Geldin mi Ey Ruh?

Hiç ruh çağırdınız mı? Eğer cevabınız olumsuzsa, çok yazık. Günümüzde, herkes işini gücünü bırakıp, masa başında ruhlarla sohbet ediyor artık. “Hadi canım, olur mu?” demeyin. Sorun bakalım eşe dosta, mutlaka çıkacaktır birisi. Özellikle hanımlar arasında en çok ilgi çeken konulardan biri de bu oldu şimdi. İsterseniz gelin, Nazan ile Gülden’in ruhlarla nasıl konuştuklarını bir görelim:

Salondaki masanın etrafında beş kişi oturmuş, heyecanla Nazan’a bakıyoruz. Masanın ortasında, ters çevrilmiş bir kahve fincanı. Etrafında da çember biçiminde dizilmiş küçük kâğıtlarda alfabenin harfleri. Fincanın iki yanında, “evet” ve “hayır” yazan iki küçük kâğıt daha. Nazan gözlerini kapamış, kendince dua ediyor. Gülden de öyle, elleri önünde uykusu gelmiş gibi durgun.

Kimsede çıt yok. Nazan’ın duası bitmiş olmalı. Gülden’le ikisi, sağ ellerinin işaret parmaklarını fincanın dibine dokundurdular. Nazan yüksek sesle soruyor:

“Ruhlar âleminden Nazmiye Sarıdağ’ın ruhunu davet ediyoruz… Ruhlar âleminden Nazmiye Sarıdağ’ın ruhunu davet ediyoruz… Nazmiye hanım, eğer geldinizse lütfen “evet”e doğru gidin!… Nazmiye hanım…”

İşte, fincan hareket etmeye başladı. Ağır ağır “evet” yazan kâğıda doğru gidip yanında durdu. Sonra yine orta yere döndü. Masanın etrafındakilerde belirsiz bir kıpırdanma. Yanımdaki genç adam kuşkulu, hemen olayı kendince yorumlayıp rahatlamak niyetinde: “Bunlar fincanı parmaklarıyla itiyorlar. Bırakın numara yapmayı!” Fincan yeniden harekete geçti, önce “i” sonra “n”, devam ediyor. Herkesin gözü fincanın gittiği harflerde. “İnançsız olma” yazdı ve yine orta yere döndü.

Yanımdaki biraz tedirgin, “madem öyle, söyle bakalım. Babaannem ne zaman ölmüştü?” Cevabı okuyoruz: “16 Nisan 72, sabah.” Orada oturanlardan kimsenin bilemeyeceği bir şey bu. Adam bu sefer heyecanla gülüyor. “Telepati bu. Aklımdan geçti, Nazan da algıladı işte.”

Fincan yine harekette. Sıra ile harfleri dolaşıyor: “Üç dakika sonra zil çalacak ve postacı İzmir’den bir telgraf getirecek” dedi. Masanın etrafında bir heyecan dalgası. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kapının zili çaldığında, bir sessizlik. Nazan’ın annesi gidip açıyor. Postacının sesiyle birlikte donup kalıyor oturanlar.

İnsan, görmeden inanamıyor bir türlü. Nazan ile Gülden’in parmak uçlarıyla dokundukları fincan, gerçekten kendiliğinden hareket ediyor gibiydi. Diyelim ki, onlar ittiler. Ama yazdıkları şeyleri bilmelerine imkân yoktu. Bazı konuları orada oturan kimse bilmiyordu, telepatiyle algılamaları da mümkün değildi. Öyleyse, kimdi görünmeden gelip fincanı hareket ettiren? Belki de masanın etrafına oturanların birlikte oluşturdukları esrarengiz bir güç sayesinde olmuştu bütün bunlar.

ENDER KİŞİLER MEDYUM OLABİLİR
Eskiden “Spiritizm” adı altında yapılan deneyleri gittikçe geliştiriyorlar. Onların da ilk deneyleri, bizim fincan etrafında oturmamıza benzer. Daha sonra, “ruhlarla irtibat” kurmak için özel yeteneği olan kişileri, yani medyumları aracı olarak kullanmışlar.

Bu “medyum” denilen kişiler, hassas yapılı, değişik bir duyarlılığı olan, radyo alıcısı gibi aracılık eden insanlar. Neye mi aracılık ediyorlar? Öbür âlem dedikleri ve insanın öldüğünde ruhunun varlığını sürdürdüğü yerle bizim aramızda, tabii. Bu özel yetenekleri sayesinde, bilgili bir uzmanın kontrolünde, ölmüş bir insanın ruhuyla konuşmamız mümkün oluyor.

Yani, şimdi onlar ölmüş birisinin ağzından konuşuyor diye, ruhların varlığını hemen kabul mü edeceğiz? Hayır. Zaten, bu konuyu araştıranlar bizden de şüpheci. Çoğu tıp doktoru veya doğa bilimleri uzmanı. Bir sahtekârlık olmasın diye neler yapmamışlar ki. Medyumun ellerini ayaklarını bağlamışlar, ağzına burnuna tüpler sokmuşlar, kafasına elektrodlar takmışlar, çevresinde manyetik alan oluşturmuşlar. Sonuç hep şu: Bildiğimiz dünya ortamının ötesinde, maddi olmayan ama şuurlu bir varlık topluluğu var.

Bu varlıkların söylediklerine bakılırsa, insan ölünce bedeniyle ilişkisini kesiyor. Aslında, ölen şey beden. Onu kullanan insan ruhu serbest kalarak, “ruhlar âlemi” denilen bir ortamda varlığını sürdürüyor. Biz, burada bedenimize bağlıyken, bunun farkına varamıyoruz. Hani insan pür dikkat bir filmin heyecanına kapılmışken nasıl kendini unutursa, biz de asıl benliğimizi öyle unutuyoruz bu dünyada. Ama ölünce, işin farkına varıyoruz.

Tabii, iş bu kadar basit değil. Lafı kolay, ölüm bu. Nasıl ve niçin olduğunu kaç kişi biliyor ki? Ama, sırası gelince her insan gidecek. Nereye gidiyor? Ağız alışkanlığı, aslında bir “yer”den söz etmek yanlış. Maddesel bir şey değil insan ruhu. Onun için, bir “yer” veya “ruhlar âlemi” deniyor. Gittiği zaman, bir de bakıyor ki içinde bulunduğu yer biraz tuhaf, alışılmamış. Dünyadaki çevresini özlüyor çoğu kez. Geri dönmek istiyor. Tekrar bağlantı kurmak istiyor. Fırsat bulunca da kuruyor.

Nereden mi öğrendik bütün bunları? Bilim adamları, “ölüp de gidenler anlattılar” diyorlar. “Onların bedenleri olmadığı için, canları isteyince bizimle konuşamıyorlar. Bir ruh, özel şartlar var olmadıkça bu dünyadaki bir kimseye kendini duyuramıyor.” Aman, iyi ki duyuramıyor. Yoksa, ortalık çorbaya dönerdi. Ancak, bizim yaratacağımız uygun bir ortamdan faydalanarak, bu tarafla bağlantı kurması mümkün.

İşte, bu uygun ortamlardan biri ve belki de en ilkeli, fincanın etrafında toplanmak. Ruh çağırmak isteyenlerin bu “arzu”ları asıl önemli etken. Fincan ve harfler de malzeme. Herhangi bir insanın arzusu yeterli olmuyor. Aralarında yine “medyum” yeteneği olan birisi bulunmalı. Bu yetenekli kişilerin – diyelim ki – “titreşimleri”, ruhun fincanı istediği yöne doğru itmesine vasıta oluyor. Ruhun parmağı yok ki itsin. Ama, onun kullanabileceği bir titreşimi istekli olarak üretebiliyorsanız, fincanı bu sayede hareket ettirebiliyor.

Nazmiye hanım sağlığında kendi halinde bir ev kadınıymış. Kocası ve dört tane de çocuğuyla birlikte Sivas’ta yaşamış. Yaşlılığında, karaciğer yetmezliğinden hastalanıp ölmüş. Doktorlar öyle dedi, diyor. Şimdi, bu kadıncağız ölünce birden bire âlim mi olacak dersiniz? Yoo, hiç de değil. Sağlığında ne biliyorsa, öldükten sonra da o kadar.
Bilim adamları, ruhların bu dünyada iken bilgi ve idrak seviyeleri ne ölçüdeyse, öldükten sonra da aşağı yukarı aynı seviyede kaldığını söylüyorlar. Özellikle felsefi, dini ve bilimsel konularda bu ölçü değişmiyor. Çoğu yaşarken hangi huya sahipse, aynı kalıyor. O yerin şartları gereği, yavaş yavaş bütün bunlar değişiyor elbet. Ama, çarpma cetvelini bile zorla ezberlemiş biri, öldükten sonra lise matematiği problemi çözemiyor.

RUHLAR, ZİHİNDEN GEÇENLERİ OKUYABİLİYOR
İçinde bulundukları ortamın şartları, onlara bazı imkânlar tanımıştır. Mesela, zihninizden geçenleri rahatlıkla okuyabilirler. “Aaa, bak nasıl da bildi!” hayretinin ardında bu yetenekleri vardır. Yakın geçmişi ve bir ölçüde geleceği doğru olarak tahmin edebilmeleri mümkündür. Tam olarak geleceği bilemezler ama, tahminleri sizinkinden daha isabetli olabilir. O an etrafta olup biteni hissedebilmeleri kolaydır. Nazmiye hanım da postacının geleceğini öyle bilmişti.

Bakın, bir de gerçekten bilgili ve üstün değerde ruhlar var. Bunların çoğu artık dünyaya tekrar tekrar bedenlenip gelmek ihtiyacından kurtulmuşlar. Maksatları öbür âlemdeki ruhları eğitmek, bilgilenmelerini sağlamak. Aynı zamanda, bu dündaya bulunan bizlere de yardım etmek amacındalar. Onlarla irtibat kurabildiğimiz zaman, gerçekten değeri olan bazı bilgileri alabiliyoruz.

 

Halûk Akçam
Kadın dergisi, sayı 8 – 1984 Ağustos

  • Yorum yapmak için lütfen üye olunuz!!!