Görülmeyen Yüzler İşitilmeyen Sözler
Bir çocuk düşleyin büyüdükçe bir şeyler öğrenmek istiyor çevresinden bilgilenmek istiyor, soruyor: babasına, annesine, öğretmenine… vs sordukça bilgisi genişliyor. Bu genişleme çerçevesinde, kendisi de genişliyor; genişledikçe dünya artık kendisine dar geliyor. Bu sefer de düşünceler diyarına sürükleniyor. Bir düşüncesi var ki; bu düşüncesine cevap verecek, bir kaynak arıyor. Ancak böyle bir kaynağı elde etmek çok güç görünüyor. Düşündüğü bilgileri elde etmek için sorularla haykırmaya çalışıyor ki, düşüncelerine cevap bulabilsin. Kendi kendine: “İblis, Hava annemizi kandırmaya çalışırken aralarında geçen konuşma neydi, öyle bir anın sahnesi nasıl olabilirdi? Hz Havva, Hz Ademe (as) ne demişti ki, beraber yasak olan meyveyi yemişlerdi? Bu sözcükler nasıl da bu kadar etkileyici olmuştu da dünyanın başlangıcı olmuştu? Konuşmanın geçtiği bu an sanıl bir andı? Görmek istiyor peygamberimiz Hz Muhammet’in (sav) o mübarek yüzünü. Peygamberimiz Hira Mağarasında bulunurken Cebrail (as) kendisine vahi getirirken aralarında nasıl bir konuşma geçmişti; peygamber efendimizin o an görünümü nasıldı? Dinimizin başlangıcı olan o anı görmek ister. Öğrenmek istiyor kendisinden önce yaşamış diğer insanların arasında geçen konuşmaları; ama bu konuşmalar çok uzak bir zamanda olduğu için duyamıyor. Bir de görmek istiyor yaşamış oldukları anların sahnelerini, çok uzak bir zamanda olduğu için onları da göremiyor; sözcüklerin yada görüntülerin olmaması gibi bu insanlar da yoktu, aralarında o kadar güzel şeyler konuşmuşlardı, o kadar güzel anları olmuştu ki, her biri tiyatro sahnesindeki oyundan daha etkileyiciydi. Aralarında konuştukları sözcükler ve yaşadığı anlar da kendileri gibi yok olup, gitmişti. Acaba bu konuşmaların ve bu yaşanan anların hepsi şu an nerededir? Hepsinin atomları havada mı uçuşuyordu? Yoksa bunlar da kendi vücuduyla birlikte toprağa mı karışmıştı?” Bu insanların kendileri olmadığı halde; kendilerinin, kendilerinden sonra gelecek olanlarca yaşatılması için bir yapıtın da olması gerekirdi, diye düşünüyordu.
Aklına birden ilk çağ insanları geldi. Bu insanlar da kendisinin düşündüğünü, düşünmüş olduklarından ola ki kendilerinden sonra gelecek insanlara; kendilerini yansıtıcı durumda olacak yapıtları ortaya koymuşlardı. Bundan dolayı yaşadıkları mağaraların duvarlarına resimler çizmeye başlamışlardı. Resimlerin kendilerini tam olarak ifade edemediği anlaşılınca, yazı yazmayı öğrendiler. Bu sefer duvarlara çizilen resimler ile birlikte yazı yazmaya başladılar. Ancak, çizdikleri resimler sadece belli anlarını gösterir nitelikte olup, kendi gerçek görüntülerinin yerini alamıyordu. Yazdıkları yazılar da, kendi konuşmaları kadar gerçek olamazdı. Bu insanların torunları, dedelerinin kendilerine bıraktıkları bu mirası, kendilerine bırakılan yerden devam ettirerek; sürekli geliştirdiler. Resim çizmeyi, el işçiliğine alternatif olarak makinelere bıraktılar. Böylece fotoğraf çekebilen makineler icat ettiler. Fotoğrafların tek başına insanları ifade edemeyeceği anlaşılınca; insanların yaşadığı andaki görüntüyü de, sesi de kayıt altına alabilecek, kamerayı icat ettiler. Bugün kameralar sayesinde istediğimiz anımızı kayıt altına alabilecek; kayıt altına alınan bu anları, istediğimiz anda seyredebilecek bir düzeye gelmiş bulunuyorduk.
Kameranın icadıyla birlikte, artık insanlar görüntüyü ve sesi yakalayabildiğinden; görüntüyle ve sesle hitap edecek yapıtlar yapmaya başladılar. Bu yapıtın adı: filmdi. Romanların ve hikayelerin yerini almıştı. Roman ve hikayeler de anları canlandıran okuyucu iken; filmlerdeki anlar, canlı olarak bize sunuluyordu.
Kameranın icadı ve bunun sayesinde film adı altında yapıtların ortaya çıkması, düşüncesine cevap verebilir miydi, diye tekrar düşünmeye başladı. Film ile kendi istediğini kıyaslamaya koyuldu. Filmler önceden belirlenmiş olan bir kurgu üzerine kurulu olduğundan; İnsanların gerçek yaşamında aralarında geçen olaylar gibi gerçek değildi. Filmler insan ömrü gibi uzun süreli olamayacağından tek bir başrol oyuncusunun olmasına olanak veriyordu. Filmde oynayan herkesin bir başrol oyuncusu olacağı diye bir şey olamaz. Eğer hepsi başrol oyuncusu olursa hepsinin birer birer başından geçenleri anlatan birer senaryosunun olması gerekir; bu da filmlerde mümkün değil. Bir de filimler yalnızca belli başlı kişilerin oyunculuğuyla oluşuyor, bütün insanları yansıtıcı durumda değildi.
Kendisi, daha çok bir insanın veya bütün insanların yaşamlarını gerçek olarak sunan bir yapıt istiyordu. Yani bu güne kadar yaşamış olan insanların konuştuğu ve yaşadıkları anları bir film gibi izlemek istiyordu. Aklına, film şeridinden çok uzun olan, izleyebilirsen film gibi olan bir gerçek geldi. Devam etmeye tekrar başladı.
Herkesin başrol oynadığı bir yapıt vardır ki hepimiz bunu çok iyi biliriz. Bu yapıtı inkar edemeyiz. Bu yapıttaki senaryolar herkesin doğumuyla başlar, ölümüyle son bulur. Bu yapıtta başrolde oynayanların hepsinin yaşam süreleri hiçbir zaman aynı oranda olamaz. Bazılarının yapıttaki ömrü belki 1 yıl, belki 10 yıl, belki 40 yıl, belki de 140 yıl olabilir. Yapıtta devir dayımlı bir sistem var (Hayat meşalesini, birbirine verir koşucular gibi); birisinin başrol oyunculuğu biter, birininki başlar. Belki aynı günde 1000’lerce kişininki son bulur ve 1000’lerce kişininki başlar; böyle sürekli kendini yenileyen bir yapıt. Ancak bu yapıta benzer bir yapıt var mıdır, bilinmez; çünkü gayba (bilinmeze) girer, bunu biz bilemeyiz. Bu yapıtın bir başı var mıdır, diye bir soru akla gelebilir. Bu yapıtın başı olduğu gibi sonunun da olacağı kesindir. Nasıl ki bu yapıttaki başrol oyuncularının bir sonu var ise, yapıtın da bir sonu olacaktır. Bu yapıtta mekan aynımıdır, diye bir soru akla gelebilir. Mekan aynıdır. Mekan hiçbir zaman var olduğundan farklı olamaz (Atalarımızın gördüğü, bizim içinde bulunduğumuz, torunlarımızın göreceği hep aynı güneş, aynı ay, bu yıldızlar, bu düzendir); ancak başrolde oynayan insanların bu mekan içinde, senaryolarını yürüttükleri yerleri farklı olabiliyor. Bu mekan kıtalara ayrıldığı gibi; kıtalardan ülkelere, ülkelerden şehirlere, şehirlerden ilçelere… diye bir seyir alıyor. Bu yapıtta yaşayan insanların çoğunu görmesek de bunların yaşadıklarını kabul ederiz (Türkiye de yaşayan birinin, diğer ülkelerde yaşayan insanları görmese de bunların var olduğu kabul etmesi gibi). Bu yapıtta başrol oynayan insanların senaryoları farklı farklıdır; birisi kötü insan başrolünü oynar, biri de iyi insan başrolünü oynar, bazısı da orta yolu tutar. Herkes kendi başrolünü oynadığı için; herkes kendisi için önemlidir. Hiç kimse, kimsenin başrol oyunculuğunu alamadığı gibi; aynı başrol oyuncu, başka başrol oyuncusunun senaryosunda bir alt rolde de oynayabiliyor. Başrol oyuncusu bile senaryosunun sonu ne olacak, önüne her gün ne gelecek, bilemez. Başrol oyuncusu, bu senaryosunu gerçekleştirirken her zaman bulunduğu an ona haz verir; geçmişi yada geleceği ona haz vermediği gibi kendisini sürekli bulunduğa ana entegre eder. Yaşamındaki diğer insanlar bile yanında olmadığı zaman o insanları az buçuk anımsayabilir (Aynen bulunduğu anın gerisinde olan kaybettiği yıllar gibi); ancak o insanlar sürekli yanında bulunur ise onları tam olarak canlandırabiliyor (Aynen yaşadığı an gibi). Hatta bezen kendisinin bile nasıl olduğu merak eder; fotoğrafına bakar yada aynadan kendisine bakarak kendisinin görünümün nasıl olduğunu kavramaya çalışır. Fotoğraf da, ayna da olmasa belki kendisinin nasıl olduğunu bilemeyecek; bir nevi kendisini var gösteren ayna veya fotoğraftır.
Her ne kadar herkes başrol oyuncusu ise de, yaşadığımız yapıtın bile sürekli olmadığı kesin olduğu gibi; bu yapıttaki insanların senaryoları da uzun süreli olmamaktadır. Herkesin senaryosu kısa olduğu halde, bir kişinin bile senaryosunu tam olarak öğrenemeyiz. Bunu öğrenebilmemiz için; o kişinin senaryosunun başladığı andan, senaryosunun bitimine kadar senaryosunu kamera altınına almamız gerekir. Böyle bir şeyde olamayacağı için yine elde edemeyiz, istediğimizi. Diğer insanların yaşamlarını öğrenebilmemiz için, bir kere bizim bu yapıt içinde olmamamız gerekir. Başkasının senaryosunu izleyecek bir senaryo bu yapıtta olamaz. Bir insanın bütün yaşamını öğrenemediğimiz gibi bütün insanların kini hiç öğrenemeyiz; bunun sebebi, hepimiz bu yapıtın içinde başrol oyuncusu olmamız ve bizimde kendi senaryomuzu oynamamız gerekmektedir. Yapıtın içinde yapıt olamadığı gibi; senaryonun içinde senaryo olmaz. Bu yapıttaki, bir senaryoyu yada bütün senaryoları görebilmemiz ve duyabilmemiz için; bu yapıtın dışından, bu yapıtı seyretmemiz halinde belki o zaman bu yapıttaki bütün senaryoları görebilir ve duyabiliriz; ama bu yapıt içinde yaşadığımız sürece hiçbir senaryoyu tam göremez ve duyamayız.
Düşünceler diyarından kendini sıyırarak, düşündüklerine son noktayı koymak istedi ve : “Ben görmek istediğini göremediğim, duymak istediğini duyamadığım halde; bu yapıtın dışında olup da, bu yapıttaki bütün senaryoları yazan birisinin olduğu gibi; bunu duyan, gören ve kayıt altına alan birisi de var olup; kendisini de göremez ve duyamazdık”