Diğerkamlık
Neşet Ertaş için Bozkırın tezenesi demişti, Yaşar Kemal, sesine bakarak, sazına bakarak. Sesle saz birleşik bir üsluptur halk müziğinde; özgünlük ordadır, aşkın tavır, aşkın eda orda yatar, şahsiliğin koyusu vardır o bileşimde. Neşet Ertaş’ta sesten ve sazdan başka ne vardır ki; o sözler halk şiirinde çokça var. Bir bileşim olmalı; oradan şahsilik olsun. Saz-ses Neşet’te, şahsi ve bütünleşmiş biçimde var.
Aslına bakarsanız ses de yoktur öyle âhım şâhım. Bir ses güzelliği diye duymayız onun sesini. Ama nedir onun güzelliği, bizi büyüleyip onu biricik yapan? Söyleyişindeki duygu. Duygusuna sarılışındaki sahicilik. Diline doladığı sözcüğün hakkını verirkenki cömertliği, rahatlığı. Bunların yanı sıra, kendinden önceki tüm aşıkların sesi de vardır sesinde, onların âhını, ukdesini, neşesini de cömertçe taşır. Yalnız o mu? Çoğul ve sürekli kamaşan renkler titreşimidir; Neşet’i, Muharrem Ertaş’ı, Hacı Taşan’ı, Miles Davis’i, Jan Garbarek’i “kendisi” yapan. Neşet, kendiliğinden biçimlenmiş, oluşmuş bir kendilik… Örneğin bazen yalnızca kırmızının titreşimi. Ama kırmızı bile şaşırabilir bu kadar çok tonu olduğuna. Zeki Müren’le ilgili bir anısını anlatışı var, neye dikkat ettiği, İnsanda neyi gördüğü beliriyor: Zeki Müren’le ilk ve özel bir buluşmasında Zahidem’i söylüyormuş. O söylerken Zeki Müren kafasını duvarlara vuruyormuş. Öyle kendinden geçmiş ki, “dilediği gibi vuruyor”muş…
Dilediği gibi… Biz sanatta şahsiliği geç öğrendik. (Öğrendik mi?). O varken, onun içindeyken geç öğrendik (mi, bilmiyorum). Şahsilik, Türkiye tarihinde kendi dinamikleriyle doğmamış burjuvalığın, kötü, züppe, özenti, iğreti hali gibiydi.
Ama biz öteki olanı erken bilen bir kuşaktanız, erken büyüyen çocuklar kuşağından. Her birimiz kırkını geçmiştir şimdi; kendimize ait olduğunu düşündüğümüz hayat, bir diğerkâmlık (özgecilik mi desek?) duygusuyla başlamıştır, böyle bir şeyin öyküsünü taşırız. Şimdi o duygu küllenmiş olsa da… Bunda yetiştiğimiz yılların toplumsal ahlakının rolü olmalı. Örneğin iş bulmak zordu, üniversiteye girmek zordu, şimdiki gibi. Herkes her yere doğru koşturup Türkiye’de ve dünyada bir yer arıyordu. O günlerin farkı şuydu: Her iş bulan, her üniversiteye giren, giremeyenlere borçluydu sanki. Bu duygunun, bu yaşantının derinleşmiş, bilinçlenmiş ve evrensel bir anlatım dili ve yeteneği kazanmış haliydi solculuk. Bir yoksulluk yeterdi bize, bütün yoksulluklar için. Zayıfın üstüne çöken biri burkardı yüreğimizi, öfke duyardık kötünün etkinliğine. Kötü içimizden de olabilirdi, ağadan, beyden de. Bir yiğitlik yeterdi bize bütün yiğitlikler için. Yiğitlik başkaldırıydı, başka bir tanımı yoktu. (Yoktur da zaten, ama şimdi folklorik bir sözcük gibi sanki yiğitlik). Böyle okuduk her şeyi. Her şeyi tümden öğrenen bir kuşağız aslında. Tümdengelimli bir kuşak. O yüzden analitik dil, analitik düşünce güçlü değildir bizde. Bu yazıda olduğu gibi… Hep şöyle bir soruyla karşı karşıya kaldık: Var mısın, yok musun? Olmak ya da olmamak gibi. Hamlet, babasının öcü peşindeydi, biz abilerimizin… 6 Mayıs’la… Deniz Gezmiş’lerle başlar çoğumuzun öyküsü. (“Deniz Gezmiş için çırpınan kız/ Ben sosyalizmi hep sevdim”.) Başka yaşamların diğerkâmlıkları da bizim büyülenmemiz içindir. Kendimizi doğrulamak içindir de, yalnız olmadığımızı hissetmek içindir.
yasar-kemal
O yıllar okunan romanlar etkinde yaşamımızda. Yerli edebiyat Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Fakir Baykurt, bazılarımız Sait Faik, Bekir Yıldız… Çeviri edebiyat klasikler ve Gorki, Ehrenburg, Ostrovski, Böll ve daha çok direniş edebiyatının örnekleri. Tabii ki özellikle Rus klasikleri. Şükrü’yü Şolohov sürükler, Dostoyevski’ye şaşırır da şaşırır, Tolstoy yakın tanıdıktır, Gorki iyi arkadaş, ama Çehov, ağabey, dost, İnsanın içindeki iyilik, anlayış, zengin empati.
Şiir, tabii ki Nazım’dı. Gürül gürül Nazım, gürül gürül Ahmet Arif… Şükrü için Atila İlhan, Cahit Külebi, Dağlarca da olmalı, Toplumcuların hepsi de. Ama asıl Behcet Necatigil’dir onun daha çok içine işleyen. Necatigil, kıyıdakilere, görünemeyenlere, içe kapanmışlara, ev içinde kalmışlara, iktidarsız herkese bir dil olmak için özenmişse diline, Şükrü, adını koyan, sayısını çoğaltan, coğrafyasını genişleten, olayını evin dışına da taşıran bir dile dönüştürmüştür Necatigil’dekileri. Edip, Cemal, Turgut ve diğerleri daha sonra, 80 sonrasında. Sanırım öyle.
Orta dönem Sovyet edebiyatına bağlılığımızda Deniz’in bağdaş kurarak okuduğu İnsan Asker Doğmaz’lı fotoğrafının da büyük etkisi olmalı. Böylece bağlandık daha yaşlıların “Bizim çocuklar” dedikleri ağabeylere. İdolleri olan bir kuşaktık. İyi mi, kötü mü? Hem iyi hem kötü. Onun ve o kuşağın temsilcilerinin ölümünden çok hayallerinin kalmasına ağıt yakmış bir kuşaktır bizim kuşak.
O hayalleri taşıyan, şimdi de unutmayanlar vardır; Bozkır’ın iyiliği buradadır. Gökyüzü, altındaki bütün yazı yabanı, tozu dumanı, neşeyi gümanı yansıtan bir şeffaflıktadır. Bozkır gökyüzü, “biçilmiş buğday kokar”. Yan komşudan, karşı yakadan göğe savrulan silah sesleri, ağıtlar, türküler, halaylar, neşesi kendine saklı iniltiler… “Paylaşmak, bir sevinci ya da güçlüğü/ Bir karşı koyuş biçimiydi hayata.”
Şükrü Erbaş’ın şiirine bir bakış yeri edinmeye çalışırken aklıma geliyor bunlar. Aslında elimde hazır ve güçlü bir kavram var öteden beri taşıdığım: Diğerkâmlık. Onun şiiri, diğerkâmlık duygusunun açılımı gibidir. Ötekinin kaderine sokulmaya, onu anlamaya çalışan bir benliğin… Böyle mi demeli? Daha doğrusu benlik olmanın bencillik de olabileceğinin tedirginliğini yaşayan bir benlik bilinci. O yüzden Doğu felsefesinde olduğu gibi, benliğini göstermek istemeyen bir benliğin şiiridir. Narsizmin tüketici ruhundan uzak durmaya çalışmış, ya da tersinden aynı; belki de tüm dünyayı böylesi bir narsistik bir yankılamayla algılamış.
Son döneme kadar böyleydi demek daha gerçekçi. Şimdi daha kararlı bir biçimde benliğini ortaya koyuyor, çekincesi kalmamış. Doğru ya da yanlış, ama bir etik, bir duruş, öyle ki, eğri desen sekmez, doğru desen yine sekmez bir duruş. Çünkü olduğu gibi olandır o. Gücü buradadır, kimine göre güçsüzlüğü de. İçinde bir sertlik taşır ki, parçalamaya görün, kristal parçaları gibi keskindir ve bir daha eski haline dönüşmeyecek kırgınlık ve bundan doğan kederdir şiirin içinde kömür gibi parlayan. Parlayıp sönen. Giderek koyu bir sese dönüşmüş olan kırılgan, kederli hal, lirizmden güç almadıkça görünmez. Ontolojik bir oluştur o, organik bir oluş. Bir şey olmaya çalışmadan, kendine süs, eda katmadan parlayan bir estetik hevesidir şiiri. Heves’e “arzu” ve “keyfe keder” sözcükleri de karşılık verir.
İnsanın iyi olduğuna, olması gerektiğine dair derin inanç. Bunlar besliyor Şükrü Erbaş’ı. Besliyor değil de, bunlardan oluşmuş sanki. Kırgınlığı da oradan, umudu da. Acısını yaşadığı şu dünyayı, ona da sorarak bir bir düzeltseniz, dünyaya barış gelse, halklar halay çekiyor olsa, sınıflar bitmiş, işçiler işçi olmayı bile unutmuş… o bu kez de geçmişe ağıt yakar, niye beklediniz bu güne kadar, diye sitem eder. Üzüntüsü küskünlük, kırgınlık gibi durur yüzünde, sitem gibi, hatta intizar gibi. Şöyle de olabilir bakarsınız. Tam o anda ister Baudelaire’nin istediğini: Sarhoş olun, neyle olursa olsun sarhoş olun. Tabii sarhoşu yazamayabilir: şarşşorş filan gibi…
ŞİMDİYSE “GERİYE DÖNEREK YANITLIYORUZ BİRBİRİMİZİ.” ÇÜNKÜ, YAŞANAN HİÇBİR ŞEY UNUTULMAYACAKTIR, ÜZERİNDE BİN YIL KÖTÜLÜK OLMADAN YAŞANACAK BİR DÜNYA OLURSA BELKİ UNUTULUR. ACI UNUTULMAZ.
Evrende şiir olmasaydı, onu yaratmaya çalışmayacaktı. Türkü olsa yetermiş aslında. Dahası, ideal benliğinde şair kimliği değil de, büyük bir ses sanatçısı saklanmış gibidir. O yüzden durmadan bir bozlak edasına, Karacoğlan sesine karışır sesi. Daha çok kırık Karacoğlan’dır. İçinde neşe canlanacakken olan olmuş, evler dağlar yakılmış, ölüm kıyım kederi saplanmış bir Karacoğlan. Tarihin yaktığı ağıt formlu tüm sesleri duyarak yazıyor gibidir. Ama her defasında modern olmanın bir biçimini bularak. Çaktırmamaya özen gösterir, kolay da başarır ama sanki bunu zamana uymak için yapıyor gibidir. Buna rağmen, kimi şiirlerinde alınlık olsun diye aldığı türkü dizeleri dışında, folklorik bir şiirden çok uzaktır Şürkü’nün şiiri. Folkloru dışlayan değil ama, kimi saplantıya dönüşmüş mazmunları dışında ondan yararlanmaya da çalışmayan bir şiirdir. Folklora saygı duyan bir şiir, ilişkisi bu kadar.
Oysa sözlü edebiyat geleneği güçlü en son kuşak sayılmalı Şükrü’nün kuşağı. Yazıyı geç tanımış bir geleneğin içinden, sözlü edebiyatın içinden geliyoruz ve ilk halkayız bu başlangıçta. Evde, mahallede, köyde, kasabada yazıyla tanışan ilk kuşak. Mektuplar bizden geçerdi.
Çok şiir yazmıştır, yazı yazarken bile şiirdekine benzer kaygılar taşır. Çokluk görece tabii. Zamana uymak için kimi modern mazmunları da kullansa, yine de yolunu ve kimliğini hemenden bulan somut bir imgeye kavuşur dize. Bir durumdan, belirgin bir durumdan kanatlanır uçar şiir; konduğu yer ise, “zamanın küllenen ocağı”dır çok kez. Somut zamanın vicdanı, dahası unutulmuş merhameti, İnsanın acısını yine İnsanın aldığını hatırlatan aydınlanmacı hümanizm… “Bütün gözyaşlarını toplasam kirpiklerden/ Bütün silahları bir meydanda yaksam/ Sonra çıkarıp mezarlardan ölüleri/ Dili göğe değen ateşlerin çevresinde/ Öperek kaybolmuş zamanları gövdemle/ Bütün acıları aşka çevirsem” (Dağlarda ölsem).
Onu izleyenler, şiirlerin içinden Kısa Türkiye Tarihi’nin geçtiğini de görmüşlerdir. Okurken sık düşünmüşümüdür, onun şiirdeki ruh hali, aslında paylaşılabilir solculuğun ruh haline, onun akışına, değişimine nasıl da benzeşiyor diye. Şimdi (ve şimdi ise), yalnız başına kendi yolunda, inandığı hiç bir şeyden uzaklaşmadan, şiirleri dünyayı yeterince kuşatmamış olabilir kaygısıyla durmadan yeni mazlumluklar gören bir İnsan, çıplak bir İnsan. Türklerin arasında Kürt, Kürtlerin arasında Türk. Hitler’e karşı Yahudi, Siyonist’e karşı Filistinli, erkeğe karşı kadın, kadının yanıda çalışan kadın, hatta genelev kadını. Ana-babaya karşı çocuk, çocuğun yanında daha küçük çocuk, ev çocuğunun yanında sokak çocuğu, güzel parklarda oynayan çocuğun yanında betonda oynayan cocuk, okuyan çocuğun yanında çırak. Babasına karşı anlayan baba, anneye karşı değil ama annelerin içinde yavrusuz kalanın dizi dibinde… makineye karşı ten, yaşlanan tene karşı müzmin aşık kederi, savaşa karşı barış, barışa karşı sahiden hayat… sahiden ölüm…
Derin Kesik’te de var, öteden beri yineliyor isteğini: Gitmek. Eşik’lere gitmek, eşik’lerden gitmek. Eşikte durmak kadar tedirgin, onun kadar serin, onun kadar iç ve dıştır ama, kalınmaz ki orada. Gitmek isteyenler, nereye gitmek isteyebilir? Fransız ihtilalcilerinin ütopyası bir dünyaya: her şeyi özgür, eşit ve kardeşçe… O güne kadar “üç nokta beş harfin budalası” gibi dolanıp duracaktır, ona karşı bunun yanında, yeryüzünde vicdanın, aşkın, kederin, diğerkâmlığın şairi…
Mahmut Temizyürek