Dine Dair
Friedrich Schleiermacher (1768-1834), Alman romantizminin, liberal Protestan düşünce üzerinde güçlü etkisi olan bir ilahiyatçıdır. Uzun yıllar Berlin’deki Trinity Kilisesi’nde vaizlik ve üniversitede ilahiyat hocalığı yapmıştır. Dindarlığı, derin tarih bilgisi ve mantıklı konuşma üslubuyla romantikler için ideal bir din müfessiri olmuştur. 1799’da yayımlanan Din Üzerine Konuşmalar [Über die Religion], dinle dalga geçenlere veya şüphecilere değil, kültürlü din karşıtlarına hitap eder. Bu insanlar romantik şiir ve felsefeyle o kadar doludurlar ki, dini açıkça inkâr etmezler ama hafife alırlar. Schleiermacher, Hıristiyanlığı işte bu insanlar için anlaşılabilir ve cazip kılmak üzere, savunucularının (apolojistlerinin) geleneksel olarak kullandıkları kuru ve rasyonel argümanlardan ziyade, Tanrı’ya ulaşmak için daha zengin ve tatminkâr yollar önerir.
İnsanın yüzyılların bilgeliğiyle dolu ve avamın üstüne çıkabilmiş bir sınıftan, bu sınıfın tamamen yok saydığı bir konuya ilgi göstermesini talep etmesi beklenmedik, gayet cüretkâr, hatta müthiş bir teşebbüstür. İtiraf etmeliyim ki, ne sizleri kazanabilmek ne de konuyla ilgili olarak sizlere ilham vermek veya telkinde bulunmak gibi kolay başarı vaat eden şeyler varsa da benim haberim yok. İnsanlar tarih boyunca çoğunlukla din hokkabazlığı yapmış, dinin ne olduğunu pek azı fark etmiştir. Özellikle de eğitimli/kültürlü insanların yaşamlarında dinle yakın uzak ilgisi olan hiçbir şey yoktur. Terk edilmiş tapınakları ziyaret ettiğinizde, buralarda göçüp gitmiş tanrılara tapınıp tapınmadığınız hakkında da pek az bilgi sahibiyim. Süslü evlerinizdeki kutsal şeyler, bilge adamlarımızın atasözleri ve şairlerimizin muhteşem dizeleriyle sınırlı. Sosyallik ve tatlı dil, sanat ve bilim aklınızı öylesine işgal etmiş ki, bu dünyanın ötesinde yatan ebedi ve kutsal Varlık için hiç yer kalmamış. Dünyevi yaşama böylesine zenginlik katmada o kadar başarılısınız ki, bir sonsuzluk ihtiyacı içinde olmadığınızın farkındayım. Kendiniz için yarattığınız evrende, sizi siz yapan evren hakkında düşünmeye ihtiyacınız kalmamış. Biliyorum ki, üzerinde nice hikmet sahibi insanın, peygamberlerin, kâhinlerin, hatta dinle alay edenlerin bol bol konuşup tartıştığı bu konu üzerine, yeni ve ikna edici hiçbir şey söylenemeyeceğine inanıyorsunuz ve bu konuda hemfikirsiniz. Bunları aranızdaki ruhbanlar da dinlemeye meyilli değil. Nicedir güveninizi yitirmiş olan bu insanlar da sizler tarafından dışlanmış durumdalar, çünkü o harap ibadethanelerinden hiç çıkmıyor, orasını bile tahrip edip çirkinleştiriyorlar. Benim bildiklerim bunlar ve zaten bu nedenledir ki, içimdeki karşı konulmaz ilahi duyguyla kendimi konuşmak zorunda hissediyorum. (…)
İzin verirseniz, önce kısaca kendimden bahsetmek istiyorum. Malum, imanın tahrik/teşvik ettiği bir konuşmada kibre yer yoktur, zira dindarlık tevazu dayatır. Benim için dindarlık, beni o kutsal karanlığında besleyen ve hâlâ mühürlü (saklı) olan bu dünya için hazırlayan bir ana rahmidir. Ruhum, daha bilgi ve deneyim nedir bilmeden onun içinde nefes aldı. Babalarımın inançlarını elekten geçirip onları antik çağ düşüncesinin ve hissiyatının molozlarından arındırırken bana o yardım etti. Tanrı ve ölümsüzlüğe (ki, çocukken varlığına inanıyordum) duyduğum kuşkunun izleri gözümden silindiğinde, bana kalan yine oydu. Varoluşun bütünlüğü içinde bana bahşedilmiş olan tüm yeteneklerim ve kusurlarımla, kutsallığımı aynı bütünlük içinde nasıl muhafaza edeceğimi gösterdi; dostluk ve sevginin ne olduğunu sadece ondan öğrendim. İnsanoğlunun diğer üstün yönleri itibariyle (…) ne denli değerli olduğundan söz edebilmek için, azıcık da olsa, bunlara sahip olmam gerektiğini biliyorum. Bu değerlerin ne olduğunu gözlemle, yapılan tanımlamalardan hareketle biliyor veya tüm erdemler gibi, kadim geleneklerden öğreniyoruz. Ne var ki, dindarlık erdemin öylesine nadir bir türüdür ki, hakkında konuşabilmek için mutlaka ona sahip olmalıdır, çünkü başka bir yerden öğrenilemez. Benim dine dair olduğunu hissederek yücelttiğim şeylerin pek azını kutsal kitaplarda bulabilirsiniz. Dini içinde hissetmemiş ya da bu deneyimi bizzat yaşamamış olanlar için ancak bir öfke ve ahmaklık unsuru olabilir.
Son olarak, din hakkında böyle konuşuyor ve şahadet getiriyorsam, Almanya’nın oğullarına hitap ettiğim içindir. Beni başka kim dinler? Beni anavatanım ya da hükümet ve aynı dili paylaştığım vatandaşlarıma hitaben böyle konuşturan kör bir tercih değil, sizlerin ve sadece sizlerin kutsal ve ilahi olana dair bir duygu geliştirmeye muktedir ve buna layık olduğunuza olan inancımdandır. O kibirli ve düstursuz Adalılar’ın bildiği tek şey haz ve maddi kazançtır. Onların bilgi aşkı sadece danışıklı bir dövüş, dünyevi bilgelikleri ustaca ve kurnazca bir araya getirilmiş sahte bir mücevherdir; o kutsal özgürlükleri ise bencilliğe hizmet eder. Yaşamdan hırsızladıkları bilgiyi, maddi kazanç peşinde koşan gemilerinin direk ve dümeni için odun parçası gibi kullanırlar. Nitekim din nedir bilmez, geleneklere bağlılık vaaz eder ve dinsel kurumları anayasalarında devletin doğal düşmanına karşı kullanılacak bir güç olarak savunurlar.
Fransızlara gelince, onlara başka nedenlerle sırt çevirdim. Dine önem veren, ona saygı gösteren bir insan onların yüzüne bile bakamaz, çünkü tüm davranışları ve ağızlarından çıkan her sözle dinin en kutsal emirlerini ayaklar altında alırlar. Milyonlarca insanın sergilediği bu ilkel umursamazlık, tek tek her bir ruhun alaycı bir laubalilik içinde gözleri önünde tezahür edene bakarak kendilerini avucunun içine alan soylu tarihsel gerçeği huşuyla karşılamaktan ne denli aciz olduklarının kanıtıdır. Din, insanları yönetenlerin akıl almaz bir kibirle dünyanın ebedi yasalarına meydan okumalarından nefret ettiği kadar, neden nefret edebilir?
Schleiermach, Fransızlara dair uzun bir tirattan sonra, tekrar Almanlara döner.
Hiçbir meyveyi reddetmeyen bu mutlu iklim, benim anayurduma hastır. Burada, biraz dağınık olsa da, insanlığı tezyin eden her şeyi bulursunuz. Bu iklimde her yerde, en azından bireylerin içinde yeşeren her şey, en güzel şekli alır. Burası ne bilgece itidal ne de sessiz tefekkürden yoksundur; dolayısıyla din, çağın soğuk dünyevi aklı ve hoyrat ilkelliğinden kendini sakınmak üzere buraya sığınmak zorundadır.
Yoksa beni, kültürsüz ve kaba insanlar olarak horladığınız, kutsallık ve görünmeyene inancı -modası geçmiş bir elbise gibi- sadece onlara yakışacağını düşünerek devrettiğiniz, o alt tabakaya mı yönelteceksiniz? Bu kardeşlerimize karşı iyi niyet besliyor olmalısınız. Onların da muhatap alınarak ahlak, adalet, özgürlük gibi daha üstün konularda bilinçlenmelerini ve hiç olmazsa anlık çabalarını daha iyiye yönlendirmelerini herhalde sizler de istersiniz ki, insanın ne denli değerli olduğuna dair fikir sahibi olsunlar. Bırakın bu insanlar dine de yönelsin. Onları meraklandırıp bu yöne teşvik edin; doğal olarak sahip oldukları ve fakat uykuda olan veya saklı kutsal dürtülerini canlandırın; kalbin derinliklerinden gelen ışıkla büyülenmelerini sağlayın. Bırakın o daracık hayatları bir bakışınızla sonsuzluğa açılsın ve bir an için bile olsa, kendi iradeleriyle varoluşun yüksek bilincine ersinler. Böylece onlara çok şey kazandırmış oluruz. Ama sorarım size, bu sınıfın mensuplarına insanın gücü ve davranışlarının en gizli bağlantısının, en yüce temelinin gözler önüne serilmesini istediğiniz zaman mı müracaat ediyorsunuz? Fikrin ve duygunun, yasanın ve hakikatin ortak kaynağını bulmak üzere, gerçeği insan doğasının temellendiği ebedi bir ihtiyaç gibi göstermek istediğiniz zaman mı müracaat ediyorsunuz? Eğer bilge adamlarınızın bilgelikleri aranızdaki en iyiler tarafından anlaşılabiliyorsa, bu düşünüldüğü kadar zor olmamalı. Benim, tam da şu sıralarda, din konusunda yaptıklarım bunlardır. Dine dair tekil duygular uyandırmak veya tekil kavramları doğrulamak ve savunmak benim işim değil. Ben ancak sizleri her duygu ve kavramın kendi kendine şekillendiği o engin derinliklere yönlendirebilirim. Sizlere dinin insanoğlunun hangi temayülü sayesinde geliştiğini ve sizler için en üstün ve en sevgili olanın nasıl ona ait olduğunu gösterebilirim. Sizleri mabedin temeline götürürüm ki, tüm sığınağı gönlünüzce gözden geçirip en gizli sırlarını kendiniz keşfedin.
Kendini her gün dünyevi şeylerle yorup üzenlerin göksel şeylere daha yakın olmaya hak kazandığına; kara kara bir sonraki anı düşünerek, en yakınındaki eşyalara sımsıkı sarılanın bakış açısının dünyanın ötesine uzanacak şekilde genişleyebileceğine; dünyevi işlerin ruhsuz monotonluğunda kendini bulamamış bir insanın Tanrı’yı keşfedebileceğine cidden inanmamı mı bekliyorsunuz? Herhalde bunu utanç duyana dek sürdürmeyeceksiniz! Dolayısıyla, sadece sizi, insanoğlunun ortak bakış açısını terk etmeye çağrılmış olan ve onun ruhunun derinliklerine giden meşakkatli yolu göze almaktan çekinmeyecek olan sizleri davet edebilirim, insanoğlunun o en gizli duygularını arayıp bulmaya ve yaşamın değeri ile zahiri şeylerin bağlantısını görmeye…
O halde, rica ederim, önce dinin tam olarak nereden neşet ettiğini inceleyelim. Din, acaba bazı önsezilerin mi, yoksa bazı muğlak düşüncelerin mi ürünüdür? Tarihte var olan çeşitli dinler veya mezheplerden mi, yoksa rasgele fikirlerden mi doğmuştur? Şüphesiz, bazıları ikinci görüşte ısrar edeceklerdir. Ancak, bu üstünkörü ele alınıp doğru bilgiye dayandırılmayan temelsiz bir yargı da olabilir. Genellikle, ebedi bir varlığın mevcudiyetinden duyulan korku veya bu varlığın yaşam üzerinde sizlerin kader dediği etkisine duyulan saygıdır ki, bir sonraki yaşam beklentisi yaratır. Reddetmiş bulunduğunuz bu iki görüşün, öyle ya da böyle, tüm dinlerin dayanak noktası olduğunu düşünüyorsunuz. Ancak, söyleyin bana, saygın efendilerim, bunu nereden çıkardınız? Çünkü insanoğlunun içinde olan veya ondan kaynaklanan her şeye kabul edilebilir nitelikli iki bakış açısı vardır. İçerden dışarıya doğru, yani içsel niteliklerden hareketle düşünürsek, doğal güdülerle açıklanabilir ya da adına ne derseniz deyin, çünkü şu anda sizin teknik terimlerinizle uğraşmak istemiyorum! Öte yandan, insanoğlunun bazı durumlarda aldığı şekli ve sergilediği keskin tavrı dikkate alıp ona dıştan bakarsak, bunun zamanın, yani tarihin ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Dine, bu büyük ruhani olguya sizler nasıl yaklaştınız, hangi açıdan baktınız ki, din adı altındaki her şeyin ortak bir içeriğe sahip olduğu kanısına vardınız? İçeriden baktığınızı söyleyemeyiz, çünkü eğer öyleyse, sayın efendiler, söz konusu görüşlerin insan doğasına temellendiğini kabul etmek durumundasınız. Şayet bunların insani ihtiyaçlara cevap vermek üzere yanlış yorumlardan veya hatalı referanslardan kaynaklandığını söylüyorsanız, sizlere yakışan bunların içindeki ebedi hakikati aramak ve bizimle işbirliği yaparak yanlış anlaşıldığı ve yönlendirildiği için adaletsizlikten muzdarip olan insan doğasını ihya etmektir. (…)
Ne ki, muhtemelen, bu ruhani olguya dair görüşünüzün diğeri olduğunu söyleyecek; dışarıdan başlayıp, dinlerin ortaya koyduğu düşünceler, dogmalar ve adetlerden hareket edeceksiniz. Hepsi dönüp dolaşıp takdiri ilahiye ve ölümsüzlüğe gelir. Din, kasvetli ve bunaltıcı bir atmosferde hakikatin bir bölümünü örten boş bir iddia (yalan) olarak algılansın diye, bu dışsallığı açıklayabilecek içsel ve özgün bir kaynağı beyhude aradınız. Eminim bu samimi görüşünüzdür ama şayet söz konusu iki görüşün tarih boyunca zuhur eden çeşitli dinlerin hepsi için gerçekten geçerli olduğunu düşünüyorsanız, izin verin de bu olguları ne denli doğru gözlemlediğinizi ve dolayısıyla, ne denli kavradığınızı ve tüm dinlerin ortak içeriğe sahip olduğunu söylerken ne denli haklı olduğunuzu sorgulayayım. Düşünceniz buysa, örneklerle doğrulamak zorundasınız ve şayet biri çıkıp bunun yanlış ve konu dışı olduğunu söylüyor, dine dair mükemmel bir öze işaret ediyorsa, yargılamadan önce dinlemelisiniz. Dolayısıyla, bir zahmet, ayrıntılara baştan sona sadık kalmak suretiyle gözlem yapanlara söyleyeceklerimi dinleyin ve bu açıklamayı bana çok görmeyin.
Şüphesiz insanoğlunun tarih boyunca yaptığı ahmaklıklara aşinasınız ve çeşitli din doktrinlerinin yapılarını -kötü niyetli kişilerin saçma sapan masallarından başlayıp Deizm’e kadar, insan kurban edildiğine dair kaba hurafelerden, metafizik ile etiğin sağlıksız bir bileşimi olarak, bugün saf (arıtılmış) Hıristiyanlık dediğimiz dine kadar- gözden geçirip hepsini ipe sapa gelmez buldunuz. Size ters düşmek istemem ama şayet en kültive (ıslah edilmiş) dini sistemin en kaba/ham olandan daha iyi olmadığını iddia ediyor; ilahi olanı, sadece başı sonu sıradan ve zelil bir silsile içinde yer alamayacak bir şey olarak görüyorsanız, sizleri söz konusu silsilede daha nelerin bulunduğu hususunda tahmin yürütme zahmetinden memnuniyetle kurtaracağım. Çünkü ihtimaldir ki, bunların hepsi sizlere aynı sonuca varan geçiş dönemleri veya aşamalar gibi gelecektir… Ancak doktrinlerin dini sitemler olarak istihlak edilmesi, çoğu kez dinin istihlaki anlamına gelmez ve heyhat, çoğu kez birinin gelişmesiyle diğerinin gelişmesi arasında en ufak bir ilişki yoktur. Bu konuda konuşurken öfkelenmeden edemiyorum. Akla saygısı olan ve insanoğlunun her yönüyle keşfedilmesi ve yetiştirilmesi gerektiğine inananlar, onun ulu ve görkemli olanın menzilinden nasıl döndürüldüğüne ve ilkel bir skolastik ruh tarafından esir alınarak, nasıl özgürlükten alıkonulduğuna ağlamalıdır. Bu sistemler kendi içlerinde çıkarcı bir anlayışın işgüzarlığı değil de nedir? Bu ilahiyat sistemleri, dünyanın başlangıcı ve sonuna dair bu teoriler, anlaşılamaz bir Varlığın doğasına dair bu analizler, en üstün olanın sıradan bir anlaşmazlık gibi ele alınmasına yol açan bu ısrarlı, inatçı kavga nedir? Ve bu kesinlikle (…) dinin karakterine uymaz.
Eğer bu dogmaları ve görüşleri dikkate aldıysanız, dinin ne olduğunu öğrenmemiş, dolayısıyla neyi küçümsediğinizi bilmiyorsunuz demektir. Kabuğun altındaki çekirdeği bulmak için neden daha derine inmediniz? Gönüllü cehaletiniz beni şaşırtıyor, evet şaşırtıyor, siz kaygısız sorgulayıcılar! Ve size sunulan ilk şeyin karşısında sergilediğiniz fazlasıyla suskun doygunluk (tatmin) beni çok şaşırtıyor. Neden dini yaşamın kendisine bakmıyor ve imanla aşka gelen aklın nasıl her şeyi bir yana bıraktığını ya da neredeyse bastırdığını, ruhun ebedi ve ezeli olanda nasıl eriyip gittiğini görmek istemiyorsunuz? Oysa, bu gibi anlarda insan gözle görünür bir biçimde başlangıca (primordial olana) dönüyor. Sadece bu duyguları yaşayanları tanıyan ve bu konuların üstünde kafa yormuş insanlardır ki, dinin o dışsal tezahürünü yeniden keşfeder. Sizi temin ederim ki, sizlerin görüp kavradığından çok daha fazlasını görecek ve algılayacaktır. Bu insanların içinde onsuz ayağa kalkamayacaklarını düşündüren bir “bağ” vardır. Ama bu bağı nasıl çözeceğini bilmeyenlerin (kavrayamayanların) elleri, bırakın o bağı kessin ve geriye kalan soğuk (ölü) bedeni gönlünce incelesin. (…)
Sizden ricam, din sandığınız her şeye sırt çevirmeniz, eylem ve sözleriyle bizlere ilham verip yol gösteren insanlar olarak, tüm dikkatinizi içsel duygulara ve yaradılışa sabitlemenizdir. Tüm okumuşluğunuz, kültürünüz ve önyargılarınıza rağmen (!) başarılı olacağınızı umuyorum. Ne olursa olsun, bu bakış açısıyla yine de sahici bir şey keşfedemez veya fikir değiştirmez veya küçümseyici tavrınızdan vazgeçmez -ki, yüzeysel gözlem ürünüdür- ve kalbin ebedi ve ezeli olana uzanışıyla alay etmeye devam ederseniz, başarısızlığımı kabul edecek, ne var ki, dinden nefret ediyor olmanızı fıtratınıza verip başka hiçbir şey söylemeyeceğim.
Bütün bunlara rağmen, sanmayın ki kendimi dinin dünya düzenini ve adaleti sürdürmek için ne denli büyük bir ihtiyaç olduğu söylemine (o sıradan yönteme) adayacağım. Ve sanmayın ki sizlere o her şeyi gören gözü, insan yönetiminin ne denli basiretsiz olduğunu veya insanın diğer insanlara yardım etme gücünün ne denli sınırlı olduğunu hatırlatacağım. Dinin sadık bir dost ve ahlaken yararlı bir destek olduğunu da söylemeyecek; dinin kutsal istihkaklar ve muhteşem vaatlerle insanı nasıl nefsiyle mücadeleye yönelttiğinden bahsetmeyeceğim. En iyi dost ve en ateşli savunucu olduklarını iddia edenler işte böyle konuşur. Birlikte anılınca hangisi daha üstün, siz karar verin: Desteklenmesi gerektiği söylenen adalet ve ahlak mı, yoksa her ikisini de destekleyecek olan din mi, hatta bu gibi şeylerin sizlere hiç söylenmemesi mi?
Bu bilgece nasihati sizlere vermemiş olsaydım, vicdanınızla bir tür hızlı ve ahlaksız bir oyun oynadığınızı nasıl varsayar ve bugüne dek sevgi ve saygı duyma ihtiyacı hissetmediğiniz bir şeye yönlendirilebileceğinizi nasıl düşünebilir, bunu yapmaya nasıl cesaret edebilirdim? Diyelim ki bu konuşmaların amacı, sadece insanlar için neler yapabileceğinizi göstermekti! İnsanları eğitmek ve onları kendinize benzetmek adına, nasıl olur da işe onları kandırarak başlar; kutsal ve yaşamsal bir ihtiyaç olarak kendinize tümüyle yabancı olanı, nasıl olur da sizin düzeyinize ulaşır ulaşmaz inkâr edebileceklerini bilerek sunabilirsiniz? Şahsen ben, dünyaya ve kendinize karşı yıkıcı bir riyakarlık olarak gördüğüm böylesi bir davranışa davetiye çıkaramam. Dini böylesi yöntemlerle salık vermek, ancak şu an maruz kaldığı aşağılanmayı arttırır. Sivil kurumlarımızın hâlâ son derece yetersiz ve adaletin tesisi itibariyle güçsüz olduğu malum. Dolayısıyla, bu ağır şartlar altında, daha iyi şeylerin yaklaşmakta olduğuna duyulan yarım yamalak inançla veya farklı nedenlerle arzu edilir olmasa bile, dinin devreye sokulmaması günah olur.
Schleiermacher dinin ‘faydacı’ savunucularını kınayarak devam eder:
Bazen bir şeyi sadece faydalı olduğu için sevip saymakta yarar vardır. Bu şey kendi içinde bir değer ifade etmese bile, akıllı insan onu belirli bir amaca hizmet edeceği için benimser. Bu bakış açısının, dinin yeterince değerli olmadığına işaret ettiği açık. İtiraf etmeliyim ki, ben dinin bu şekilde kullanılmasının haksızlık ve ahlaksızlığı daha da artıracağını düşünüyorum. Din eğer bu şekilde saygınlık kazanacaksa, yapabileceğim hiçbir şey yok. Dinin bir aksesuar olarak salık verilmesinin hiçbir değeri yoktur, çünkü dine muhayyel methiye, ortalıkta daha yüksek idealleri savunarak gezinenlerin işine yaramaz. İmanın iyi ruhlarda kendiliğinden ortaya çıktığına, içimizde kendine has bir yeri olduğuna ve burada sınırsızca salınarak, en soylu, en iyi, en içten olana can verdiğine ve bu durumun insanoğlu tarafından idrak ve kabul edildiğine inanıyorum.
Friedrich Scleirmacher, On Religion, Kegan Paul, Trench&Trubner 1893.