Her Bilimin Arkasında Felsefe Var
Hocam, öncelikle sizi biraz tanıyalım istiyoruz. Siz hem fizikçisiniz, hem felsefeci. Ve tarihle de çok yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Bu ilgi nereden kaynaklanıyor?
Memnuniyetle. Buna mültidisipliner çalışma adı verilir, önce onu söyleyeyim. Mültidisipliner, yani çok disiplinli. Bu en zor çalışma türlerinden biridir. Bu her iki disiplin de veya ikiden fazla ise çoğul olarak disipliner, her birisi için de belli bir müktesebati mecburi kılar.
Benim ilk kariyerim elektrik mühendisliğidir. Elektrik mühendisliğini de yaptım, 8 sene kadar uğraştım onunla. Sonra şu anda bulunduğum fakülteye fizik bölümüne öğretim görevlisi olarak girdim. Aynı zamanda hem fizikte hem felsefede çalışmalarımı yürütmeye devam ediyorum veya gayret ediyorum. Bu ilgi bir nevi fıtri bir temayüldü. Mühendislik yaptığım yıllarda dahi felsefi mahiyette eserler okurdum. Nitekim ondan sonra felsefe mastırına girdiğim zaman lisansta felsefe okumuş olan öğrencilerle yarıştım. Sözgelimi, fabrikada çalıştığım yıllarda, teneffüs aralarında boş zamanlarımda buna benzer eserler okurdum. Notlar çıkarırdım, özetler çıkarırdım. İlk çıkardığım felsefe tarihi özeti çalıştığım fabrikadaki bobinaj atölyesinin bobinaj fişlerinin arkasına yazılmıştır. Tabii zaman ilerledikçe mühendisliği yapamayacağımı hissettim. Entellektüel olmak isteyen birisi için fabrika adeta bir hapishane gibidir. Ondan dolayı mühendislikten ayrıldım. Üniversiteye geldiğim zaman buranın bir "Platon Akademiası" olmadığını biliyordum ama bu kadarını da tahmin etmiyordum doğrusu. Onun için üniversiteye gelmekle hayli ciddi mânâda bir ınkisar-ı hayale uğradığımı da söylemekte fayda var.
Bu alanlar arasında - felsefe, fizik, tarih - kurduğunuz bağın size ne gibi etkileri oldu? Ya da felsefeciliğinizin fizikçiliğinize sağladığı en büyük yarar nedir?
Zaten benim asıl ilgi alanım fizik felsefesiydi. Bana mühendislik mesleğimi terkettiren de bu heves idi. Fiziğin kendisinden ziyade fizik felsefesi. Çalışmalarımı bu doğrultuda yürüttüm.
Fizik felsefesi, teknik mânâda fiziğin kendisinden farklı bir disiplindir. Elbette ki belli bir fizik altyapısını ve fizik üzerine de bir çalışmayı gerektirir. Fakat fizik felsefesi fizik biliminin doğrudan doğruya teknik mânâda kendisi değildir. Basit bir örnekle söyleyeyim. Gazalî meşhur eseri Munkız'da, içinde bulunduğu kriz ortamını anlatırken; "hakikati aramak çocukluğumdan beri benim içerimde Allah tarafından bana verilmiş fıtri bir temayüldür" der. Burada bir takım kelimeler önemli: "Hakikati aramak", "içime verilmiş olma", "fıtri bir temayül"... Görünenin ötesinde, onların arka planına, fenomenlerin arkasındaki numenal dünyasına nüfuz etmeye çalışmak ve içinde böyle bir eğilim duymak felsefi düşüncenin, felsefi zihniyetin kendisini oluşturur. Halbuki fizik gibi bilimler teknik mânâda ele alındığı zaman sadece görünenler ile yetinir; onlar arka planlara, niçin sualine hatta çoğu yerde nasıl sualine bile eğilmez. Benim ilgimi teknik mânâda fizik çalışmaları çekmiyordu, bugün de çekmiyor.
Bir defa önümüzde bir varlık alanı var. Buna "fiziksel dünya" diyoruz. Annemizden doğduğumuz günden itibaren ölünceye kadar bu fiziksel varlık alanı içerisinde yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz bu dünyanın fiziksel varlık alanı nedir, nasıl bir şeydir? Bu benim için çok ciddî, birinci derecede önemli bir soru mahiyetini taşıyordu. Nasıl çalıştığından ziyade ne olduğu.
Sonra bunun doğrudan doğruya bir felsefe suali olduğunu ve özel alanı olarak da fiziğe yönelmiş olduğunu biraz felsefeyle uğraşınca keşfedebildim. Teknik mânâda fizikçiler fizik çalıştıkları zaman eşyanın görüngüleriyle - bizim fenomenler dediğimiz - görünür kısmıyla uğraşır. Onların arasındaki münasebetleri, kanuniyetleri, çalışma mekanizmalarını araştırmaya çalışır. Söz gelimi - herkesin çok bildiği bir deney olduğu için söylüyorum - bir taşı bir yükseklikten bırakırsınız. Sonra bunun yüksekliğini, düşüşünü tecrübeli olarak ölçersiniz. Sonra da taşın yere düşmesiyle ilgili genel bir denklem çıkarırsınız. Veya bir kanuna, kanun fikrine varmaya çalışırsınız. Bu teknik bir çalışma. Fakat "Taşı yere düşüren nedir?" sorusu felsefi bir sorudur. Bu felsefi soru bir mantar gibi zihninizi harekete geçirerek fiziğin gelişmesini sağlar. "Taş niçin böyle bir hareket yapıyor?" suali "taş yere doğru çekiliyor da onun için" cevabını doğurmuştur. Bu soru-cevaplar, fizik bilimini de harekete geçirmiştir. Dolayısıyla buradan şöyle bir genel hükme varabiliriz; her bilimin arkasında bir felsefe vardır. Eğer bu felsefe yoksa o bilim sadece teknisyence bir çalışmadan ibarettir ve bilimde belli bir noktaya gelindikten sonra o noktanın ilerisine gidilerek devrimsel bir dönüşüm geçirilmesine yetmez.
Toplum olarak felsefe yapmıyor olmamamızdan da rahatsız olduğunuzu biliyoruz. Felsefenin özgür ortamda ve belli bir refah düzeyine bağlı olarak geliştiği herkesçe bilinen bir şey. Bununla bağlantılı olarak şöyle sormak istiyoruz: Şu anda Türkiye'de felsefe yapmak imkânı var mı?
İmkân tabii ki var ama imkân alanları her bakımdan çok sınırlı. Bir defa felsefe netice itibariyle sadece salt zihninizle, düşünceyle oluşturulacak bir şey değil. Bütün disiplinlerde olduğu gibi geniş bir okumayı, bilgi edinmeyi gerektirir. Entelektüel ortam yok Türkiye'de. Yani entelektüel zihni ortam yok. Hegel'e göre bir ülkede felsefe yapılabilmesi o ülkedeki özgürlükle yakından alakalıdır. Felsefe yapılan bir ülke olmak, felsefe yapılmasına imkân veren bir ülke olmak, özgür bir ülke olmayı gerektirir. Türkiye'de felsefe yapılmasının önündeki en büyük engellerden birisi bu. Ama tek başına belirleyici bir engel değil. İkinci önemli bir mani de var. O da fikirsel altyapımızın felsefe damarını besleyecek kadar verimli ve zengin olmayışı. Bu da bir kısım sağdan geliyor. Dindar insanlarda felsefenin îmana zarar verdiği düşünülür. Hatta birçoğu zındık olunduğunu da düşünürler. Çok yaygın bir kanaat. Bu çok büyük bir engel oluşturuyor. Ülkemizin insanlarının bir kısmında da - muhafazakârları kastederek söylüyorum bunu - hakikatlerin şu veya bu şekilde belirli kişiler tarafından zaten keşfedilmiş olduğu şeklinde bir düşünce var. Bunların felsefi düşünce ortamı sağlamaya imkân vermediği gayet açık. Çünkü felsefi düşünce her şeyle hesaplaşmaktır. Mesela şöyle bir örnek verelim: Müslüman, dindar, mümin, mutekid bir kişi "la ilahe illallah muhammeden resulullah" dediği zaman bu onun benliğini bütünüyle tatmin eder. Fakat bu sıradan Müslümanın üstüne çıkalım, "la ilahe illallah", tamam Allah tek. Allah ne demek peki? Kavram olarak Allah ne mânâya geliyor? Allah'tan başka ilah yok. Ama ben senden başka bir şey öğrenmek istiyorum. Benim beynim kıvrımlı, - malum-u âliniz olduğu üzere beyinler ne kadar girintili çıkıntılı olursa o kadar düşünüyor demektir. Bu yüzden koyunların beyni düzdür, insanların beyni girintili çıkıntılıdır - benim beynim biraz daha çıkıntılı, soruyu soruyorum. Mesela şöyle bir soru soruyorum: "Hz. Muhammed'e vahiy geliyor. Peki peygamber efendimiz kimden aldı bu vahyi?", Cebrail'den", "Cebrail kimden aldı?". Bu soru tartışılıyor mu? Ben bunu sorarım. İşte bu felsefedir. "Peki neden Allah Cebrail'i devreden çıkarmadı da bizzat görüşmedi Hz. Muhammed'le?" Bunu sormak için bana engel tanındığı yerde düşünceye engel tanınıyor demektir. Aynı şey, tabiî, siyaset için de geçerli. Bir ülkede şayet idol haline, fetiş haline getirilmiş birtakım düşünceler veya şahıslar varsa ve bunların en ufak bir şekilde eleştiri konusu edilmesi şiddetli mânâda, tedib ve terbiye edilmeyi iktiza eden ve hatta istilzam eden bir suç odağı addedilmekteyse, bu ülkede ağızlara gem vurulmuş demektir. Bu da ikinci husus.
Bir başka önemli şey, Türkiye'de fikrin, fikir emtiasının fiilen tüketicisinin çok az oluşu. Bu çok önemli bir şey. Yani mesela, bir kitap yazdığınız zaman kitabınızdan alacağınız para sizi epeyce bir süre maddi açıdan tatmin edebilmeli. Bir makale yazdığınız zaman alacağınız para sizi bir süre mesela bir ay geçindirebilmeli. Bir kitap yazdınız diyelim. Fakat astarı yüzünden pahalıya çıktı. Birçok yayınevleri kitap yazarlarına, hele isimleri de yoksa, ilk defa yazıyorlarsa şöyle diyorlar: "Sana 50 kitap veririm, başka da bir şey vermem. Bu 50 kitabı müellif hakkı olarak alırsın gidersin.". "Peki neden böyle?", "Ee, ben senin kitabını basıyorum, daha ne istiyorsun? Seni tanıtacağız." Ciddi bir kitabı bu şekilde yazmaya kalktığınız takdirde kitap yazmanın ne demek olduğunu görürsünüz. İnsanı öldürür; günler, haftalar, uykusuz geceler, aylar geçer. Halbuki bir kitabınız çıktığı zaman o kitabınızla, bir makalenizle bütçenize katkıda bulunuyorsanız, geçinmek için başka bir yere yaslanmak ihtiyacı duymazsınız. Sonra ayaklarınızın üstüne daha rahat durursunuz. Ekonomik bakımdan bağımsızlığınız ve gücünüz artar. Ekonomik bakımdan bağımsızlığı ve gücü artan insanlar da daha başka türlü düşünmeye başlarlar. Ama eğer bu imkân yoksa bu takdirde sizin araştırma yapma imkânınız azalır, istediğiniz kitabı alamazsınız, istediğiniz dergiye abone olamazsınız. Dolayısıyla dünyada fikir piyasasında tedavülde olan fikirleri tam olarak öğrenemezsiniz. Öğrenemediğiniz için de siz de fikir üretemezsiniz. İkincisi de yeteri kadar mesai sarfedecek zaman bulamazsınız. Mesela birkaç yabancı dil bilmesi lazım bir entelektüelin. Ama bunların her birinin öğrenilmesi ciddi mânâda para sarfetmeyi gerektirir. Sadece okulda öğrenmek yetmez. Mümkünse yurtdışına gidip, bir miktar kalmanız lazım. Kim gönderecek peki sizi? Çok somut bir soru soruyorum: Sizi Amerika'ya kim gönderip 2 sene finanse edecek? Her ay kim size 2000-2500 Dolar para verecek, sen Amerika'da dil öğrenesin, bilmem ne bilmem ne... Kimin umurunda bu acaba? Türkiye'de bu kadar zamandan beri bu kadar üniversite ve yüksek okul milyonlarca mezun vermesine rağmen fikir dergilerinin tirajları artmıyor, fikir kitaplarının tirajları artmıyor. Dolayısıyla bir kitap yazdığınız zaman, bir makale yazdığınız zaman, para kazanamıyor, bağımlı oluyorsunuz. Mesela bir cemaate, bir partiye yaslanmak zorunda kalıyor yazar. Veya bir yere yaslanmak zorunda kalıyor. Veya ek iş yapıyorsunuz. Pırıl pırıl yetenekli bir insan, ama hayatını kazanma derdi başka bir iş yaptırıyor. Bu da düşünceyi önleyen bir şey. Descartes büyük bir filozoftu. Ama Descartes hayatı boyunca hep babasından kalmış olan servetle geçindi. Descartes hayatını kazanmak için parmağını bile oynatmadı. Descartes'in babası servet bırakmasaydı Descartes filozof olamazdı. Babası öldü, babasının ölümü sayesinde olabildi. Eğer Newton'un elinden tutanları olmasaydı Newton, Newton olmazdı. Birçok kişi bu şekilde adam olmuştur. Leonardo'yu zengin aileler finanse etmeseydi o nispette eserler veremeyecekti. Eğer Mimar Sinan'a Tanrı tarafından 99 sene ömür bahşedilmeseydi, Kanuni'nin yanına kadar yükselme şansı ve imkânı olmasaydı, Kanuni'nin baş mimarı olduktan sonra da 50 sene o makamda kalamasaydı, arkasında da hakikaten adam kıymetini anlayan Kanuni gibi Osmanlı'nın da en ihtişamlı döneminin padişahı "Sen bana bir Süleymaniye yap, parasını düşünme" diyen bir adam olmasaydı Mimar Sinan'ın o dehası açığa çıkabilir miydi? Bir Selimiye yaratacak deha körelip gidecekti. Belki 3. sınıf mahalle mescidleri inşa edecekti. Bütün bunlara imkân verildi. Türkiye'de bu imkân verilmiyor. Üniversitelerin halini görüyorsunuz. Siz üniversitede hoca değilsiniz, ama siz de talebesiniz. Üniversitede 3 senedir okuyorsunuz. Üniversite hocalarının geçim durumları, hocaların entelektüel kabiliyetleri, hocaların menşeleri - yani geldikleri aile tipleri - ortada. Bunların çoğu taşralı ve köy çocuğudur. Hocaların çoğu köylüdür. Ufukları dardır. Cüzdanlarında parası da azdır. Geçinmek için ikinci bir iş yaparlar. Kütüphanesinde yeteri kadar kitap yoktur. Bilgiye ve felsefi düşünce ye karşı önyargılıdırlar. Her türlü imkân verilse bile içinde pek azı alabilir.
Bunun için Türkiye'de felsefe yapmak demek, çok aşırı derecede büyük güçlükleri göze almak dernektir. Bunları aşabilen karınca kararınca bir takım şeyler yapabiliyor. Ama çok aşırı derecede, hattâ bazen insanın cesaretini kıracak derecede büyük engeller ortaya çıkabiliyor. Bu bakımdan ciddi mânâda bir handikap söz konusu olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden şu şartlar altında tabii ki Türkiye'de felsefe yapmak zor.
Peki siz kendinizi yeterli görüyor musunuz? Bilim ve/veya felsefe alanında her istediğinizi yapabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Türkiye şartlarında ben kendimi entellektüel sayıyorum. Ama bu yeterli değil. İşin doğrusu şu; daha bu konuda çok şey yapmak gerekli, çok mesafe alınması gerekiyor. Ve bana devletin bilim yapabilmem için sağlamış olduğu imkânların birkaç mislini ben ailemin bana vermiş olduğu geliri de katarak kullanabiliyorum - maalesef devletin bana verdiği para benim 1 haftalık ihtiyacımı karşılıyor. Benim kitaplarımı koyacak yerimi dahi bu maaş karşılamayacak. Çok açık ve net söylüyorum, 18 yıldır bu fakültede öğretim görevlisiyim, şu anda aldığım para 500 Dolar. Bu para ile ancak ben çok rutin, çok standart bir kaç harcamamı yapabilirim. Ne bir kitap alabilirim, ne bir dergi alabilirim. Ama eğer kitap alabiliyorsam - işte şurada masanın üstünde yeni bir kitap görüyorsunuz - dergi okuyabiliyorsam, internete girebiliyorsam, bir sempozyuma bir kongreye gidebiliyorsam bunların hiçbirisi devletin bana verdiği para ile olmuyor. Parasını ben kendim ödüyorum. Başka bir yerden buluyorum, orada kullanıyorum. Elimden gelen gayreti sarfediyorum ama bu yeterli mi? Hayır. Ben çok şey kaybediyorum ama ülkem benden daha fazla kaybediyor. Nihayet ben bugün var yarın yokum. Ama bu memleket ben öldükten sonra da var olmaya devam edecek, inşallah!
Bir makalenizde Cemil Meriç'ten ve Türk aydınlarından bahsediyorsunuz. O dönemde aydınlar halktan kopuk, kendi hallerinde yaşıyorlar gibi eleştirileriniz var. Şimdiki entelektüellerin durumu ne? Ondan önce de entelektüel dediğimiz kişiyi anlatır mısınız? Entelektüel kimdir, ne yapar, amacı nedir, vasıfları nelerdir?
Entelektüelin tarifi çok zor. Çünkü her tarif bir sınırlandırma yapar. Halbuki entelektüel yapısı itibariyle sınırlar içerisine konmaz. Ama bu bütün bir çerçeve içine alınarak bir tarifi yapılamasa bile hiçbir şekilde nitelikleri, sıfatı bildirilemeyecek mânâsına gelmiyor. Ama ben kestirmeden şöyle diyeyim. Cemil Meric'in tabiri şudur: "Kendi kafasıyla düşünen adam". Ben bunu bizzat merhumun kendisinden ilk defa dinlediğimde biraz şaşırmıştım. O zaman henüz master yapıyordum. Şöyle bir soru sorduğumu hatırlıyorum: "Hocam herkes kendi kafasıyla düşünür, o zaman bu ne mânâya geliyor?" Bunu dediğimde"Hayır efendim yanılıyorsun. İlk yanıldığın nokta şu; her insan kendi kafasıyla düşünmez. Kendi kafasıyla düşündüğünü zanneder. Aslında onun kafasına sokulmuş fikirleri kendi kafasında dolaştırdıktan sonra dışarıya yayar ve kendi fikri zanneder. Aslında fikrim dediği şey kendisine ait olan şeyler değildir. Başkalarından öğrendiği şeyleri veya piyasada dolaşan bir takım fikirleri, başkalarına başkalarının aktardığı bir takım bilgileri kendi diliyle dillendirerek, kendi sesiyle seslendirerek, kendi beyninden çıkıyormuş gibi anlatır" diye cevap vermişti. Bilim tarihi bilenler der ki: "Bunu filanca söylemiştir". Biraz önce benim size verdiğim isimlerde olduğu gibi. Bunu bazen yadırgarsınız. "Yahu siz de hep konuşurken o dedi ki, bu dedi ki diyorsunuz." E, demeyelim mi yani? Şimdi eğer bunu Descartes dediyse adamın ismini anmamak, hem de biliyorsak üstelik, kadir bilmezlik olduğu gibi, aynı zamanda, terbiyesizlik de olur. Bilimsel deontolojiye aykırı olur. "Descartes'in dediği gibi, Gazali'nin dediği gibi, Farabi'nin dediği gibi"böyle dememiz lazım. Ama bir de hakikaten bir gün tarihe "Durmuş'un da dediği gibi" diye bir cümle geçirtebiliyorsam ben o zaman entelektüel olurum. Sadece benim beynimden çıkan bir fikir.
Başkalarının fikirlerini öğrenmek çok saygıdeğer bir şey. Bir entelektüel olmanın muhakkak ki kaçınılmaz bir şartı. Yeni bir fikir ortaya atabilmeniz için o sahadaki bütün fikirleri bilmeniz ve onlarla hesaplaşmanız lazım. Yoksa aksi takdirde ben kendi fikrimden başka bir şey söylemem dercesine diğer fikirleri küçümsemek bizi yanlış bir yere götürür. Ve bu mesela şuna benzer: Hiç geometri okumadan çok üstün bir zeka eseri ile çalışıyorsunuz ve mesela "Pisagor Teoremi"ni keşfediyorsunuz. Bu çok büyük bir başarı ama lüzumsuz. 2400 sene önce biliniyordu. Bir matematik kongresinde ortaya çıkıp "Bakın ben böyle bir teorem ispat ettim, bu bana aittir" dediğinizde adamı perişan ederler. Şöyle derler "Muhterem, bunu orta okul talebeleri bile biliyor ve 2400 seneden beri biliniyor. Zekânızı takdir ve tebcil ederiz; ama boşuna gayret. Matematiğin oradan başlayarak bu güne kadar ki serencamını bilseydiniz bu zekânızla kim bilir neler yapardınız. Şimdi ancak 2400 sene önceki yerden başlıyorsunuz". Dolayısıyla kendiniz bir fikir üretmek için o noktaya kadar gelmiş olan fikirleri bilmeniz lazım. Bu bakımdan çok zorlu ve yorucu bir uğraşı demektir böyle bir şey. Bunu başarmak da o kadar kolay değil. Ama tekrar söylüyorum çoğunlukla böyle düşündükten sonra hemen arkasından şöyle bir düşünce gelir - veya bu fikirlerin ifadesinden sonra -, "Demek ki hakikaten Türklerden adam çıkmaz, bu millet adam olmaz, öyleyse biz hiç uğraşmayalım. Bakın öyle büyük engeller var. Demek ki biz bu engelleri asla aşamayız, öyleyse biz uğraşmayalım, boş ver başkası yapsın." Bu da yanlış bir fikir. Nihayet Türkiye de o kadar kalitesiz bir ülke değil. Dünya ölçeğine baktığımız zaman geride, fakat önemli şeyler yapılıyor. Ve yapılması lazım.
Şu an geleceğin entelektüelleri yetişiyor. Sizce gelecekte de şu an olduğumuz konumda mı olacağız? Değişme olacak mı?
Ben Türkiye'nin uzak geleceği için ümitliyim.
Ne kadar uzak hocam?
Birkaç nesil, hiç olmazsa 40-50 sene. Fakat bunun için de bazı şartlar koyuyorum. Bu öyle çok romantik bir fikir değil. Ümit derken kastettiğim şey şu. Biz de mesela bir Afrika devleti gibi Afrika toplumu gibi bir seviyeden başlayıp, Afrika devleti gibi sıfırdan başlayıp bu konuma gelmiş olsaydık geldiğimiz konumu çok çok beğenirdik ve haklı olurduk. Yani merdivenin alt basamaklarından başlayıp, on-on beş basamak tırmanmak gibi bir şey olurdu. Bu bir yükselme olurdu. Fakat biz çok yukarılardan çok aşağılara indik. Burada ümitliyim derken kastettiğim şeyi de belki aşağı yukarı tavazzuh ettirmiş oluyorum. Daha yükseklere, merdivenin daha üst basamaklarına tırmanmak. Türkiye'nin istikbalinden ümitliyim ve ben Türk milletinin el yordamıyla çok büyük bir ölçekte doğru yolu bulduğuna dair bir kanaat taşıyorum. Bu meyanda inşallah ümidim doğru çıkar ve dua ediyorum ki her bakımdan Türkiye daha güzel günlere kavuşur.
Hocam sizin bir de "naif felsefe" tabiriniz var. Bunu biraz daha açıklar mısınız?
Naif felsefe terimiyle kastettiğim şu: Buna "natürel felsefe" de diyorum; Naif felsefe, çocuksu felsefe, doğal, tabii felsefe. Tabii burada naturel felsefe batılıların "natural philosophy" dedikleri tabiat felsefesi mânâsında değil, fıtri olarak her insanın içerisinde bulunan hakikati kavrama dürtüsü mânâsında. Bu dürtü, bir "impulse" şekline insanların verilmiş olan itme duygusudur bana göre. Ve her insanda mevcuttur. Âlim, şair, fazıl, cahil, cahil-i kübra, cahil-i uzma her ne olursa olsun her insanda vardır. İnsan olması bunun için yeterlidir. Fakat bu çok düşük bir seviyede olduğu için naif felsefe tek başına yeterli değildir. Bunun zenginleştirilmesi gerekir. İşte bu zenginleştirme sıradan insanda çok kuvvetli darbelerin geldiği anda ortaya çıkar. Bu çok kuvvetli darbeler de çok ender karşılaşılan şok durumlarında ortaya çıkar. Meselâ gündelik hayat içerisinde akşama kadar hayatını kazanmak için çalışan, hiçbir eğitimden geçmemiş bir işçi düşünün. Bu insanın da kafasında ifade edilmemiş bir takım düşünceler, felsefenin ilk tohumcukları mevcuttur. Ama bundan sonra hiçbir zihni egzersiz yapmamıştır. Fakat bir gün bir ölümle karşılaşılacak olursa, bu bir travma hasıl eder. Ölünün soğuk yüzüne bakıldığı zaman - bunu anlamak için gerçekten ölü görmek, elinizi ölünün bedenine temas ettirmek gerekir, hattâ bir ölünün yüzünü öpmeniz gerekir - o zaman birdenbire şunu görürsünüz; bu görmüş olduğum bedende bir noksanlık var.
İnsanın ölüden korkması muhtemelen ölümden korkmasından dolayıdır. Evimizdeki buzdolabının buzluğunda ölmüş tavuk bulunuyor, ölmüş hindi bulunuyor, ölmüş bir koyunun budu bulunuyor. Kıymalanmiş, hattâ akşam da onu çözüyoruz ve sonra onu kemâl-i afiyetle yiyoruz. Bir gece evinizin buzdolabını açtığınız zaman orada donmuş bir insan kellesinin size baktığını görürseniz herhalde şak diye düşer bayılırsınız veya belki diliniz tutulur. Neden bu, çünkü tavuk bana ölümü hatırlatmıyor. Tavuk ben değilim, ama öteki adeta bana sessiz bir şekilde, sakin ve sadık bir halde, câmid gözlerle bana bakarak şöyle diyor: "Sen de benim gibi olacaksın". Ölüye baktığınız zaman kendi sonumuzu, bitişimizi görüyoruz. İşte bu, bizi çok önemli bir gerçeklikle karşılaştırıyor. Diğer gerçeklikleri aramak için ayrıca bizim - yanı teknik mânâda felsefece düşünmek için - kendiliğimizden gayret sarfetmemiz lâzım. Ama bu gibi travma halleri bizim herhangi bir gayret sarfetmemize lüzum kalmadan karşımıza çıkıyor ve o anda bizi çok kuvvetli bir takım gerçeklerle karşı karşıya getiriyor. O anda filozof kesiliyoruz. Ama bunu devam ettirebilmemiz için bizde bir yetenek bulunması icab eder. Meselâ çok güvendiğiniz dostların ihanetine uğradığınız zaman filozof olursunuz. Bu dünyada güvenilecek bir şey yoktur dersiniz. Yahut bir ölüyü gördüğünüz zaman, ölünün başında bulunan herkes dil ile ikrar etmese dahi kalben şunu ifade eder: "Hayat boşmuş yâhu!" Bu kelimeden başka bir şey çıkmaz ağızdan: "Hayat boşmuş". Bir de bir morga gidin, bir de meselâ Karacaahmet mezarlığında gaslhaneye girin. Gasılhaneden ölüler çıkartılmış, yıkanmış, kefenlere sarılmış halde, üstlerine tabutlar geçirilmiş, sessiz bir şekilde durduğunu görürsünüz. Hani hamamların soğukluğunda yan yana dizilip sohbet eden insanlar olur, gasılhaneye gittiğimde sanki ölülerin de böyle sohbet ettiğini görürüm. Mesela Necip Fazıl'ın şu şiiri:
Bir oda, yerde bir mum, perdeler indirilmiş
Yerde çıplak bir gömlek korkusundan dirilmiş
Sütbeyaz duvarlarda çivilerin gölgesi
Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi.
Yatıyor yatağında dimdik, upuzun ölü
Üstü boynuna kadar bir çarşafla örtülü
Şiirin kendisi adeta taşlaşmış ölü. Şiirin kendisi ölüm. Öyle bir şey ki gömlek korkusundan diriliyor. Gömlek cansız bir şey; ama o bile korkuyor ve korkusundan büyük bir tahavvülat, takallübat, inkılab geçiriyor. Ölü diriden korktuğu zaman ölür, canlılar korktuğu zaman cansızlaşır, cansızlar da korktuğu zaman canlanır tersine, zıddına münkalıb olur. Bu yüzden ihanet, büyük felaketler, ânî bir deprem, ölümler, bunlar bizim hakikati aramamız için kendimizden çok büyük mesailer sarfetmemize hiç ihtiyaç kalmadan kendisi büyük bir mesai olarak karşımıza çıktığı için, istenen neticeyi hasıl etmiş olur. Ama bu hal devam etmiyor. Çünkü şok halleri sürekli yaşanmaz. En son 17 Ağustos depreminde ben bir manzara gördüm televizyonda. Keşke zengin olsaydım da yardım edebilseydim. Bir felaketzede şunu söylüyordu: "Ömrüm boyunca çalıştım, iş kurdum,evlendim, yuva kurdum, ailem oldu, çocuğum oldu. 45 saniyede hepsi gitti. Yaşım 50, evim yok, atölyem sıfırlandı, karım ve çocuklarım da evimin altında. Ben bir daha bunları yeni baştan kuracak cesarete ve güce sahip değilim." Tam bir filozofluk işte bu.
Onun için naif felsefe herkesin içinde vardır ve bu naif felsefe sadece bu şok anlarında karşımıza çıkmaz, naif felsefe çok önemli bir yere kapı açar. Bu, "din"dir. İçimizdeki naif felsefe dürtüsü olmasa biz dine inanamayız. Çünkü din başka bir şekilde de olsa felsefenin aradığı birçok şeyi bize tatmin edici bir şekilde, adeta damardan verir. Felsefenin yudum yudum almaya çalıştığı şeyi din damardan verir.