Felsefe Yapmanın Engelleri
Tayyip Erdoğan Türkiye’de felsefe yapılmamasının (demek ki, kaydadeğer bir şey yapılmadığını kabul ediyor) sorumluluğunu, “Osmanlıca”nın terkedilmesine bağlıyor. Dün bu konuda kısaca bir şeyler yazmıştım. Bugün yeniden oralara girmeden çok daha temel bir konuya dikkat çekeyim. Onun için, en temel sorudan başlayalım: felsefe yapmak, yapamamak gibi konulardan söz etmeye başladık da, nedir felsefe, felsefe yapmak nedir? Önce şuna vereceğimiz cevap üstünde anlaşabiliyor muyuz?
Yunanca kökleri “bilgi” + “sevmek”; “gerçekliği aramak” diyebilir miyiz?
İnsanlar her zaman gerçekliğin hiç değilse kısmen bilindiği varsayımıyla yaşarlar; ama aynı zamanda bilinmeyen çok şey olduğunun farkındadırlar. Onun için “arayış” hep geçerlidir; “aramak” fiili de, bugüne kadar verilegelmiş cevapların yeterli olmadığı öncülünü içerir.
2. yüzyıl Avrupa’da Ortaçağ’ın belki en parlak evresiydi. “Bilginin kaynağı nedir? Neyi bilebiliriz?” tartışması da o evrede önem kazandı. Bu tartışmada Arap İslâm filozoflarının çok önemli bir rolü oldu. Başlatan Gazalî’ydi. İbn Sina’yı eleştiriyordu. “Aklınla çözmeye çalışıyorsun,” diyordu. “Oysa akıl yanıltır, seni çelişkiye götürür, dinden saptırır. Bilgi ancak vahiyle gelir.”
İbn Sina o sırada yaşamıyordu. Gazalî’ye cevabı, Gazalî de öldükten sonra, İbn Rüşd verdi. Bundan sonra İslâm dünyasında (büyük devletlerin parçası olan) ulema hep “Gazalî haklıdır,” dedi. Batı ise, çeşitli kavgalardan geçerken genel olarak İbn Rüşd’ün yolunu tuttu. Yani, gerçekliğin ne olduğunu aklıyla aradı. Skolastik felsefenin en parlak temsilcisi sayılan Tomasso bile İbn Rüşd’den yana tavır aldı.
Bunlara da daha fazla girmeyeyim. Gazalî muhafazakâr bir düşünürdü. Epistemoloji konusunda vahiyden şaşmadığı gibi siyaset konusunda da otoriteden şaşmamıştı. Bu özelliğiyle de, İslâm tarihinde her zaman fikrine başvurulan düşünür olmuştur. Çünkü onun bu muhafazakâr düşünceleri, doğal olarak, “iktidarda” olanların işine gelmiştir.
Siyasette Gazalî’nin en korktuğu, en fazla bir “felâket” olarak gördüğü şey otoritenin sarsılması, yani “başsızlık”, yani “anarşi”ydi. Böyle olduğu için, Gazalî, “hükümdar”ın resmen deli olmasını, hükümdar olmamasına tercih ediyordu. Delirmiş bir hükümdarın çok fazla kötülük yapabileceğini görüyordu tabii; ama “ehven-i şer” diyordu buna, çünkü hükümdar olmayan bir ortamda çok daha büyük kötülükler olacağına inanıyordu.
İslâm, girip çıktığı tarihî konjonktürlerde, genel olarak muhafazakâr doğrultuda evrilmiş bir din ve bir ideolojidir. Dolayısıyla Gazalî ve onun “ekol”ünden düşünürler daha çok kabul görmüş, daha çok etkili olmuşlardır. Türkiye’nin bugünkü, “dindar nesil yetiştirme” amacını güden iktidar yapısında da, Gazalî tarzına uygun bir dünya görüşünün egemen olduğunu sanıyorum. Tayyip Erdoğan’ın zihnindeki bir “İslâm düşünürleri portre galerisinde” en başta asılı olanın bir Gazalî portresi olacağını tahmin ediyorum (biri gelip “portre galerisi günahtır” demediyse).
Avrupa tarihinde Ortaçağ’da felsefe olmadığı söylenegelmiştir. Niçin? “Gerçekliği aramak” demiştik. “Şunlar şunlar kesin doğrudur. Onlara ilişemezsin. İlle bir şey arayacaksan, onların dışında ara. Bulduğun şeyler de böyle ayırdığımız o doğrularla çelişmesin” deniyorsa, zaten felsefe yapılamaz. Felsefe, gerçekliğin aranmasıdır, birilerinin “Bu böyledir” diye ortaya diktiği birtakım dogmaların pekiştirilmesi ve doğrulaması demek değildir.
Türkçe ile felsefe yapılamayacağından şikâyetçi olan Tayyip Erdoğan’ın şu tanımladığım “felsefe yapma” eylemini doğru bir şey diye kabul edeceğini hiç sanmıyorum. Örneğin “Kur’an-ı Kerim bizzat Allah’ın tebliğ ettiği Kelâmı” değildir, denmesine razı olması epey uzak bir ihtimal gibi görünüyor.
Yanılmıyorsam, bu böyleyse, Türkiye’de felsefe yapılmamasının dilden ve kelimelerden gayrı birtakım nedenleri var demektir.
Murat Belge