Felsefe Yapma

Bizim kız dün okuldan morali bozuk geldi. Bir arkadaşı ile tartışmış yanıma gelip kızgın bir şekilde “Baba bana bir arkadaşım ‘felsefe yapma!’ dedi; ne demek istedi sence?” diye sordu. Tablet ekranında ben de yeni makale için bir şeyler karalıyordum, kafamı kaldırıp “Kızım sana düşünme demek istemiş” dedim. O da biraz şaşırarak “Nasıl yani?” diyince, biraz sonra yapacağımız konuşmanın da yazmakta olacağım makalenin de konusu ortaya çıkmış oldu.

“Gel önce biraz felsefe yapalım. Sonunda sen ne demek istediğine karar verirsin” dedim.

Baba-kız bir güzel sohbete başladık.

Sohbetin giriş cümlesi tabii ki “Bak güzel kızım” oldu.

Sonrasında dökülen cümleleri toparlarsak;

İnsan denen varlığın akıl denen ve onu bu yönüyle diğer tüm canlılardan ayıran bir düşünme kapasitesi vardır. İnsan bu nedenle “felsefi” bir varlıktır.

Felsefe; sorgulama, çok boyutlu düşünme, derinleşme demektir.
Tarihe mal olmuş tüm önemli profillere baktığımızda; ister bilim adamları, iş adamları, ister devlet adamları, sanatçılar, sporcular, askerler hepsi ama hepsinin en önemli ortak özelliğinin “düşünen insan” olduğunu görmek mümkün.

“Düşünüyorum öyleyse varım” söylemini ortaya atan 18.yüzyılın büyük filozofu Rene Descartes’a göre düşünme basit bir edim değildir elbette.

Düşünmeyi çeşitli basamaklar ayırmak mümkündür.

Başına gelen bir şey üzerine düşünme (meditare)
Daha geniş bir şekilde enine boyuna odaklanarak düşünme (contemplatio),
Başına geleni kavramsal boyuta dönüştürerek düşünme (cogitare)
İlk basamaktan itibaren yükseldikçe güçlenir, kişilik kazanır, özneleşir ve ayakları yere daha sağlam basar bir hale gelirsiniz. Düşünmenin en üst basamağı kısaca “kavramsal düşünmedir”.

Büyük düşünür Immanuel Kant da “Kavramsız algı kördür” der. Eğer kavramlar kuran düşünme olmasaydı, yani biz algıladıklarımıza etkin bir şekilde bağlantılar kurarak kavramlaştırma yeteneğine sahip olmasaydık, bizi çevreleyen dünyayı sadece görerek, işiterek, dokunarak sadece duyularımızla düşünmeden anlamaya çalışsaydık, anlamamız pek mümkün olmayacak, güdük kalacaktı.

Descartes’çı bir anlayışla insan akıl ve bedenden meydana gelmiş dual bir varlıktır. Özne’nin akış haline geçebilmesi için akıl ve bedenin bütünleşmesi gerekir. Bu boyut öznenin eyleyen varlık olarak en yüksek verime ulaştığı ve potansiyelini en üst düzeyde gerçeğe dönüştürdüğü durumdur. Özne’yi asıl anlamda özne yapan, bir şeye doğru gerilmesinin ve yönelmesinin üzerine düşünmesidir (cogito).

Üzerine düşünülmemiş her eylem eksik kalır. Üzerine düşünme, varoluşu bir üst düzeye doğru bilinçlendirerek harekete geçirecek ve insanın her şeyden önce “kendisini” fark etmesini sağlayarak onu bir “özne” olarak sahip olduğu kişisel dünyasının tam merkezine yerleştirecektir. Merkeze yerleşmiş birey, bu özelliğiyle kendi somut varlığının ve yönlendiriciliğinin bilincinde bir özneye dönüşmüş olarak her şeyi, bilgisi ve kişisel varoluş çerçevesinde gerekçelendirmeye, böylece onların varlığını “anlamaya-kavramaya” başlayacaktır. Bu tam anlamıyla bir “özne olma etkinliği” dir.

Özne olmanın en temel gerçeği; “yönelme” eylemidir. Artık özne olmayı başarmış birey, kendisi dahi etrafındaki her şeye cesaretle yönelme yeteneğini elde etmiştir. Bu da ona doğal olarak “kendi yönünü belirleme” olanağı verir.

Kendi yönünü belirleme ise, insana bir anlamda “olacağı kendisini” seçme becerisine sahip olmasını sağlar. Seçme becerisine sahip olan varlık da bu özelliğiyle çevresindekilere bir “tavır” sergiler. İlgilendiği her şeyi görür, fark eder, gözlemler, değerlendirir, yorumlar onlar üzerinde kararlar verir. Onları kendisine yönlendirir ve yönetir. Onlara karşı kendisini konumlandırır. Artık “tam özne hali” ne girer. Bu da bir insanın biricikliğini hissetmesi ve kendini içeriden dışarıya fışkırtmasının koşulu da böylece oluşmuş olur. Artık kendisi ve çevresine karşı farkındalık içerisindedir. Bu tür kişiler rahatça “sorumluluk” da alabilir.

Öyküm beni dikkatlice dinlemeye devam ederken ilk sorusunu sordu. “Peki baba, insan özne durumuna geçemezse ne olur?”

Düşünmeyen, kendini anlama eksikliği içinde bulunan bu kişiler, neler olup bittiğinin bilgisine ulaşamadıklarından “korku” içerisindedirler. Kişinin korkuları arttıkça üstlenmek istediği sorumluluklar azalır; bu da kişinin “özne haline gelememe” sorunu ile sonuçlanır. Kendilerine ulaşamazlar. Kendileri olamayınca da farklı maskeler kuşanırlar. Kendileri olmaktan çıktıkları zaman da “beklenen” kişilere dönüşürler. Bu bir anlamda ‘mış’casına bir yaşama demir atarlar. Rolünü oynadığı “sanal kişi” başarılı olabildiği kadar dış dünyaya mesaj iletebilmektedir. Ama kendisi ile barışık veya kendisine ulaşmış değildir.

Özne olabilmek, sahip olmaktan ziyade “olmak” edimiyle özdeşleştirebilir. Unvan, para, şöhret sahibi olmak bizi özne yapmaz. Özne olmak bu bağlamda her şeyi, kuşatıcı bütünlüğü, varlığı, yaşamsal hakikati ve gelişimi içinde kabul etmek ve sevmek demektir. Mevcut olmak ve var olmak arasındaki fark bir uçurumdan az değildir.

İnsan kendi romanının yazarıdır. Bu özgün roman da olabilir aşırtmaca da mümkün. Varoluş öz’den önce gelir. İnsanın ilk baştan olgunlaşmış bir özü, önceden kesinleşmiş sabit ve değişmez bir doğası yoktur. O özü meydan getirmek kendi doğasını kendi tavrını oluşturmak, kendisini var etmek ve kendi kişisini üretmek doğrudan kendisinin görevidir.

İnsanoğlu son derece yoğrulabilir bir kendiliktir, istenilen her şey olmaya elverişlidir. Çünkü başlı başına hiçbir şey değildir. “siz nasıl istiyorsanız öyle” olmaya hazır salt bir potansiyeldir.

Jan Paul Sartre’a göre; “Özgürlük bilinçten çıkar.” İnsanın özgür olabilmesi için bilincinin “açık ve çalışıyor” olması gerekir ki önündeki seçenekleri fark edebilsin, onları doğru değerlendirebilsin ve özgürce seçimini yapabilsin.

Diğer bir varoluş felsefecisi Karl Jaspers ise; “İnsanı sürekli bir oluşum içinde olan varlık” olarak değerlendirir. Bu bir anlamda insanın “kendisi-olma” sürecidir.

Öyküm’ün dikkatli bakışlarını “felsefe çok yaptın” bakışına çevirmemek adına konuşmayı finalize etmek için son sözlerimi sarf ettim.

Tez ile anti tezi birlikte eriterek sentezine ulaşan, fark eden, hisseden, akıl yürüten, duyumsayan özneleşen, kendine ulaşmak için kendi içinde derin dalışlar yaparak, en diptekini dışarıya çıkartmaya çalışan insan olmak lazım. Bunun da yolu düşünmekten yani felsefeden geçer. Sorgulanmamış bir hayat hiç yaşanmamış demektir.

Öyküm, “baba ben alacağımı aldım teşekkür ederim” dedi.

Yarın arkadaşıma iki çift lafım var diyince ben de merak edip çıkarımını paylaşmasını istedim.

“Sorgulanmamış bir hayat hiç yaşanmamış demektir. Düşünüyorum öyleyse varım. Çok boyutlu düşünmeyi yani felsefe yapmayı hayatımın her alanında var olduğum sürece kullanmayı düşünüyorum. Düşünmüyorsan zaten yoksun demeyi planlıyorum” dedi.

Evet, bir şekilde bir sonuca varmıştı Öyküm.

Felsefe, kendimize ulaşmanın belki de en güzel yolu.

Düşünerek felsefe yaparak var olun!

Kendiniz olun!

Çünkü hayat başkası olmak için çok kısa!

 

Süheyl Aygül

  • Yorum yapmak için lütfen üye olunuz!!!