edebileceğimiz bir bağlantı değil; tersine, "doğa"yı, "dünya"yı görebilmek için, onlarda olup bitenlerle ilgili sonuç çıkarırken, onlara bakarak "deneyim" edinirken, onlara kendi kattığımız bir şeydir.
Hume'un "neden-etki bağlantısını nereden biliyoruz?" sorusuna verdiği sonul yanıt, "hep yinelendiğinden dolayı, alışkanlıktan" oldu; yani, parlak bir "kuşkucu" sonuca ulaştığı halde, bir anlamda, empirist yaklaşımını ve Newton temelli "doğa yasası" düşüncesini aşamadı. Ama, aynı zamanda, "mucize" kavramında içerilen -sonradan Hegel'in geliştireceği- ereksel ögeye (yapan birisi; "etkin özne"; yani "Tanrı") de ilk canalıcı darbeyi vurdu (-Hume'dan sonra sırasıyla Darwin, Marx ve Freud, bu ögeyi çeşitli bilgi alanlarından kovalayacaklardır).
Hume'dan hemen sonraki adımı atmak ise, bu sonucun önemini ilk kavrayan filozof olan Kant'a düştü: "neden-etki bağlantısını kendimiz kurarız - anlama yetimizin kendisinden kaynaklanan bir kavrama biçimidir".
Kant sonrası da felsefe tarihlerinde garip bir anlayış gelişti: Kant, açıkça "itiraf" ederek, Hume'un kendi yolunu açan "en büyük dünya-bilgesi" olduğunu söylüyordu; oysa 20. yüzyıla gelindiğinde, empirizmin mirasçısı pozitivizm (Mill, Spencer; Meinong) ve mantıkçı pozitivizm (Russell, Viyana Çevresi) Hume'u Kant'a karşı çıkardılar. Yanyana ya da peşpeşe okunması gereken Soruşturma ile Saf Aklın Eleştirisi'ni karşı karşıya okudular.
Soruşturma, böylece, felsefe tarihinin büyük -kalıcı- metinlerinin ortak yazgısını paylaşır: Hep yeniden yeni düşüncelerin esin kaynağı, başlangıç noktası olmak ama, hep de yeniden yanlış anlaşılmak… (...)