Dogmatik Köleliğin Eleştirisi
İç deneyden anladığımız şey genelde gizemsel deney olarak adlandırılan şeydir: esrime, kendinden geçme, en azından tasarlanmış coşku halleri. Ama ben buraya kadar tutunmak zorunda kalınılan itiraf deneyinden çok nasıl bir itiraf olursa olsun kökeninde bile bundan bağlantısız çıplak bir deneyi düşünüyorum. İşte bu sebepten gizemsel sözcüğünü sevmiyorum. Sınırlı tanımlamaları da sevmiyorum. İç deney, bulunduğum yerdeki – benimle birlikte insan varlığı – kabul edilebilir dinginlik olmaksızın her şeyi söz konusu etme (sorun olarak ortaya koyma) gereksinimine yanıt veriyor.
Dinsel inançlara rağmen bu gereklilik var ama bu gerekliliğin inançsız olunduğu ölçüde daha sarsılmaz sonuçları var. Dogmatik önvarsayımlar deneye yersiz sınırlamalar getirdiler: Daha önceden bilen biri, bilinen bir ufuktan öteye gidemez. Deneyin bizi alıp götürdüğü yere götürmesini istedim. Yoksa onu daha önceden verili bir amaca götürmek istemedim. Ve hemen bu deneyin bizi hiçbir sığınağa götürmediğini söylüyorum (ama kayboluşa ve anlamsızlığa götürür).
Bilgisizliğin bu deneyin prensibi olmasını istedim ki bu prensip içinde, Hıristiyanların çok başarılı oldukları bir yöntemi daha sert bir kesinlikle izleyebildim (dogmanın izin verdiği ölçüde Hıristiyanlar bu yola bağlanmışlardır). Ama bilgisizlikten doğan bu deney kuşkusuz yöntemin içinde vardır. Anlatılamaz değildir, ondan bahsetmek ona ihanet etmek değildir, ama bilginin sorunlarına olan yanıtlarını tinden bile saklar. Deney hiçbir şeyi ortaya çıkarmaz, ne inancı oluşturabilir, ne de ondan yola çıkabilir.
Deney, ateşin ve korkunun içinde insanın var olma olgusundan anladığı şeyin sorun olarak (deney olarak) ortaya konmasıdır. Bu ateş içinde insanın biraz kavrayışı olsa bile “şunu gördüm, gördüğüm şey şöyleydi” diyemez; “Tanrıyı, mutlağı, dünyaların özünü gördüm” diyemez; sadece şunu diyebilir: “Gördüğüm şey anlığı aşıyor” ve Tanrı, mutlak, dünyaların özü, anlığın kategorileri değilseler hiçbir şeydirler.
Kararlı bir şekilde “Tanrıyı gördüm” dersem, gördüğüm şey değişmiş olacaktır. Anlaşılmaz bilinmezin yerine –karşımda yabanılca özgür, karşısında beni yabanıl ve özgür bırakarak– ölü bir nesne ve Tanrıbilimcinin bir nesnesi olacaktır –ki buna bilinmez köle edilecektir, çünkü Tanrı konusunda, esrimenin ortaya çıkardığı karanlık bilinmez, bana esir edilmek üzere esirleşmiştir (bir Tanrıbilimcinin bu kurulu çerçeveyi daha sonradan yıkması olgusu, sadece bu yapının gereksiz olduğu anlamına gelir; deney için bu sadece atılması gereken bir önvarsayımdır). Ne olursa olsun, Tanrı tinin kurtuluşuna bağlıdır – aynı zamanda eksiğin mükemmelle olan ilişkilerine bağlı olduğu gibi. Oysa deneyde bahsini ettiğim bilinmezden edindiğim duygu mükemmellik fikrine şiddetle karşıdır (köleliğe, “olması gereken varlığa”). Denys l’Aréopagite’den okuyorum (Kutsal İsimler I, 5): “Entelektüel işlemin tam durdurulması ile anlatılmaz ışıkla özden birleşmeye girenler Tanrı’dan ancak onu inkâr ederek söz edebilirler.” Deneyin açığa çıkardığı andan itibaren aynı durum sözkonusu olur ve bu önvarsayım değildir (aynı kişinin görüşüyle ışığın “karanlığın ışını” olduğu noktasına kadar; hatta bu, Eckhart’da şunu söylemeye kadar götürür: “Tanrı yokluktur”). Ama kutsal kitaplardaki esinlere dayanan olumlu Tanrıbilim, bu olumsuz deneyimle aynı düşüncede değildir. Söylemin ancak onu inkâr ederek yakalayabildiği bu Tanrı’yı anımsattıktan birkaç sayfa sonra, Denys şöyle yazıyor (a.g.e. I, 7): “Yaratmada mutlak bir hükümranlığa sahiptir… her şey onu varlıklarının nedeni, prensibi ve amacı olarak görerek ona kendi merkezlerine bağlanır gibi bağlanırlar…”
Aziz Jean de la Croix, esrimedeki “görüntüler”, “sözler” ve ortak diğer “avuntular” konusunda düşmanca tavır almasa da en azından ihtiyatlıdır. Deney onun için ancak cisimleşmeyen bir Tanrı’yı kavrayışta bir anlam taşır. Azize Thérè’se’in kendisi de sonunda ancak “entelektüel bakış”a değer verir. Aynı şekilde, cisimleşmiş olsun veya olmasın (“entelektüel” görüntü olarak, duyarlı görüntü değil) Tanrı kavrayışını, bizi bilinmezin (:hiçbir şekilde yokluktan farklı olmayan bir var olmanın) daha karanlık kavrayışına götüren devinimde bir duraklama olarak değerlendiriyorum.
Tanrı, çocukluğun derinliklerinden gelen derin bir coşkunun bizde önce Tanrı’yı anımsatmasına bağlanması olgusunda, bilinmezden ayrılır. Aksine bilinmez soğuk tutar ve içimizdeki her şeyi şiddetli bir rüzgâr gibi altüst etmeden önce kendini sevdirmez. Aynı şekilde şiirsel coşkunun başvurduğu sözcükler ve altüst edici imgeler zorlanmadan bizi etkiler. Eğer şiir yabancı olanı getirirse, bunu alışılmışın yolu ile yapar. Şiir, yabancıda eriyen alışılmıştır ve biz de onunla birlikte eririz. Şiir hiçbir zaman bizi tam tamına her şeyden yoksun bırakmaz, çünkü sözcükler, eriyen imgeler, onları bilinene bağlayan nesnelere yapışmış ve daha önce hissedilmiş coşkularla yüklüdür.
Şiirsel veya tanrısal kavrayış, onun aracılığıyla bizi aşan olguya kendimizi uyarlayabilmemiz de ve onu saf bir iyilik olarak hissetmeksizin en azından onu daha önce bizi etkilemiş bir şeye bağlayabilmemiz de, azizlerin faydasızca ortaya çıkışları ile aynı plandadır. Bu şekilde tam olarak ölmüyoruz: Kuşkusuz ince bir ip ama bir ip kavranmışı bana bağlıyor (Tanrının saf kavramını parçalamama rağmen Tanrı Kilise’nin belirttiği rolün varlığı olarak kalıyor). Ancak aldatmacasız, bilinmeze doğru giderek tam olarak kendimizi ortaya çıkarabiliriz. Tanrı’nın veya şiirin deneyine en büyük otoriteyi sağlayan bilinmez kısımlarıdır. Ama sonunda bilinmez, bölünmez bir erki gerektirir.
İç deneyim; Georges Bataille