Fikr-i Sabit
Bu metnin ilk yayımlandığı yer: Aratos Dergisi, Mayıs-Haziran (Sayı 51) 2012
Varlık ve yoklukta savrulup yiten gezgin düşlerim, yer ve gök arasında sıkışıp kalmış ruhum, uçurumlarda dalgalanan gölgelerim, – hepsi yalan ve bir o kadar da absürt. Dünyada-olmamın bilinci bu gezegene hapsolmamın yansımasıdır.
Hiç, tünel ve ışık
Her birimiz hiçlik duygusunu, şu koskocaman boşluğu yaşamışızdır, kimimiz bir an, kimimiz birçok kez, kimimiz her zaman. Hiçbir zaman diyen var mı?
Bütün düşünce tuzakları işte bu Hiç anında varlaşmaktadır, varlaşan bu tuzaklarla nasıl hesaplaşırız peki? İşte düşünme sanatı burada başlar.
Sabit fikirli, Hiç’i tünel olarak algılar, Hiç’teki ışığı görmez, dolayısıyla ışıktan kaçarak ışığın sonundaki tünele ulaşır. Her aydınlığın bir de karanlık yanı vardır, sabit fikir bu karanlıktır. Aslında Hiç’teki insanın yani her insanın pek fazla şansı yoktur, iki seçeneği vardır: Ya ışık ya tünel. Düşünce yaratmak, kurmak, bozmak, yeniden kurmak, yeniden bozmak, ta ki kaosta bir düzen kurana dek. Kurulan düzen her an değişebilmeli ve düzenleyici değişimi içselleştirebilmelidir; bu demektir ki, kişi belli bir düşünceyi değişmez bir hakikat olarak algıladığı an sabitleşir ve giderek sabitleştiği düşünceye saplanıp, saplantıyı göremeyecek duruma gelir. Bilinçaltı ona bir oyun oynar. Onun Hiç’ten kurtulma şansı yoktur, kurtuldum dediği an Hiç duygusu onu ötekine (bir başkasına) sevk eder, o, Hiçlik duygusunu ötekine yansıtmaya başlar. Ve: Kendinde baş edemediği Hiçlik duygusunu ötekinde imha etmek ister ve eder. İşte sabit fikrin saldırganlığı. Ötekini imha edince Hiç’i imha edeceğine inanır. Nasıl bir paradokstur bu! İşte bilinçaltı oyunu. Hiç yok edilir mi, hiç?
Başka bir dilde: Nevroz genel geleneklerle örülerek duvarlaşır, saplantılı kişi (a)sosyal kostümlerle nevrozlarını açıkça yaşamaya başlar. Takınaklı, bağımlısı olduğu düşünceyi yoğurmadan, içselleştirmeden sadece sembollerle dışa vurabilendir ve onda Kişilik’e dair eser yoktur. Takınaklı yaşayamayandır, yaşamdan haz alamayandır (her haz alamayan takınaklı değildir), öz denilen kişiliğini yitirir, bu nedenle ötekini imha etmeyi kendine mübah görür.
Yaratma ve imha etme
Bu ikisi arasında insanın kaderi belirlenir. Her birey kendi içinde kötülük taşır - bu potansiyel mevcuttur - iyilik potansiyeli taşıdığı gibi. Düşünmek edimi takınaklıda musallat olarak yaşanır; takınaklı, düşünceyi kendine musallat olmuş olarak algılar, böylece düşünceyi de imha etmesi gerekir. Özgür olarak yaşanamayan düşünce ötekiyle birlikte imha edilmesi gereken nesneye dönüşür. Yine bir bilinçaltı oyunu. Ötekini imha edince düşüncenin imha edildiğine inanır.
Sabit fikirli imha edici enerjisini tabuya odaklar, tabudan beslenir ve tabuyu kurar. Kurulan tabu yıkılamayan bir duvar haline gelir. Tabunun buradaki eşdeğer adı kutsallıktır, kutsala dokunamayan tabuya dokunamaz. Sabit fikirli ilahi kostümüyle kendini öte dünyaya taşır, ancak bu öte dünya ötede değil, buradadır; bu dünyada bir öte dünya. Dünyada-olmanın bilinci bu dünyadaki öte dünyaya aksettirilerek bilinçsel çöküş nihayet gerçekleşmiş olur. İlahi bu ediminden dolayı tersini yaratır: Kutsalın kirlenmişliğini sergiler. Kirli kutsallık.
Düşünsel tabu edimleşirken bedeni araç olarak kullanır, ideolojik giysi tabunun realitesidir, edimlenişidir. Tabu can çekişirken ölümün kapısını beden fetişizmine aralar. Beden ilahi kostümün altındaki kirlenmişliktir: İçeriden dışarıya doğru kirlenen beden kutsal adı altında dışarıdan içeriye doğru ilahi kostümlerini fetişize ederek kirlenmişliğini meşrulaştırır. İdeolojik giysi meşrulaştırılmış ilahi kirlenmişliktir.
Saplantının adı var.
Saplantının adı değil, adları var: Gelenek-görenek, örf-âdet. …
Düşünce estetiği
Düşünmenin tadına varan Tek, düşüncelerine saplanmaz, düşüncelerini yaşar, yaşarak tüketir, düşüncesizleşir. Tek, genel geleneklerdeki karanlığı ve sarsılmaz sabitliği görebilendir, dolayısıyla kendi geleneğini kendisi yaratır ve yarattığı gibi de yıkar. Kendi tarihini kendisi kurar, kendi güncelliğini ve geleceğini kuracağı gibi. Düşünmenin tadına varan Tek, ışıkta yürür, karanlıkta yürürken de tünelin sonundaki ışığı görür. Ona göre genel gelenekler genel geçicidir. Gelenekler yaşanarak tüketilmek için, gelenekler yok edilmek için icat edilmiştir. İşte bu güzel bir düşüncedir. Ne var ki, bu güzel düşünce tıpkı her güzellik gibi geçicidir. Felsefeyle şiirin evliliği böyle bir şey olsa gerek. Düşüncelerin dansı. Ancak banal romantiğe, karanlık metafiziğe, sıkıcı sosyolojiğe yer yok bu evlilikte. Şiir, olacaksa analitik olsun - felsefe gibi. Felsefe, olacaksa dans etsin - şiir gibi.
Nietzsche ile Stirner’in aynı yolda yürüdüklerini düşünüyorum. Şöyle bir resim: Aynı yolda yürüyen bu iki düşünür yolun sonunda karşılarına çıkan yüksek bir kayanın en uç tepesine tırmanır ve kayanın dibindeki denizi seyre dalarlar. Biri geriye düşünülecek bir şey kalmayıncaya kadar mantığı son aşamasına taşır: Düşünceyi düşünerek anlamsızlaştırınca geriye Hiç kaldığına idrak eder, işte o an “Meselemi Hiç’e Bıraktım” der ve susar. Diğeri düşüncenin hiçliğine idrak edince, üzerinde dikildiği kayadan denize atlar. Atlayan Nietzsche’dir. Düşünce denizinde Varlık’ı başka boyutlarıyla görmeye çalışır. Biri filozof diğeri şairdir. İşte felsefeyle şiirin eşleşmesi.
Saplantının adı var.
Saplantının adı değil, adları var: Dar kafa, sınır zekâ. …
Sabit fikirliler gelenekler çerçevesinde ördükleri evliliği cinsel malzemelerin karşılıklı kullanılışı (Kant) olarak uygular. Bu durumda dinsel boyuttaki cinsel fetişizmin ve cinsel sapkınlığın oluşmamasını beklemek abes olur.
Düşünmenin tadına varan Tek, ışıkta yürür, karanlıkta yürürken de tünelin sonundaki ışığı görür. Işığı göremeyince denize atlar. Denizin rengârenk ışınlarıyla kendini yeniden yaratır. Bu, kendini vahiy etmektir. Vahiy alınmaz, gönderilmez, inmez, yollanmaz, gelmez. Vahiy bir buyruk değildir, dinsel de değildir. Alınıp verilmez; bir alış-veriş edimi değildir. Vahiy Tek'in sırrıdır, Tek’in bilinmeyenidir. Obsesyonun bittiği yerde bu sır aşikâr olur. Tek, bu sırrı çözerek yaşayandır. Her doğuş bir ölümdür. Tek, kendini yaratarak ölür.