Hristiyanlık Ve Felsefe
Roma İmparatorluğu, M.S. 4. yüzyılda bölünmüş ve 400 yılının hemen öncesinde de Hıristiyanlık imparatorluğun hakim dini haline gelmişti. 5. yüzyıl boyunca Germen kabilelerin istilaları ivme kazandı ve Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı. Antikite sona erdi ve Ortaçağ başlamış oldu. İlk olarak, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunda hakim din haline gelmesiyle yaşanan belli değişimlere göz atacağız. Ardından Roma İmparatorluğu'ndan Ortaçağ toplumuna geçiş sü*recinde ortaya çıkan bazı değişimleri ele alacağız. Daha önce, Helen-Roma dö*nemindeki toplumsal koşulların belirgin bir siyasal çekilmeye ve teorik felsefeye duyulan ilginin azalmasına yol açtığını belirtmiştik. Felsefe, özellikle kişisel, ahlakî sorunlar üzerine odaklanmıştı. Fakat Antikitenin sonlarına doğru, bu yaşam felsefesinin yetersiz olduğu hissedilmeye başlanmış ve pek çok insan dini bir yanıtın peşine düşmüştü. Neo-Platonculuk ve bir oranda da son dönem Stoacılık yeniden uyanan bu dini özlemi dile getirmiştir. Ve Hıristiyanlık gelişme*si için çok uygun bir ortam bulmuştur.
Hıristiyanlık herkese hitap ediyordu. Herkes için umut vaat ediyordu. Siyasî güçsüzlük ve maddi sefalete rağmen, karakterin kötülüğüne ve zayıflığına rağmen, yine de herkes için umut vardır. Hayatlarımız, dramatik tarihi bir sürecin parçasıdırlar, öyle bir süreç ki, sonunda bu hayatın sefaletine ve adaletsizliğine karşı sadece bir telafi bekleyebiliriz. Bütün bunların üzerinde, dindarlara ol*duğu kadar günahkarlara da merhamet ve kurtuluşu bağışlayan Göksel bir Ba*ba vardır.
İlk Hıristiyanlar için, Helen aydınları ile karşılaşma şu biçimde olmuş olmalıdır. Entellektüeller Yunan ve Helen felsefesinde eğitim görmüşlerdi ve İncil'inkinden farklı bir kavramsal dünya içinde yaşıyorlardı. Hıristiyanlar bu entellektüellere nasıl karşılık vermeliydiler? Onları Hıristiyanlaştırmak için İncil'i onların diline "tercüme" etmeye mi çalışmalıydılar? Yoksa felsefenin tümünü bir putperest deliliği olarak kınamalı ve bu entellektüellere de İncil'in dilinden mi konuşmalıydılar? Burada böylelikle iki farklı strateji söz konusudur. Anakronik olarak, birinci stratejiyi "Katolik" (inanç ve gelenek) olarak adlandırabiliriz. Bu strateji felsefî geleneğin de Tanrı tarafından yaratılmış olduğunu kabul eder. Şu halde, Hıristiyanlar bu geleneğe olumlu olarak yaklaşmalı ve Hıristiyan inanışlarını felsefenin yardımıyla ifade etmekten korkmamalıdır. İkinci stratejiyi "Protestan" (sadece inanç) olarak isimlendirebiliriz: Hıristiyan, gerçeğin sadece ve sadece İncil'de bulunduğunu ve bu gerçeğin Yunan felsefesi gibi putperest gelenekler tarafından kirletilmemesi gerektiğini belirtir. İlk stratejinin daha etkili olduğu görüldü ve sonuçta İncil'in mesajlarını Yunan ve Helen felsefelerini yardımıyla anlaşılır kılmaya çabalayan bir Hıristiyan ilahiyatı ortaya çıkmış oldu. Bu durumda, Hıristiyan ilahiyatı Hıristiyan olmayan çağdaş entelektüellerin itirazlarına karşı, Hıristiyanlığın savunması şeklindeki apolojetiklerle başlamıştır. Son dönem Stoacılık bir rol oynamış olsa da, ilk başta, hepsinin üzerinde, Hıristiyanlığın ve Neo-Platonculuğun bir sentezini buluruz. Bu teolojik sentez, aşağı yukarı M.S. 300'den 1200'lere kadar Ortaçağın büyük bir bölümünde haklın olmuştur. 13. yüzyılda Aristo, Batı Hıristiyan Dünyası tarafından yeniden keşfedilmiştir. Böylelikle Hıristiyanlık ve Aristoculuk senteziyle karşılaşırız. Bu teolojik sentez, sonraları Roma Katolik Kilisesinin hakim felsefesi haline gelmiş*tir.
Ortaçağda felsefe ve ilahiyat doğru idrake götürdüğünü iddia eden iki ana öğrenim dalıydı. Bizim anladığımız şekliyle doğal bilimler ortaçağın sonlarına kadar Avrupa kültüründe neredeyse yoktu. Dolayısıyla bu dönemde inanç ve akıl arasındaki ilişkinin merkezi oluşu oldukça doğaldır. Bu iki disiplin, felsefe ve ilahiyat, birbirlerine karşı konumlarını belirlemek zorundaydılar: Hangi so*rular ilahiyata, hangileri felsefeye aittir? Ortaçağda felsefe ve ilahiyat arasındaki yakın ilişki, çoğunlukla sanki ilahiyat bir anlamda felsefeyi pençesinde tutuyormuş, yani felsefe bir "kurban"mış gibi yansıtılmıştır. Halbuki bunu tam tersine çevirip şöyle de söyleyebiliriz: Asıl Yunan ve Helen felsefeleri ilahiyatı (Hıristiyanlık) yıpratmıştır: Teslis ve ruhun bedene karşı üstünlüğü gibi teolojik doktrinler (dogmalar) Helen (Neo-Platoncu) filozoflarının diline uygun biçimde düzenlenmişlerdir. Fakat, insanlar Neo-Platoncu biçimde düşünmeyi bıraktık*tan sonra dahi, ilahiyat bu felsefî terminolojiye tutsak kaldı. Dolayısıyla ilahiyat ve felsefenin bir arada varoluşunun sonucunda esas "acı çeken" ilahiyattı.
Kimin kimi "boyun eğdirdiğine" karar vermek bizim işimiz değil. Bunun yerine, kaderin tarihî hükümleri üzerine ahlak dersleri çıkarma eğilimine ki bu halde kolaylıkla olaylardaki tarihi "gerekliliği" gözden kaçırabiliriz karşı uyarmak daha uygun bir davranış olur. Bunlar yerine şu soruyu sorabiliriz: Felsefî ve entellektüel ortama, yeni fikirler biçiminde Hıristiyanlık neler getirmiştir? Özetle belirtilecek olursa, yeni kavramlar şunlardı:
1- İnsanın, evrenin merkezi olarak algılanışı
2- Tarihe, doğrusal bir bakış
3- Tanrının, bir kişi ve yaratıcı olarak kavranışı
Yunanlı filozoflar insanı çoğunlukla evrendeki yaratılmışlardan biri olarak görürlerdi: Aslında üst düzey, ama yine de özel bir konumu olmayan bir yaratık. Taşlar ve toprak, bitkiler ve hayvanlar, insanlar ve tanrılar vardır- hepsi de aynı sonlu evren içinde olan. Hıristiyanlıkta bu farklıdır, şöyle ki: Tanrı bu dünyanın ötesinde var olan bir kişidir ve dünya -taşlarla, bitkilerle, hayvanlarla ve insanla- Tanrı tarafından insan kurtarılabilsin diye yaratılmıştır. Evren, insan ve Tanrı bağlamında ikincil konumdadır. Yaratılıştaki her şeyin merkezinde insanın dünya üzerindeki kurtuluş mücadelesi yer almaktadır.
Kurtuluş ve günah fikirleri erdem ve iyi yaşamın gerçekleştirilmesi gibi ahlaka dair geleneksel Yunan fikirleri pahasına yer edinmiştir. Ve kurtuluş her insan içindir. İnsanlar yaratılmış her şeyden sonsuz derecede üstün bir değere ve bütün insanlar da ilke olarak birbirleriyle aynı yüksek değere sahiptir. Bu, aynı zamanda, Stoacı doğal hukuk, evrensel kardeşlik ve eşitlik fikirleriyle Hı*ristiyan kavramlarının birbiriyle uyuştuğu anlamına gelir: Evrensel olarak ge*çerli bir hukuk mevcuttur, yani, Tanrının sözü. Ve bütün İnsanlar eşittir, çünkü hepsi de Tanrı tarafından, Tanrının suretinde yaratılmışlardır.
Hem kozmolojik hem de aksiyolojik açıdan, insan merkezdedir. Aynı zamanda, esas olan doğa değil tarihtir. Ve tarih, Stoacılıkta olduğu gibi döngüsel değildir, fakat doğrusaldır. Tarih ileriye doğru hareket eder: Yaratılış, insanın düşüşü, İsa'nın doğuşu, O'nun yaşamı ve yeniden dirilişi, günah ve kurtuluş arasındaki mücadele, hepsi Hüküm Gününü beklemektedir