Gerçeğin Algılanması
Karanlığı kendi güçsüz ışığıyla aydınlatmak isteyen sokak lambaları, yağan yağmurda bir kibrit çöpüne benziyordu. Kimsesiz sokakta yağmurun sükutu bozmasından başka sükutu bozmak isteyenlerin kaybolması şaşırtıcı değildi. İnsanlar kayıp ruhlarıyla yağmur damlalarından kaçarak eski nem kokan evlerine sığınmışlardı. Onlar çok eskiden ruhlarını kaybetmişlerdi, bu nem kokan harabelerde, yüzlerindeki korku ve gözlerindeki yaşam mücadelesinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yoktu. Köy eskiden dine bağlı olmasına rağmen artık onlar için dinin de anlamı kalmamıştı. Onlar için gözlerini kapatarak İncil okumanın anlamı kalmamıştı, çünkü onlar İncil okumaktan gözlerini ebediyete kapatmışlardı. Artık onların şarap ve ekmek dağıtan papaza ihtiyaçları yoktu, papaz da onlar gibi korkuyordu ve o da, onlarla aynı hislere sahipti. O da yağmurdan kaçarak kilisede saklanmıştı. Tüm bu kayboluşların oluştuğu harabeliğe benzeyen köy, karanlıklara bürünerek sanki birilerini bekliyordu. Evet, birilerini bekliyordu, beklenilen bir çocuktu. Köyün yıllanmış ve suyu kokuşmuş ırmağından çıkan bir çocuk, İncil okumaktan başka hiçbir varlığı olmayan papazdan ve ruhunu kaybetmiş, yağmurdan bile korkan köylülerden farklı olarak o çıplaktı , ruhunu kaybetmemişti, yağmurdan korkmadan yağmurda ıslanıyordu. Gözlerindeki korkusuzluk parlıyor, sokak lambalarından farklı olarak sanki onun için köyü aydınlatıyordu. Bu yüzden durmadan ilerliyordu. O ilerliyordu bir amacı vardı, hayır hayır incil dağıtmak istemiyordu, hayır hayır korkak köylüler gibi yağmur yağdığında saklanacak bir ev de aramıyordu. O, sadece gözlerindeki korkusuzluk gibi korkusuz gerçeğini, korkusuz birini arıyordu.
Evet, o, gerçeği arıyordu. Onun için başlangıç ve son yoktu, onun için varlık ve yokluk kaybolmuştu, onun için iyilik ve kötülük hiç varolmamıştı, onun için her şey ruhunun temizliğinde gizli kalan vicdanıydı. kilisenin ve köylü evlerinin karşısından geçmesine rağmen hiç kimse onu farketmemişti, ama o her şeyi farkediyor ve ilerliyordu. Bir köşede terkedilmiş büyük bir evin önünde durakladı ve hatta içeriye göz atmak istedi. İçeriye girdi. Üst katta lamba vardı merdivenleri çıkarken parlaklığın yükseldiğini farketmişti. Her basamakta üst kattaki oda hakkındaki düşünceleri değişiyordu ve yükseldikçe düşünceleri netleşiyordu. Bu merdivenleri tırmanarak üst kata ulaşmak ondan sanki yıllarını almıştı ve o artık parlak ışığın geldiği odanın karşısındaydı. Kapıyı çaldı….Kapıyı çaldı…Ve kapıyı çaldı. Hiç kimse açmadı biraz bekledi ve içeride birisinin varlığına şüphe edince kapıyı açtı ve içeriye geçti, oda boştu sadece masa ve üzerinde lamba vardı, lambanın yanında kağıt kalem vardı, belli ki kağıda bir şeyler yazılmıştı. Yaklaştı ve okudu…
Seni buraya getiren sen, kendinsin, bu gördüğün odayı hazırlayan ve bu yazıyı yazan da kendinsin, yıllardır korkusuzca arayışın sana bunu kazandırdı. Sen görmek istediğini değil varolanı gören oldun. Sen vicdanınla konuşmanın kilisede dua etmekten daha önemli olduğunu biliyordun. Sen yağmurda ıslanarak olumsuzluklardan arınmanın, kirli korkak yüzlerle evde saklanmaktan daha iyi olduğunu biliyordun. Sen, gerçeğin, kömür madenlerine inip ekmek kazanmakla bulunamayacağını biliyordun. Sen bu gerçeklerin sonsuz düşüncelerden doğduğunu ve bu düşüncelerin seni merdivenlerle yükselteceğini biliyordun. İşte burada olmanı isteyen senden sana armağan…
Ave Ate Maledictum