Gerçeğin Sınırlarında Dolanmak
Arrow Gerçeğin Sınırlarında Dolanmak - Jean Baudrillard
Yüzünü örten perde açıldığında hakikat eğer hala hakikate benziyorsa, bu durumda, çıplak hakikat diye bir şeyden söz edilemez.
İllüzyondan yoksun bir gerçek hala gerçek olarak kabul görebiliyorsa, bu durumda, gerçek nesnel bir gerçekliğe sahip olamaz.
Hakikat ve görünümlerden yoksun bir dünya neye benzeyebilir? Böyle bir dünya olsa olsa gerçek ya da bizim Bütünsel Gerçeklik olarak adlandırdığımız bir evrene benzeyebilir. Bu evrende hakikat ve görünümün yerini Bütünsel Gerçeklik almıştır.
Dünya bir zamanlar aşkınlığa meylederek bir takım öte dünyalarla içli dışlı olmuşsa da günümüzde gerçeklik adlı sahile vurmuş gibidir.
Eskiden aşkınlık yukarı doğru yükseliş demekken bugün aşağıya doğru iniş anlamına gelmektedir. Buna bir anlamda Heidegger’in sözünü ettiği insanın ikinci kez tökezlemesi de denilebilir. Şöyle ki : Sıradanlık yine her yanımızı sarmıştır ancak bu kez bundan kurtuluş yoktur.
Nietzsche’nin dediği gibi gerçek dünyayla birlikte görünümler dünyasını da yitirdiğiniz zaman içinde yaşadığınız evren olgusal, olumlu ve bu haliyle de gerçek olmasına gerek kalmamış bir evrendir. Bu ready-made türünden bir evrendir.
Duchamp’nın “çeşmesi” içinde yaşamakta olduğumuz modern hipergerçekliğin bir amblemi, saf gerçeklikten yola çıkan her türlü illüzyonun çarpıcı bir karşı-transferi sonucu gibidir. Burada her türlü olası metaforla bağlantısını kopartarak kendi kendinin yerini almış bir nesne vardır.
Böylesine yoğun bir gerçeklik dünyasına tahammül etmenin tek yolu onu sürekli inkar etmektir. Magritte’in : “bu bir pipo değildir” çalışmasından yola çıkarak görünen dünyayı “bu bir dünya değildir” türünden gerçeküstücü bir yadsımaya dönüştürebiliriz –modern sanatın geçirmiş olduğu aşamaları belirleyen bu ikili süreç kendini: Görünür, somut dünyayla bu dünyanın kesin bir yadsınması şeklinde sunmaktadır.
Bu ikili süreç yalnızca sanatı değil tüm derinlemesine algılama biçimlerimizle dünyayı zihinsel açıdan kavrama biçimimizi de belirlemiştir.
Burada sözü edilen şey: “Dünya olması gerektiği gibi bir yer değil” ya da “dünya eskisi gibi bir yer değil” türünden felsefi bir ahlak değildir.
Hayır: Dünya işte böyle bir yerdir.
Bir kez tüm aşkınlık biçimlerine son verildiğinde şeyler artık o eski anlamlarını yitirmiş bu yeni halleriyle çekilmez olmuşlardır. Büyüleme gücünü yitiren şeyler anında ve tamamıyla gerçek, gölgelerinden ve yorumdan yoksun şeylere dönüşmüşlerdir.
Aynı şekilde bu ötesine ya da berisine geçilmesi olanaksız gerçeklik de ortadan kaybolmaktadır. Bu gerçekliğin var olmasının bir anlamı yoktur, çünkü onu başka bir şeyle (illüzyon gibi) değiş tokuş etmek mümkün değildir. Bu gerçekliğin yerine konulabilecek, yokluğunu telafi edebilecek bir şey yoktur.
“Gerçeklik diye bir şey var mıdır? Gerçek bir dünyada mı yaşıyoruz?” –güncel kültürümüzü özetleyen leitmotif işte budur. Ancak bu saptamalar gerçeklik tarafından ele geçirilmiş bir dünyanın varlığına, onu kesin bir şekilde yadsıyabildiğimiz ölçüde tahammül edebildiğimizi göstermektedir. Bunda bir tuhaflık yoktur, çünkü başka bir dünyanın gelip varlığını onaylamadığı bu dünya her türlü illüzyonu dışlayıp, kendine bir gerçeklik süsü vererek varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Oysa bu karşı transfer oyunu gerçeğin giderek daha çok yadsınmasından başka bir işe yaramamaktadır.
İzini süren, gözleyen avcıların peşini bırakmış olduğu gerçeklik, günümüzde, bir yosun, hatta dünya nüfusu gibi büyük bir hızla üreyip, büyümektedir.
Gerçek de tıpkı bir çöl gibi büyümektedir. Welcome in the desert of the Real.
Yanılsama (illüzyon), düş, tutku, delilik ve uyuşturucu maddelerin yanı sıra yapaylıkla simülakr –bunlar gerçeğin izini sürüp, onu ele geçirmeye çalışan doğal düşmanlarıydı. Bütün bunlar sanki tedavisi olanaksız sinsi bir hastalığın pençesine yakalanarak güçten düşmüş gibidirler. Bu durumda yapılması gereken şey bütün bunların yapay eşdeğerlilerini oluşturabilmektir. Aksi taktirde tehlike sınırını aşmış olan gerçeklik kendi kendini yok edecek, için için kaynayıp gidecektir –zaten şu sıralarda yerini Sanallığın her çeşidine bırakmakla meşguldür.
Sanal: Gerçekliğin peşinde koşan son avcı ve onu yakıp yıkan yağmacıdır –bizzat gerçeklik tarafından bir tür bulaşıcı ve yok edici unsur şeklinde salgılanmıştır.
Sanal Gerçeklik, Gerçeklikle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaktadır. Bu, nesnel gerçekliğin soyutlanma sürecinde devreye sokulan ve Bütünsel Gerçeklikle noktalanan sürecin nihai aşamasıdır.
Sanallıkla birlikte öte dünya da ortadan kalkmaktadır çünkü bu dünya kendi kendinin yerini almaktadır. Bu kendinin yerine kusursuz ikizini koymak, öyleyse kusursuz bir serap üretmek türünden bir şeydir. Simgesel tözün tamamıyla ortadan kaldırılmasıyla birlikte sorun da çözülmüş olmaktadır. Bu durumda işlevini yitirip, bir artığa dönüşen nesnel gerçekliğin değiş tokuş edilebilmesi ve dolanımda kalması giderek güçleşmektedir.
Bu durumda nesnel gerçeklik aşamasından bir üst aşamaya, gerçeklik ve illüzyona son veren bir tür ultra-gerçeklik aşamasına mı geçmiş oluyoruz?
Bütünsel gerçeklikle bütünsel müzikte de karşılaşabilirsiniz –hani şu “kadrifonik” alanlarda karşılaştığımız ya da bilgisayar aracılığıyla “bestelenebilen” parçalarda. Hani şu seslerin her türlü gürültü, parazitten arındırılıp, pırıl pırıl bir hale getirilerek kusursuz teknik bir restorasyon işleminin gerçekleştirilmesi gibi. Buradaki sesler doğal biçimlerini yitirerek bilgisayar programı tarafından güncelleştirilmektedirler. Müzik salt bir ses dalgasına indirgenmekte ve dinleyiciye bu programlanmış ses ulaştırılmaktadır.
Bunun düşgücünden yoksun, aslıyla kusursuz bir benzerlik gösteren, ancak insanda sanal bir haz duygusuna yol açan sanal bir müzik olduğu söylenebilir. Böyle bir şeye hala müzik denilebilir mi? Bu seslerin müzik olarak algılanabilmelerini sağlamak amacıyla içlerine parazit sesler bile yerleştirilmektedir.
Sentetik imge de böyle bir şeydir. Gerçek gönderenden yoksun, tamamıyla yapay şekilde üretilen dijital, sayısal imgenin analojik imge benzeri bir negatifi olmadığı gibi, imgenin, bir yokluğun imgesi olarak algılanmasını sağlayan o negatif boyutu da ortadan kaldırılmıştır. Burada kusursuz bir teknik müdahale vardır. İmgenin bulanık, titrek ya da rastlantısal olmasına kesinlikle izin verilmemektedir. Bunun imge olduğu konusunda inat etmenin bir yararı var mı?
Biraz daha ilerleyince, kusursuzlaştırma anlamında genetik tarafından elden geçirilip düzeltilen Bütünsel İnsan İlkesi karşımıza çıkmaktadır. Her türlü kaza, fizyolojik ya da karaktere değin patolojiden arındırılmış bir kusursuzluk. Zira genetik güdülmemenin amacı özgün bir insan formülü üretmek değil, olabilecek en uygun ve etkin formülü üretebilmektir (serial morphing)
Steven Spielberg’ün Minority Report adlı filminde bu duyguyu yansıtan şeyler vardır. Filmde işlenmesi düşünülen bir suç, işlenip işlenmeyeceğine bakılmadan önlenmekte ve cezalandırılmaktadır. Suç, evrensel önlem ilkesine göre, henüz kuluçka aşamasındayken ortadan kaldırılmaktadır.
Oysa bu anakronik bir öyküdür, zira işin içine baskı unsurunu sokmaktadır. Gelecekle ilgili yapılan programlarda önlem almanın genetik ya da intra-genetik bir şekilde olması düşünülmektedir. “Suç geni” daha bebeğin doğum aşamasında cerrahi bir müdahaleyle alınacak, hatta daha da ileri gidilerek doğum öncesinde müdahale edilerek bir tür profilaktik sterilizasyona başvurulacaktır.
Bu güdümleme geleceğin insanı konusunda bir fikir vermektedir. Bu insan gözden geçirilip, rektifiye edilmiş bir varlık olacaktır. Daha baştan zaman içinde ulaşması gereken ideal insan özelliklerine sahip olacaktır, yani asla kendi olamayacak hep ideal varlık olarak kalacaktır. Daha dünyaya gelmeden önce bir değişim geçireceğinden iyi ya da kötü anlamda hiçbir şeye yabancılaşamayacaktır.
İnsanın kendi kendini bir öteki gibi algılaması bile söz konusu olmayacaktır, çünkü daha başlangıçta kendi modeli tarafından yutulup, yok edilmiş olacaktır.
Bütün bunlar Kötülüğün köküne evrensel düzeyde kibrit suyu dökme arzusunun bir sonucudur.
Eskiden metafizik ya da ahlaki bir ilke olan Kötülüğün izi, günümüzde, maddi anlamda, genlere kadar sürülmektedir. Bu durumda Kötülük nesnel, öyleyse somut bir şekilde ortadan kaldırılabilecek bir gerçekliğe dönüşmektedir.
Bu yoldan Kötülüğün kökenlerine inilerek tasfiye edilebilecektir oysa bu arada onunla birlikte yavaş yavaş düş, ütopya, illüzyon, fantazm gibi şeylere de son verileceği görmezden gelinir gibidir –çünkü bütün bunlar aynı küresel süreç doğrultusunda olasılıklar düzeninin elinden alınarak gerçeğin hizmetine sunulacaktır.
Kendisine görece bir soyutluk kazandıran değişim değerinden, tamamıyla spekülatif sanal ekonomi aşamasına geçen paranın da aynı salt gerçekliğe boyun eğdiği söylenebilir. Marx’a göre, o zamanlarda bile, değişim değeri basit bir kullanım değerinden daha somut bir görünüme sahiptir. Oysa bizim içinde yaşadığımız dünyada sermaye akışlarıyla ticari mübadeleler arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Bu aşamada para oldukça tuhaf bir hipergerçeklik görünüme sahiptir –para salt paradan ibarettir. Bütünsel Gerçekliğin muhasebe boyutuna denk düşmektedir. Hiçbir şeyin karşılığı olmayan para, evrensel tutkunun nesnesi haline gelmektedir. Ticari mal adlı hiyeroglif para denilen bütünsel fetişizme dönüşmüştür.
Aynı derecede önemli olan bir başka konu da: Sahip olduğu tüm simgesellik, yani anlamın ötesinde bir şeyler ifade edebilme yeteneğine cerrahi bir operasyonla son verilerek, kendisine sayısal ve dijital bir görünüm kazandırılmış olan dildir…Dilsel boşluklar ve sessizlik anlarıyla birlikte, negatif film şeridinin sentetik imge tarafından saf dışı edilmesine benzer şekilde, edebi nitelikler de yok edilmektedir –bu yalnızca dile özgü bir ayarlama sürecine karşı koyan her şeyin saf dışı edilmesi olarak da görülebilir. Dile özgü bir Bütünsel Gerçeklik: Bugüne kadar ifade ettiği anlamları bundan böyle ifade etmemek şeklinde açıklanabilir.
İçinde yaşanılan zaman dilimi bile zaman olma özelliğini yitirmiş gibidir. Olaya özgü tarihsel zaman, duygu ve tutkulara özgü psikolojik zaman, yargılama ve iradeye özgü öznel zamanın karşısına alaylı bir dille “gerçek zaman” dediğimiz sanal zamanla çıkılmaktadır.
Aslında mekan-zamana laf olsun diye “gerçek zaman” denilmemektedir. Real time. Echtzeit: “asıl” zamandır. Bu geçmiş ve gelecek arasında yer alan (kronolojik süreklilik içinde belli bir yere sahip) bir an değil, canlı yayındakine benzeyen, o an orada olmayı zorunlu kılan (öncesi ve sonrası olmayan) bir andır. Bu bütün zamansal boyutları hem birbirine yaklaştıran bir nokta, hem de hepsini aynı anda yok eden bir andır. Zamana özgü Bütünsel Gerçeklik yalnızca kendisiyle ilgili tek bir işlemle ilgilenmekte: time-processing’le (tıpkı word-processing ya da war-processing gibi) özdeşleşmektedir.
Bu “gerçek zaman” kavramıyla birlikte bütün boyutların, zamana özgü fraktal bir biçim olarak adlandırılabilecek tek bir noktaya sıkıştırılıp, odaklandığı görülmektedir. Zamansal farklılık ortadan kalkınca, artık bütünsel işlev yani bir şeyin eksiksiz bir şekilde kendi kendisiyle karşılaştırılabilme özelliği ön plana geçmiştir ki, bu, gerçekliğin bundan böyle yalnızca kendi kendisiyle özdeşleşebilen şeylere ait bir ayrıcalık olduğu anlamına gelmektedir. Kendi kendisiyle özdeşleşemeyen, kendinden farklı görünen hiçbir şey gerçekten gerçek değildir.
Doğal olarak bütün bunlar hayal ürününden başka bir şey değildir.
Hiçbir şey ya da hiç kimse asla kendi kendisinin ( ya da daha da güzeli başkalarının) karşısına konulup, özdeşleştirilemez. Bu durumda herhangi bir şey ya da kişinin hakikaten gerçek olabilmesi söz konusu olamayacağından “gerçek zaman” diye bir şey olmadığı söylenebilir.
Güneşi bile gerçek zaman dilimi içinde algılayamıyoruz, çünkü ışık hızının göreceli olduğunu biliyoruz. Bu yaklaşım geriye kalan şeyler için de geçerlidir.
Böyle bir gerçeklik anlayışı söz konusu olamaz. Bütünsel Gerçeklik bir ütopyadır. Oysa devasa yapay bir mekanizma aracılığıyla bu şey bize dayatılmak istenmektedir.
Sanal teknolojiler, sayısal evren ve cam ekran gerisinde somut, nesnel bir evrenin bulunmamasının nedeni, Mc Luhan’ın çok uzun zaman önce televizyona özgü, medyatik imgede tespit etmiş olduğu gizli bir uyarı, hatta bir buyruktur. Bu buyruk kendini: Varlığını cyber evrenin her yerinde algılayabileceğimiz, insanın başını döndüren interaktif bir sürece dönüşebilen, zorunlu katılım şeklinde sunulmaktadır.
Sanalın temel özellikleri: İçine gömülme, içkinlik ve anındalıktır.
Bu evrende bakış, sahne, düşsel hatta illüzyon, dışsallık ya da gösteriye yer yoktur. Fetişleşmiş işlemsellik her türlü dışsallığı emip, her türlü içselliği eritebilen, gerçek zaman adlı işlem aracılığıyla zamanı bile yutabilen bir şeydir.
Bu şekilde kendisine, bütünsel bir gerçeklik, işlerlik kazandırılan ve kendi kendisiyle özdeşleşebilen bir dünyadan söz edilebilir, ancak mevcut dünyanın bununla bir ilişkisi yoktur. O tamamıyla farklı bir yerdir.
Bu haliyle mevcut dünyanın bir görünümler, hatta bütünsel bir illüzyon düzenine ait olduğu söylenebilir, çünkü bu dünyayı tüm bütünselliği içinde yeniden canlandırabilmek olanaksızdır.
Sayısal –ötesi stratejinin kölesi haline gelerek saf bilgiye dönüştürülmüş bir dünyayla gerçeğin Sanal Gerçeklik aracılığıyla klonlanması, “doğal” dünyanın yerine teknik ve yapay dünyanın konulmasıyla ilgili ikili bir varsayımdan söz edilebilir
Gerçeğin Sınırlarında Dolanmak - Jean Baudrillard
Yüzünü örten perde açıldığında hakikat eğer hala hakikate benziyorsa, bu durumda, çıplak hakikat diye bir şeyden söz edilemez.
İllüzyondan yoksun bir gerçek hala gerçek olarak kabul görebiliyorsa, bu durumda, gerçek nesnel bir gerçekliğe sahip olamaz.
Hakikat ve görünümlerden yoksun bir dünya neye benzeyebilir? Böyle bir dünya olsa olsa gerçek ya da bizim Bütünsel Gerçeklik olarak adlandırdığımız bir evrene benzeyebilir. Bu evrende hakikat ve görünümün yerini Bütünsel Gerçeklik almıştır.
Dünya bir zamanlar aşkınlığa meylederek bir takım öte dünyalarla içli dışlı olmuşsa da günümüzde gerçeklik adlı sahile vurmuş gibidir.
Eskiden aşkınlık yukarı doğru yükseliş demekken bugün aşağıya doğru iniş anlamına gelmektedir. Buna bir anlamda Heidegger’in sözünü ettiği insanın ikinci kez tökezlemesi de denilebilir. Şöyle ki : Sıradanlık yine her yanımızı sarmıştır ancak bu kez bundan kurtuluş yoktur.
Nietzsche’nin dediği gibi gerçek dünyayla birlikte görünümler dünyasını da yitirdiğiniz zaman içinde yaşadığınız evren olgusal, olumlu ve bu haliyle de gerçek olmasına gerek kalmamış bir evrendir. Bu ready-made türünden bir evrendir.
Duchamp’nın “çeşmesi” içinde yaşamakta olduğumuz modern hipergerçekliğin bir amblemi, saf gerçeklikten yola çıkan her türlü illüzyonun çarpıcı bir karşı-transferi sonucu gibidir. Burada her türlü olası metaforla bağlantısını kopartarak kendi kendinin yerini almış bir nesne vardır.
Böylesine yoğun bir gerçeklik dünyasına tahammül etmenin tek yolu onu sürekli inkar etmektir. Magritte’in : “bu bir pipo değildir” çalışmasından yola çıkarak görünen dünyayı “bu bir dünya değildir” türünden gerçeküstücü bir yadsımaya dönüştürebiliriz –modern sanatın geçirmiş olduğu aşamaları belirleyen bu ikili süreç kendini: Görünür, somut dünyayla bu dünyanın kesin bir yadsınması şeklinde sunmaktadır.
Bu ikili süreç yalnızca sanatı değil tüm derinlemesine algılama biçimlerimizle dünyayı zihinsel açıdan kavrama biçimimizi de belirlemiştir.
Burada sözü edilen şey: “Dünya olması gerektiği gibi bir yer değil” ya da “dünya eskisi gibi bir yer değil” türünden felsefi bir ahlak değildir.
Hayır: Dünya işte böyle bir yerdir.
Bir kez tüm aşkınlık biçimlerine son verildiğinde şeyler artık o eski anlamlarını yitirmiş bu yeni halleriyle çekilmez olmuşlardır. Büyüleme gücünü yitiren şeyler anında ve tamamıyla gerçek, gölgelerinden ve yorumdan yoksun şeylere dönüşmüşlerdir.
Aynı şekilde bu ötesine ya da berisine geçilmesi olanaksız gerçeklik de ortadan kaybolmaktadır. Bu gerçekliğin var olmasının bir anlamı yoktur, çünkü onu başka bir şeyle (illüzyon gibi) değiş tokuş etmek mümkün değildir. Bu gerçekliğin yerine konulabilecek, yokluğunu telafi edebilecek bir şey yoktur.
“Gerçeklik diye bir şey var mıdır? Gerçek bir dünyada mı yaşıyoruz?” –güncel kültürümüzü özetleyen leitmotif işte budur. Ancak bu saptamalar gerçeklik tarafından ele geçirilmiş bir dünyanın varlığına, onu kesin bir şekilde yadsıyabildiğimiz ölçüde tahammül edebildiğimizi göstermektedir. Bunda bir tuhaflık yoktur, çünkü başka bir dünyanın gelip varlığını onaylamadığı bu dünya her türlü illüzyonu dışlayıp, kendine bir gerçeklik süsü vererek varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Oysa bu karşı transfer oyunu gerçeğin giderek daha çok yadsınmasından başka bir işe yaramamaktadır.
İzini süren, gözleyen avcıların peşini bırakmış olduğu gerçeklik, günümüzde, bir yosun, hatta dünya nüfusu gibi büyük bir hızla üreyip, büyümektedir.
Gerçek de tıpkı bir çöl gibi büyümektedir. Welcome in the desert of the Real.
Yanılsama (illüzyon), düş, tutku, delilik ve uyuşturucu maddelerin yanı sıra yapaylıkla simülakr –bunlar gerçeğin izini sürüp, onu ele geçirmeye çalışan doğal düşmanlarıydı. Bütün bunlar sanki tedavisi olanaksız sinsi bir hastalığın pençesine yakalanarak güçten düşmüş gibidirler. Bu durumda yapılması gereken şey bütün bunların yapay eşdeğerlilerini oluşturabilmektir. Aksi taktirde tehlike sınırını aşmış olan gerçeklik kendi kendini yok edecek, için için kaynayıp gidecektir –zaten şu sıralarda yerini Sanallığın her çeşidine bırakmakla meşguldür.
Sanal: Gerçekliğin peşinde koşan son avcı ve onu yakıp yıkan yağmacıdır –bizzat gerçeklik tarafından bir tür bulaşıcı ve yok edici unsur şeklinde salgılanmıştır.
Sanal Gerçeklik, Gerçeklikle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaktadır. Bu, nesnel gerçekliğin soyutlanma sürecinde devreye sokulan ve Bütünsel Gerçeklikle noktalanan sürecin nihai aşamasıdır.
Sanallıkla birlikte öte dünya da ortadan kalkmaktadır çünkü bu dünya kendi kendinin yerini almaktadır. Bu kendinin yerine kusursuz ikizini koymak, öyleyse kusursuz bir serap üretmek türünden bir şeydir. Simgesel tözün tamamıyla ortadan kaldırılmasıyla birlikte sorun da çözülmüş olmaktadır. Bu durumda işlevini yitirip, bir artığa dönüşen nesnel gerçekliğin değiş tokuş edilebilmesi ve dolanımda kalması giderek güçleşmektedir.
Bu durumda nesnel gerçeklik aşamasından bir üst aşamaya, gerçeklik ve illüzyona son veren bir tür ultra-gerçeklik aşamasına mı geçmiş oluyoruz?
Bütünsel gerçeklikle bütünsel müzikte de karşılaşabilirsiniz –hani şu “kadrifonik” alanlarda karşılaştığımız ya da bilgisayar aracılığıyla “bestelenebilen” parçalarda. Hani şu seslerin her türlü gürültü, parazitten arındırılıp, pırıl pırıl bir hale getirilerek kusursuz teknik bir restorasyon işleminin gerçekleştirilmesi gibi. Buradaki sesler doğal biçimlerini yitirerek bilgisayar programı tarafından güncelleştirilmektedirler. Müzik salt bir ses dalgasına indirgenmekte ve dinleyiciye bu programlanmış ses ulaştırılmaktadır.
Bunun düşgücünden yoksun, aslıyla kusursuz bir benzerlik gösteren, ancak insanda sanal bir haz duygusuna yol açan sanal bir müzik olduğu söylenebilir. Böyle bir şeye hala müzik denilebilir mi? Bu seslerin müzik olarak algılanabilmelerini sağlamak amacıyla içlerine parazit sesler bile yerleştirilmektedir.
Sentetik imge de böyle bir şeydir. Gerçek gönderenden yoksun, tamamıyla yapay şekilde üretilen dijital, sayısal imgenin analojik imge benzeri bir negatifi olmadığı gibi, imgenin, bir yokluğun imgesi olarak algılanmasını sağlayan o negatif boyutu da ortadan kaldırılmıştır. Burada kusursuz bir teknik müdahale vardır. İmgenin bulanık, titrek ya da rastlantısal olmasına kesinlikle izin verilmemektedir. Bunun imge olduğu konusunda inat etmenin bir yararı var mı?
Biraz daha ilerleyince, kusursuzlaştırma anlamında genetik tarafından elden geçirilip düzeltilen Bütünsel İnsan İlkesi karşımıza çıkmaktadır. Her türlü kaza, fizyolojik ya da karaktere değin patolojiden arındırılmış bir kusursuzluk. Zira genetik güdülmemenin amacı özgün bir insan formülü üretmek değil, olabilecek en uygun ve etkin formülü üretebilmektir (serial morphing)
Steven Spielberg’ün Minority Report adlı filminde bu duyguyu yansıtan şeyler vardır. Filmde işlenmesi düşünülen bir suç, işlenip işlenmeyeceğine bakılmadan önlenmekte ve cezalandırılmaktadır. Suç, evrensel önlem ilkesine göre, henüz kuluçka aşamasındayken ortadan kaldırılmaktadır.
Oysa bu anakronik bir öyküdür, zira işin içine baskı unsurunu sokmaktadır. Gelecekle ilgili yapılan programlarda önlem almanın genetik ya da intra-genetik bir şekilde olması düşünülmektedir. “Suç geni” daha bebeğin doğum aşamasında cerrahi bir müdahaleyle alınacak, hatta daha da ileri gidilerek doğum öncesinde müdahale edilerek bir tür profilaktik sterilizasyona başvurulacaktır.
Bu güdümleme geleceğin insanı konusunda bir fikir vermektedir. Bu insan gözden geçirilip, rektifiye edilmiş bir varlık olacaktır. Daha baştan zaman içinde ulaşması gereken ideal insan özelliklerine sahip olacaktır, yani asla kendi olamayacak hep ideal varlık olarak kalacaktır. Daha dünyaya gelmeden önce bir değişim geçireceğinden iyi ya da kötü anlamda hiçbir şeye yabancılaşamayacaktır.
İnsanın kendi kendini bir öteki gibi algılaması bile söz konusu olmayacaktır, çünkü daha başlangıçta kendi modeli tarafından yutulup, yok edilmiş olacaktır.
Bütün bunlar Kötülüğün köküne evrensel düzeyde kibrit suyu dökme arzusunun bir sonucudur.
Eskiden metafizik ya da ahlaki bir ilke olan Kötülüğün izi, günümüzde, maddi anlamda, genlere kadar sürülmektedir. Bu durumda Kötülük nesnel, öyleyse somut bir şekilde ortadan kaldırılabilecek bir gerçekliğe dönüşmektedir.
Bu yoldan Kötülüğün kökenlerine inilerek tasfiye edilebilecektir oysa bu arada onunla birlikte yavaş yavaş düş, ütopya, illüzyon, fantazm gibi şeylere de son verileceği görmezden gelinir gibidir –çünkü bütün bunlar aynı küresel süreç doğrultusunda olasılıklar düzeninin elinden alınarak gerçeğin hizmetine sunulacaktır.
Kendisine görece bir soyutluk kazandıran değişim değerinden, tamamıyla spekülatif sanal ekonomi aşamasına geçen paranın da aynı salt gerçekliğe boyun eğdiği söylenebilir. Marx’a göre, o zamanlarda bile, değişim değeri basit bir kullanım değerinden daha somut bir görünüme sahiptir. Oysa bizim içinde yaşadığımız dünyada sermaye akışlarıyla ticari mübadeleler arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Bu aşamada para oldukça tuhaf bir hipergerçeklik görünüme sahiptir –para salt paradan ibarettir. Bütünsel Gerçekliğin muhasebe boyutuna denk düşmektedir. Hiçbir şeyin karşılığı olmayan para, evrensel tutkunun nesnesi haline gelmektedir. Ticari mal adlı hiyeroglif para denilen bütünsel fetişizme dönüşmüştür.
Aynı derecede önemli olan bir başka konu da: Sahip olduğu tüm simgesellik, yani anlamın ötesinde bir şeyler ifade edebilme yeteneğine cerrahi bir operasyonla son verilerek, kendisine sayısal ve dijital bir görünüm kazandırılmış olan dildir…Dilsel boşluklar ve sessizlik anlarıyla birlikte, negatif film şeridinin sentetik imge tarafından saf dışı edilmesine benzer şekilde, edebi nitelikler de yok edilmektedir –bu yalnızca dile özgü bir ayarlama sürecine karşı koyan her şeyin saf dışı edilmesi olarak da görülebilir. Dile özgü bir Bütünsel Gerçeklik: Bugüne kadar ifade ettiği anlamları bundan böyle ifade etmemek şeklinde açıklanabilir.
İçinde yaşanılan zaman dilimi bile zaman olma özelliğini yitirmiş gibidir. Olaya özgü tarihsel zaman, duygu ve tutkulara özgü psikolojik zaman, yargılama ve iradeye özgü öznel zamanın karşısına alaylı bir dille “gerçek zaman” dediğimiz sanal zamanla çıkılmaktadır.
Aslında mekan-zamana laf olsun diye “gerçek zaman” denilmemektedir. Real time. Echtzeit: “asıl” zamandır. Bu geçmiş ve gelecek arasında yer alan (kronolojik süreklilik içinde belli bir yere sahip) bir an değil, canlı yayındakine benzeyen, o an orada olmayı zorunlu kılan (öncesi ve sonrası olmayan) bir andır. Bu bütün zamansal boyutları hem birbirine yaklaştıran bir nokta, hem de hepsini aynı anda yok eden bir andır. Zamana özgü Bütünsel Gerçeklik yalnızca kendisiyle ilgili tek bir işlemle ilgilenmekte: time-processing’le (tıpkı word-processing ya da war-processing gibi) özdeşleşmektedir.
Bu “gerçek zaman” kavramıyla birlikte bütün boyutların, zamana özgü fraktal bir biçim olarak adlandırılabilecek tek bir noktaya sıkıştırılıp, odaklandığı görülmektedir. Zamansal farklılık ortadan kalkınca, artık bütünsel işlev yani bir şeyin eksiksiz bir şekilde kendi kendisiyle karşılaştırılabilme özelliği ön plana geçmiştir ki, bu, gerçekliğin bundan böyle yalnızca kendi kendisiyle özdeşleşebilen şeylere ait bir ayrıcalık olduğu anlamına gelmektedir. Kendi kendisiyle özdeşleşemeyen, kendinden farklı görünen hiçbir şey gerçekten gerçek değildir.
Doğal olarak bütün bunlar hayal ürününden başka bir şey değildir.
Hiçbir şey ya da hiç kimse asla kendi kendisinin ( ya da daha da güzeli başkalarının) karşısına konulup, özdeşleştirilemez. Bu durumda herhangi bir şey ya da kişinin hakikaten gerçek olabilmesi söz konusu olamayacağından “gerçek zaman” diye bir şey olmadığı söylenebilir.
Güneşi bile gerçek zaman dilimi içinde algılayamıyoruz, çünkü ışık hızının göreceli olduğunu biliyoruz. Bu yaklaşım geriye kalan şeyler için de geçerlidir.
Böyle bir gerçeklik anlayışı söz konusu olamaz. Bütünsel Gerçeklik bir ütopyadır. Oysa devasa yapay bir mekanizma aracılığıyla bu şey bize dayatılmak istenmektedir.
Sanal teknolojiler, sayısal evren ve cam ekran gerisinde somut, nesnel bir evrenin bulunmamasının nedeni, Mc Luhan’ın çok uzun zaman önce televizyona özgü, medyatik imgede tespit etmiş olduğu gizli bir uyarı, hatta bir buyruktur. Bu buyruk kendini: Varlığını cyber evrenin her yerinde algılayabileceğimiz, insanın başını döndüren interaktif bir sürece dönüşebilen, zorunlu katılım şeklinde sunulmaktadır.
Sanalın temel özellikleri: İçine gömülme, içkinlik ve anındalıktır.
Bu evrende bakış, sahne, düşsel hatta illüzyon, dışsallık ya da gösteriye yer yoktur. Fetişleşmiş işlemsellik her türlü dışsallığı emip, her türlü içselliği eritebilen, gerçek zaman adlı işlem aracılığıyla zamanı bile yutabilen bir şeydir.
Bu şekilde kendisine, bütünsel bir gerçeklik, işlerlik kazandırılan ve kendi kendisiyle özdeşleşebilen bir dünyadan söz edilebilir, ancak mevcut dünyanın bununla bir ilişkisi yoktur. O tamamıyla farklı bir yerdir.
Bu haliyle mevcut dünyanın bir görünümler, hatta bütünsel bir illüzyon düzenine ait olduğu söylenebilir, çünkü bu dünyayı tüm bütünselliği içinde yeniden canlandırabilmek olanaksızdır.
Sayısal –ötesi stratejinin kölesi haline gelerek saf bilgiye dönüştürülmüş bir dünyayla gerçeğin Sanal Gerçeklik aracılığıyla klonlanması, “doğal” dünyanın yerine teknik ve yapay dünyanın konulmasıyla ilgili ikili bir varsayımdan söz edilebilir
|
Gerçeğin Sınırlarında Dolanmak - Jean Baudrillard
Yüzünü örten perde açıldığında hakikat eğer hala hakikate benziyorsa, bu durumda, çıplak hakikat diye bir şeyden söz edilemez.
İllüzyondan yoksun bir gerçek hala gerçek olarak kabul görebiliyorsa, bu durumda, gerçek nesnel bir gerçekliğe sahip olamaz.
Hakikat ve görünümlerden yoksun bir dünya neye benzeyebilir? Böyle bir dünya olsa olsa gerçek ya da bizim Bütünsel Gerçeklik olarak adlandırdığımız bir evrene benzeyebilir. Bu evrende hakikat ve görünümün yerini Bütünsel Gerçeklik almıştır.
Dünya bir zamanlar aşkınlığa meylederek bir takım öte dünyalarla içli dışlı olmuşsa da günümüzde gerçeklik adlı sahile vurmuş gibidir.
Eskiden aşkınlık yukarı doğru yükseliş demekken bugün aşağıya doğru iniş anlamına gelmektedir. Buna bir anlamda Heidegger’in sözünü ettiği insanın ikinci kez tökezlemesi de denilebilir. Şöyle ki : Sıradanlık yine her yanımızı sarmıştır ancak bu kez bundan kurtuluş yoktur.
Nietzsche’nin dediği gibi gerçek dünyayla birlikte görünümler dünyasını da yitirdiğiniz zaman içinde yaşadığınız evren olgusal, olumlu ve bu haliyle de gerçek olmasına gerek kalmamış bir evrendir. Bu ready-made türünden bir evrendir.
Duchamp’nın “çeşmesi” içinde yaşamakta olduğumuz modern hipergerçekliğin bir amblemi, saf gerçeklikten yola çıkan her türlü illüzyonun çarpıcı bir karşı-transferi sonucu gibidir. Burada her türlü olası metaforla bağlantısını kopartarak kendi kendinin yerini almış bir nesne vardır.
Böylesine yoğun bir gerçeklik dünyasına tahammül etmenin tek yolu onu sürekli inkar etmektir. Magritte’in : “bu bir pipo değildir” çalışmasından yola çıkarak görünen dünyayı “bu bir dünya değildir” türünden gerçeküstücü bir yadsımaya dönüştürebiliriz –modern sanatın geçirmiş olduğu aşamaları belirleyen bu ikili süreç kendini: Görünür, somut dünyayla bu dünyanın kesin bir yadsınması şeklinde sunmaktadır.
Bu ikili süreç yalnızca sanatı değil tüm derinlemesine algılama biçimlerimizle dünyayı zihinsel açıdan kavrama biçimimizi de belirlemiştir.
Burada sözü edilen şey: “Dünya olması gerektiği gibi bir yer değil” ya da “dünya eskisi gibi bir yer değil” türünden felsefi bir ahlak değildir.
Hayır: Dünya işte böyle bir yerdir.
Bir kez tüm aşkınlık biçimlerine son verildiğinde şeyler artık o eski anlamlarını yitirmiş bu yeni halleriyle çekilmez olmuşlardır. Büyüleme gücünü yitiren şeyler anında ve tamamıyla gerçek, gölgelerinden ve yorumdan yoksun şeylere dönüşmüşlerdir.
Aynı şekilde bu ötesine ya da berisine geçilmesi olanaksız gerçeklik de ortadan kaybolmaktadır. Bu gerçekliğin var olmasının bir anlamı yoktur, çünkü onu başka bir şeyle (illüzyon gibi) değiş tokuş etmek mümkün değildir. Bu gerçekliğin yerine konulabilecek, yokluğunu telafi edebilecek bir şey yoktur.
“Gerçeklik diye bir şey var mıdır? Gerçek bir dünyada mı yaşıyoruz?” –güncel kültürümüzü özetleyen leitmotif işte budur. Ancak bu saptamalar gerçeklik tarafından ele geçirilmiş bir dünyanın varlığına, onu kesin bir şekilde yadsıyabildiğimiz ölçüde tahammül edebildiğimizi göstermektedir. Bunda bir tuhaflık yoktur, çünkü başka bir dünyanın gelip varlığını onaylamadığı bu dünya her türlü illüzyonu dışlayıp, kendine bir gerçeklik süsü vererek varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Oysa bu karşı transfer oyunu gerçeğin giderek daha çok yadsınmasından başka bir işe yaramamaktadır.
İzini süren, gözleyen avcıların peşini bırakmış olduğu gerçeklik, günümüzde, bir yosun, hatta dünya nüfusu gibi büyük bir hızla üreyip, büyümektedir.
Gerçek de tıpkı bir çöl gibi büyümektedir. Welcome in the desert of the Real.
Yanılsama (illüzyon), düş, tutku, delilik ve uyuşturucu maddelerin yanı sıra yapaylıkla simülakr –bunlar gerçeğin izini sürüp, onu ele geçirmeye çalışan doğal düşmanlarıydı. Bütün bunlar sanki tedavisi olanaksız sinsi bir hastalığın pençesine yakalanarak güçten düşmüş gibidirler. Bu durumda yapılması gereken şey bütün bunların yapay eşdeğerlilerini oluşturabilmektir. Aksi taktirde tehlike sınırını aşmış olan gerçeklik kendi kendini yok edecek, için için kaynayıp gidecektir –zaten şu sıralarda yerini Sanallığın her çeşidine bırakmakla meşguldür.
Sanal: Gerçekliğin peşinde koşan son avcı ve onu yakıp yıkan yağmacıdır –bizzat gerçeklik tarafından bir tür bulaşıcı ve yok edici unsur şeklinde salgılanmıştır.
Sanal Gerçeklik, Gerçeklikle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaktadır. Bu, nesnel gerçekliğin soyutlanma sürecinde devreye sokulan ve Bütünsel Gerçeklikle noktalanan sürecin nihai aşamasıdır.
Sanallıkla birlikte öte dünya da ortadan kalkmaktadır çünkü bu dünya kendi kendinin yerini almaktadır. Bu kendinin yerine kusursuz ikizini koymak, öyleyse kusursuz bir serap üretmek türünden bir şeydir. Simgesel tözün tamamıyla ortadan kaldırılmasıyla birlikte sorun da çözülmüş olmaktadır. Bu durumda işlevini yitirip, bir artığa dönüşen nesnel gerçekliğin değiş tokuş edilebilmesi ve dolanımda kalması giderek güçleşmektedir.
Bu durumda nesnel gerçeklik aşamasından bir üst aşamaya, gerçeklik ve illüzyona son veren bir tür ultra-gerçeklik aşamasına mı geçmiş oluyoruz?
Bütünsel gerçeklikle bütünsel müzikte de karşılaşabilirsiniz –hani şu “kadrifonik” alanlarda karşılaştığımız ya da bilgisayar aracılığıyla “bestelenebilen” parçalarda. Hani şu seslerin her türlü gürültü, parazitten arındırılıp, pırıl pırıl bir hale getirilerek kusursuz teknik bir restorasyon işleminin gerçekleştirilmesi gibi. Buradaki sesler doğal biçimlerini yitirerek bilgisayar programı tarafından güncelleştirilmektedirler. Müzik salt bir ses dalgasına indirgenmekte ve dinleyiciye bu programlanmış ses ulaştırılmaktadır.
Bunun düşgücünden yoksun, aslıyla kusursuz bir benzerlik gösteren, ancak insanda sanal bir haz duygusuna yol açan sanal bir müzik olduğu söylenebilir. Böyle bir şeye hala müzik denilebilir mi? Bu seslerin müzik olarak algılanabilmelerini sağlamak amacıyla içlerine parazit sesler bile yerleştirilmektedir.
Sentetik imge de böyle bir şeydir. Gerçek gönderenden yoksun, tamamıyla yapay şekilde üretilen dijital, sayısal imgenin analojik imge benzeri bir negatifi olmadığı gibi, imgenin, bir yokluğun imgesi olarak algılanmasını sağlayan o negatif boyutu da ortadan kaldırılmıştır. Burada kusursuz bir teknik müdahale vardır. İmgenin bulanık, titrek ya da rastlantısal olmasına kesinlikle izin verilmemektedir. Bunun imge olduğu konusunda inat etmenin bir yararı var mı?
Biraz daha ilerleyince, kusursuzlaştırma anlamında genetik tarafından elden geçirilip düzeltilen Bütünsel İnsan İlkesi karşımıza çıkmaktadır. Her türlü kaza, fizyolojik ya da karaktere değin patolojiden arındırılmış bir kusursuzluk. Zira genetik güdülmemenin amacı özgün bir insan formülü üretmek değil, olabilecek en uygun ve etkin formülü üretebilmektir (serial morphing)
Steven Spielberg’ün Minority Report adlı filminde bu duyguyu yansıtan şeyler vardır. Filmde işlenmesi düşünülen bir suç, işlenip işlenmeyeceğine bakılmadan önlenmekte ve cezalandırılmaktadır. Suç, evrensel önlem ilkesine göre, henüz kuluçka aşamasındayken ortadan kaldırılmaktadır.
Oysa bu anakronik bir öyküdür, zira işin içine baskı unsurunu sokmaktadır. Gelecekle ilgili yapılan programlarda önlem almanın genetik ya da intra-genetik bir şekilde olması düşünülmektedir. “Suç geni” daha bebeğin doğum aşamasında cerrahi bir müdahaleyle alınacak, hatta daha da ileri gidilerek doğum öncesinde müdahale edilerek bir tür profilaktik sterilizasyona başvurulacaktır.
Bu güdümleme geleceğin insanı konusunda bir fikir vermektedir. Bu insan gözden geçirilip, rektifiye edilmiş bir varlık olacaktır. Daha baştan zaman içinde ulaşması gereken ideal insan özelliklerine sahip olacaktır, yani asla kendi olamayacak hep ideal varlık olarak kalacaktır. Daha dünyaya gelmeden önce bir değişim geçireceğinden iyi ya da kötü anlamda hiçbir şeye yabancılaşamayacaktır.
İnsanın kendi kendini bir öteki gibi algılaması bile söz konusu olmayacaktır, çünkü daha başlangıçta kendi modeli tarafından yutulup, yok edilmiş olacaktır.
Bütün bunlar Kötülüğün köküne evrensel düzeyde kibrit suyu dökme arzusunun bir sonucudur.
Eskiden metafizik ya da ahlaki bir ilke olan Kötülüğün izi, günümüzde, maddi anlamda, genlere kadar sürülmektedir. Bu durumda Kötülük nesnel, öyleyse somut bir şekilde ortadan kaldırılabilecek bir gerçekliğe dönüşmektedir.
Bu yoldan Kötülüğün kökenlerine inilerek tasfiye edilebilecektir oysa bu arada onunla birlikte yavaş yavaş düş, ütopya, illüzyon, fantazm gibi şeylere de son verileceği görmezden gelinir gibidir –çünkü bütün bunlar aynı küresel süreç doğrultusunda olasılıklar düzeninin elinden alınarak gerçeğin hizmetine sunulacaktır.
Kendisine görece bir soyutluk kazandıran değişim değerinden, tamamıyla spekülatif sanal ekonomi aşamasına geçen paranın da aynı salt gerçekliğe boyun eğdiği söylenebilir. Marx’a göre, o zamanlarda bile, değişim değeri basit bir kullanım değerinden daha somut bir görünüme sahiptir. Oysa bizim içinde yaşadığımız dünyada sermaye akışlarıyla ticari mübadeleler arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Bu aşamada para oldukça tuhaf bir hipergerçeklik görünüme sahiptir –para salt paradan ibarettir. Bütünsel Gerçekliğin muhasebe boyutuna denk düşmektedir. Hiçbir şeyin karşılığı olmayan para, evrensel tutkunun nesnesi haline gelmektedir. Ticari mal adlı hiyeroglif para denilen bütünsel fetişizme dönüşmüştür.
Aynı derecede önemli olan bir başka konu da: Sahip olduğu tüm simgesellik, yani anlamın ötesinde bir şeyler ifade edebilme yeteneğine cerrahi bir operasyonla son verilerek, kendisine sayısal ve dijital bir görünüm kazandırılmış olan dildir…Dilsel boşluklar ve sessizlik anlarıyla birlikte, negatif film şeridinin sentetik imge tarafından saf dışı edilmesine benzer şekilde, edebi nitelikler de yok edilmektedir –bu yalnızca dile özgü bir ayarlama sürecine karşı koyan her şeyin saf dışı edilmesi olarak da görülebilir. Dile özgü bir Bütünsel Gerçeklik: Bugüne kadar ifade ettiği anlamları bundan böyle ifade etmemek şeklinde açıklanabilir.
İçinde yaşanılan zaman dilimi bile zaman olma özelliğini yitirmiş gibidir. Olaya özgü tarihsel zaman, duygu ve tutkulara özgü psikolojik zaman, yargılama ve iradeye özgü öznel zamanın karşısına alaylı bir dille “gerçek zaman” dediğimiz sanal zamanla çıkılmaktadır.
Aslında mekan-zamana laf olsun diye “gerçek zaman” denilmemektedir. Real time. Echtzeit: “asıl” zamandır. Bu geçmiş ve gelecek arasında yer alan (kronolojik süreklilik içinde belli bir yere sahip) bir an değil, canlı yayındakine benzeyen, o an orada olmayı zorunlu kılan (öncesi ve sonrası olmayan) bir andır. Bu bütün zamansal boyutları hem birbirine yaklaştıran bir nokta, hem de hepsini aynı anda yok eden bir andır. Zamana özgü Bütünsel Gerçeklik yalnızca kendisiyle ilgili tek bir işlemle ilgilenmekte: time-processing’le (tıpkı word-processing ya da war-processing gibi) özdeşleşmektedir.
Bu “gerçek zaman” kavramıyla birlikte bütün boyutların, zamana özgü fraktal bir biçim olarak adlandırılabilecek tek bir noktaya sıkıştırılıp, odaklandığı görülmektedir. Zamansal farklılık ortadan kalkınca, artık bütünsel işlev yani bir şeyin eksiksiz bir şekilde kendi kendisiyle karşılaştırılabilme özelliği ön plana geçmiştir ki, bu, gerçekliğin bundan böyle yalnızca kendi kendisiyle özdeşleşebilen şeylere ait bir ayrıcalık olduğu anlamına gelmektedir. Kendi kendisiyle özdeşleşemeyen, kendinden farklı görünen hiçbir şey gerçekten gerçek değildir.
Doğal olarak bütün bunlar hayal ürününden başka bir şey değildir.
Hiçbir şey ya da hiç kimse asla kendi kendisinin ( ya da daha da güzeli başkalarının) karşısına konulup, özdeşleştirilemez. Bu durumda herhangi bir şey ya da kişinin hakikaten gerçek olabilmesi söz konusu olamayacağından “gerçek zaman” diye bir şey olmadığı söylenebilir.
Güneşi bile gerçek zaman dilimi içinde algılayamıyoruz, çünkü ışık hızının göreceli olduğunu biliyoruz. Bu yaklaşım geriye kalan şeyler için de geçerlidir.
Böyle bir gerçeklik anlayışı söz konusu olamaz. Bütünsel Gerçeklik bir ütopyadır. Oysa devasa yapay bir mekanizma aracılığıyla bu şey bize dayatılmak istenmektedir.
Sanal teknolojiler, sayısal evren ve cam ekran gerisinde somut, nesnel bir evrenin bulunmamasının nedeni, Mc Luhan’ın çok uzun zaman önce televizyona özgü, medyatik imgede tespit etmiş olduğu gizli bir uyarı, hatta bir buyruktur. Bu buyruk kendini: Varlığını cyber evrenin her yerinde algılayabileceğimiz, insanın başını döndüren interaktif bir sürece dönüşebilen, zorunlu katılım şeklinde sunulmaktadır.
Sanalın temel özellikleri: İçine gömülme, içkinlik ve anındalıktır.
Bu evrende bakış, sahne, düşsel hatta illüzyon, dışsallık ya da gösteriye yer yoktur. Fetişleşmiş işlemsellik her türlü dışsallığı emip, her türlü içselliği eritebilen, gerçek zaman adlı işlem aracılığıyla zamanı bile yutabilen bir şeydir.
Bu şekilde kendisine, bütünsel bir gerçeklik, işlerlik kazandırılan ve kendi kendisiyle özdeşleşebilen bir dünyadan söz edilebilir, ancak mevcut dünyanın bununla bir ilişkisi yoktur. O tamamıyla farklı bir yerdir.
Bu haliyle mevcut dünyanın bir görünümler, hatta bütünsel bir illüzyon düzenine ait olduğu söylenebilir, çünkü bu dünyayı tüm bütünselliği içinde yeniden canlandırabilmek olanaksızdır.
Sayısal –ötesi stratejinin kölesi haline gelerek saf bilgiye dönüştürülmüş bir dünyayla gerçeğin Sanal Gerçeklik aracılığıyla klonlanması, “doğal” dünyanın yerine teknik ve yapay dünyanın konulmasıyla ilgili ikili bir varsayımdan söz edilebilir
|