Fransız Felsefesinin Sonu
Derrida’nın sessizce yitip gidişi çoğu kişiye “kim kaldı ki?” sorusunu sorduruyor. Elbette bazı adlar sayılabilir ve felsefenin metinleri, şu ya da bu şekilde asırlar boyu yaşamlarını sürdürürler. Bu sürdürme üstelik çoğu zaman bir çoğalma, tartışılarak yeniden işlenme halinde cereyan eder. Derrida ile birlikte bu sürecin çok ilginç bir akademik kisveye, bir muhafazakarlığa değilse bile, eserinin yalnızca muhafaza edilmekle kalmayacağı bir çehreye büründüğünü, bu durumun ona diğer Fransız filozoflarına pek tanınmayan bir ayrıcalık tanıdığını kaydetmek gerekir. Sonuçta onun felsefesi zaten kendisini akademik bir pozitivizm dahilinde “yanlış yorumlanmaya” bilhassa açmıştı ve hiç değilse Anglo-Sakson yayıncı ve yorumcuları bu konuda yeterince davetkar davranmayı sürdürüyorlar. Aynı durum Derrida’nın bazı çağdaşı Fransızlar için pek o kadar söz konusu değildir: Althusser, Foucault, Lacan, Deleuze ve diğerleri her zaman bir “yanlış yorumlanma” tehdidini kendi eserlerinin yayılımı konusunda yaşamış gibiydiler. Atlantik ötesinin daveti içlerinden birinin ölümüne bile yol açmış gibidir. Bu davetin ve kabulun Derrida’nın bile yer yer hırpalanmasına yol açtığı da, kendisine “psikanaliste gider misiniz?” gibisinden bir soru bile yöneltilen kişisel-belgesel filmde olduğu gibi, aşikardır. Her durumda Derrida’nın dünyada ve özellikle ABD üniversiter çevrelerinde gördüğü kabul kendi felsefesinin kurucu, ama Deconstruction fikriyatına yakından bağlı bir şekilde yıkıcı unsurlarından biri olmalı.
Biz şimdilik “sonlar ilan etme” tuzağına düşmemeye çalışarak, savaş sonrası Fransız felsefesinin biçimlenişinde rol oynayan birtakım kaynaklardan bahsetmekle yetineceğiz. Göreceğiz bi, bu kaynaklardan birisinin, yani Heidegger’in adı bile Fransız Felsefesinin sonunu daha kolay tasarlamamıza el verecek. Derrida felsefesinin Heidegger mirasına bağımlılığı tartışılmaz olduğuna göre bu kaynağı (daha doğrusu bu kaynağın başına gelenleri) araştırmak filozofumuzun hallerine ve temalarına aşina olmayanlara yeterli bir bilgiyi sunabilecektir. Ne var ki bu kaynak, Fransız dil felsefecisi ve yazarı Jean-Pierre Faye’ın anımsattığı gibi bir “korku”, oldukça derin bir kuşku ve korku olabilir ve 1945 sonrası Fransız felsefesinin genel iklimini belirlemiş olabilir. Korkunun insanı düşünmeye sevkedebileceği gibisinden bir fikri şimdilik tartışmaya açmayalım, çünkü bu korku pekala felsefeye içkin hale gelmiş, felsefenin içinde devindiği ve coğrafyalarını kurduğu iklim tarafından içselleştirilmiş olabilir. Eskiler için, sözgelimi Spinoza’ya göre korku, bir uyarıcı olmakla birlikte insana öyle akıl fikir veren bir ruh hali değildir: Aristo’nun felsefenin doğuşunu kuşkulardan ve korkulardan, giderek meşakkatten uzak bir ortama bağladığı da hatırlanmalı.
Bu korkunun Nazizme bağlandığına kuşku yok: ama 80’li yılların sonlarında Fransız düşünce ortamını karıştıran o sığ Heidegger ve Nazizm tartışmalarına konu olan Heidegger’in Nazizminden değil, Nazizmin bizzat kendisinden bahsediyorum