Bilim,Sanat Ve Felsefe Dili Olarak Türkçe

Türkçe eğitim yapacağız Türkçe konuşacağız da, Türkçe konuşmak, Türk diliyle bilim, sanat ve düşünce ürünleri ortaya koymak ne demektir? Sanıyorum bir tepki olarak yabancı dille eğitime karşı çıkmak sorunun çözümüne yetmiyor. Deseler ki ‘Tamam, yabancı dille eğitimi kaldırıyoruz ve her türlü olanağı da veriyoruz, buyurun, kendi dilinizle eğitim yapın,’ nasıl bir eğitim yapacağız?

Türkçe eğitim, Türkçe sözcüklerle yapılan eğitim midir? Ağzımızdan çıkan sözcükler Türkçe olduğunda Türkçe eğitim gerçekleştirdiğimizi sanmak çok büyük bir yanılgıdır; çünkü Türkçe konuşmak, Türkçe sözcüklerle bir şeyi anlatmak anlamına her zaman gelmeyebilir. Onun için dilimiz konusunda duyarlılık geliştirirken, dilin sadece sözcüklerle anlatılan bir yapısı olmadığını, daha doğrusu, dilin dille sınırlı olmadığının ayırdına varmak gerekiyor. Bu bilinç çok gerekli bir şeydir, çünkü biz dilde yenilik, dilde değişim düşündüğümüz zaman, uzun yıllar sözcükleri değiştirerek bunu elde edebileceğimizi sandık. Oysa, biliyoruz ki dil, sözcüklerin toplamından çok fazla bir şeydir. Dilin dillendirdiği bir şey vardır: Dil yaşamı dillendirir. Dolayısıyla dil, yaşamdan ayrı bir varlığa sahip değildir. O zaman eğer biz Türkçenin bilincine varacaksak, Türkçenin can bulduğu, Türkçenin yüreğinin attığı o yaşamı düşünmeliyiz. Türkçe acaba nasıl bir yaşamı anlatır? Türk dilinin ardında olan yaşam, ya da biraz felsefece söylersek yaşama dünyası nasıl bir dünyadır? ‘Yaşama dünyası’ deyimi 20. yüzyılın başlarında, belli bir anlamda kullanılmış çok önemli bir kavram; fenomenolojinin, belki, felsefe diline, söz dağarcığına kattığı bir kavramdır. ‘Yaşama dünyası’ndan çoğu zaman murat edilen şey, henüz kavramların ve dilin katılmadığı bir somut yaşam alanıdır; her türlü düşünce, soyut kavram oluşumları o yaşama dünyasının üzerinde kurulur, üzerine inşa edilir. Ben öyle sanıyorum ki, biz dil üzerinde bu açıdan, dilin içinden çıktığı bu yaşama dünyasının bulunup keşfedilmesi açısından çok fazla çalışmıyoruz. Bunun için Türkçeyle dillendirilen yaşamın ne olduğunu iyi bilmek gerekiyor, bu da, olağan ki, Türkçeyle yaşanan yaşamın, hem tarih boyunca yaşanmış olan yaşamın, şu anda yaşanmakta olan yaşamın, ya da gelecekte yaşanılması düşünülen, tasarlanan yaşamın ne olduğu, ne olması gerektiği üzerinde bilinç geliştirmeyi gerektiriyor.Böyle bir bilinçle gerçekleştirdiğimiz çalışmalarla da Türkçenin geliştirilmesine katkıda bulunabiliriz diye düşünüyorum. Bizim dil konusunda çok fazla biçimsel düşündüğümüzü sanıyorum. Belki biraz semantik düzeyde, sentaktik düzeyde, dilbilgisi açısından; belki de çok dar anlamıyla dilbilim açısından düşünüyoruz. Oysa dilin beslendiği o yaşama dünyasının çok ayırdında değiliz. Bunun çok ayırdına varmadığımız için yazılan kitaplara baktığınızda, bilimde, sanat alanında, düşünce alanında olsun, İngilizce düşünülüp, ya da Almanca düşünülüp Türkçe sözcüklerle anlatılan metinler görürsünüz. Eğer sorun sadece Türkçe sözcükler kullanmaksa, sanatta, düşüncede ve bilimde, bu yapılabilir; fakat o sözcüklerin içinden çıktığı yaşama dünyası ve Türkçeyle yaşama duruş, tavır geliştirilemezse; Türkçenin bize verdiği tavır çok iyi anlaşılmazsa, bu tavırla kendimizi besleyemezsek, ağzından Türkçe sözcükler çıkan bir yabancıya döneriz.

Bu tavırla beslenebilmek için, öyle sanıyorum ki, Türkçenin kaynağı olan, ninnilerin, masalların, destanların, tekerlemelerin, bilmecelerin, ruhunu özümsemek gerekiyor. Örneğin, ‘Ben felsefeciyim’ deyip, yalnız felsefe metinleri üzerinde düşünüyor ve Almancadan, İngilizceden, Fransızcadan okuduğum metinlerin, sözcük sözcük Türkçedeki karşılıklarını bulmayı düşünüyorsam, ben bu yaklaşımla Türkçe felsefe oluşturamam. Ben bir fizikçi olarak fizikle ilgili bir sorunu, dile getirirken İngilizce düşünüyor fakat Türkçe düşünmem gerektiğinin varsayarak, aklıma gelen İngilizce sözcüklerin Türkçe karşılıklarını koyuyorsam orada Türkçenin soluğu yok, bunu çok iyi bilmek gerekir. Artık dilimizle ilgili olarak yaptığımız tartışmaların düzeyini biraz daha yukarıya çıkarmak gerekir. Bundan böyle, yalnız sözcüklerde kalıp,sözcüklere takılıp, ‘Vay efendim şu sözcüğü kullandın, bunu kullanmadın,’ tartışmasını aşmak gerekiyor. Dilin kültürle, yaşama biçimimizle çok yoğun bir biçimde ilişkili olduğunu unutmamak gerekir; onun için daha dil öğrenme aşamamızda çocuklarımıza Türkçenin tadını duyurmak zorundayız. Bugün yazık ki çocuklar Türkçeyi televizyonlarda seyrettikleri bozuk dille öğreniyorlar. Oradaki çizgi filmler bizim kültürümüzle yakından uzaktan ilgili değildir. Masallarımızın, bilmecelerimizin, tekerlemelerimizin, türkülerimizin dili ve o dili besleyen kaynak, kök giderek elimizden uçmaktadır. Biz dilimizle ilgili korumayı, Türkçe konusundaki duyarlılığımızı, sadece sözcükleri elimizde tutmak olarak anlarsak, bir gün geri dönüp baktığımızda ağzımızdan çıkan sözcüklerin Türkçe göründüğü halde Türkçe’nin köklerine özgü olmadığını büyük bir sarsıntıyla anlayıveririz. Böyle bir durumda artık Türkçenin canı çıkmıştır. Bize özgü olmayan bir ruhla, örneğin, Amerikan ruhuyla, Fransız ruhuyla, başka bir ruhla konuşulan, sanki bir yabancının Türkçe konuşması gibi garip bir Türkçe ortaya çıkabilir. Buna çok dikkat etmek gerekir. Dil duyarlılığı, yaşama duyarlılığıdır, yaşama biçimi duyarlılığıdır, dünyayı ve gerçekliği algılama duyarlılığıdır. Bu duyarlılık da büyük ölçüde sanat yapıtlarıyla elde edilir, edebiyatla elde edilir. Küçük yaşta çocuklarımıza aktaracağımız bu dil bilinci ve dil birikiminde çok dikkatli olmak zorundayız.

Onlara Türkçenin tadını duyurmamız gerek, Türkçe konuşurken heyecan duymalılar, tıpkı bir Fransız nasıl kendi dilini konuşurken coşuyorsa, heyecanlanıyorsa, orada çok büyük bir sanat eserini, bir tiyatro oyununu gerçekleştirirmiş gibi el-kol hareketleriyle, sanki hücrelerinde yaşadığı ana dilini duyarak anlatabiliyorsa, biz de, kendi dilimizin coşkusunu o şekilde duyabilmeliyiz. ‘Canım’, ‘iki gözüm’ deyimleriyle örneğin. Bunlar bize özgü anlatım biçimlerinden. Oysa, artık bu tip deyimler giderek ortadan kalktı. Hep aynı biçimde konuşur olduk, çok değişik yaşama durumlarında bile hep aynı sözcükleri kullanır olduk. Yazık ki, belki de yabancı dil eğitiminin etkisiyle belki de yaşama dünyamıza girmiş olan etkiler nedeniyle, yaşadığımız toplumsal, kültürel ve ekonomik değişimlerin ağırlığıyla, dilimizdeki o duyarlılığı yavaş yavaş yitiriyoruz; çünkü kendimize ait olan, dilimizin tadını yaşayabileceğimiz büyük coşkulu yapıtları bulup çıkaramıyoruz. Çok kötü çeviri kitaplar okuyoruz, çok kötü, inanılmaz! Belki anlıyoruz o yazılanları ama ortada Türkçe yitip gidiyor. Böyle bir istatistik, araştırma yapmadım; belki bilenleriniz yardımcı olabilir, ama bugün aydınlarımızın çoğu çeviri kitaplar okuyorlar ve kendimizin yazdığı yapıtları değerlendirmek, anlamlandırmak yerine, gözümüz sürekli olarak batıya dönmüş. Batılı herhangi bir insanın yazdığı yapıtın,batının bizden çok ileride olduğunu düşündüğümüz için,bizden birinin yazdıklarından çok üstün olacağını varsayıyoruz. Belki de o yabancı dil eğitiminin arkasında bu var; çünkü yabancı dille eğitim yapan bir okuldan çıkan, yabancı dille eğitim yapmayan bir okuldan çıkandan toplumsal konum olarak daha yüksekte gözüküyor, iş bulma olanakları daha yüksek olduğu için oraya gidiyor. Demek ki bir yabancı dilin çarkından geçmiş olmak yazık ki, bizim yaşama dünyamızda, değerler dünyamızda, anlam dünyamızda daha yüksek sayılıyor. Bu da kendi dilimizin, kendimize özgü yaşama dünyamızın kadrini, kıymetini, değerini bilmemekten kaynaklanan bir şeydir.Oysa yabancı diller bilebilmek, yabancı kültürlerin havasını solumak,kendi kültürümüzü anlamak için gereklidir.Kendi dilimizin,kültürümüzün değerini anlamanın en önemli, en gerçekçi yollarından biridir. Ne zaman yurt dışına gidip geri dönsem, Türkiye’de yaşadığıma hep şükrederim. Bir çok arkadaşım ‘Allah kahretsin, yine Türkiye’ye dönüyoruz, yine saçma sapan şeylerle karşılaşacağız, yine elektrikler kesilecek, duş yaparken yine sular akmayacak, saçma sapan -eğitimci olanlarından söz ediyorum- bir sürü geri zekalı öğrenciye ders vermek zorunda kalacağız’ diyor; çok karanlık bir Türkiye tablosuyla karşılaşacaklarını düşünüyorlar; kendi yaşama biçimlerini, kendi yaşama dünyalarını beğenmiyorlar. Kendi yaşam biçimini beğenmeyen, kendi yaşama dünyasından nefret eden böyle insanların dil konusundaki tutumlarının da yabancı dile doğru kayması bana doğal geliyor. Oysa ben, ülkeme döndüğüm zaman, yaşadığımız çelişkilerin, inanılmaz tuhaflıkların bize özgü çok büyük bir ayrıcalık olduğunu, çok büyük bir artı olduğunu düşünüyorum. Biz, bize özgü olan yaşamın değerini bilip onu değerlendirmeye başladığımızda, kendi dilimizle birlikte bunu yapabildiğimizde, kendi dilimizin kaynağı olan yaşama dünyasını keşfedip, bundan çıkacak bilim, sanat ve düşünce ürünlerini üretmenin saygınlığını anlayabildikçe , giderek üniversitelerimizde kendi dilimizle yapılan araştırmaların ve ürünlerin hiç de batı dillerinde yapılandan değersiz olmadığını gösterebildiğimizde, dilimizle bilim sanat düşünce alanlarında varolma savaşında oldukça önemli adımlar atmış olacağız. Bu içine düştüğümüz eğitimde, değerlendirme düzenlerinin, yabancı dergilerde yayın yapmanın çok da marifet bir şey olmadığını, sonuçta, bilim sanat ve düşünce alanlarındaki akademik çabaların bir kültür yaratma sorununun çözümüne yönelik çabalar olduğunu göreceğiz. O kültürlerde yaşayan, o kültürlerde üretme tarzını benimsemiş ve bunu çok kolay taklit edebilen insanların batı dillerinde yayın yapabildiklerini anlayacağız. Belli kalıplar içerisine kendinizi sokarsanız, hele o kültürlerde eğitim almışsanız, işinizi yürütmek daha kolaydır. Kendi yaşama dünyamızla beslenen dilimizle, bilimin, sanatın, düşüncenin evrensel sorunlarına katkıda bulunmak: İşte asıl çetin olan budur.

Unutmayalım ki biz Türkçeyi geliştirmek zorundayız. Kültürümüzü, bu dünyadaki varlığımızı geliştirmek için. Türkçeyi geliştirmek demek, Türkçeyle kendi yaşamımızı yeniden yorumlamak ve yapılandırmak demektir, bir yapı kurmak demektir. Eski dille söylersek biz bir inşa etkinliği, bir inşa faaliyeti içerisine girmek zorundayız. Onun için elbette kendi hayatımızı, kendi yaşamımızı kendi dilimizle dillendirmek durumundayız. Bunun bedeli daha ağır olabilir çünkü Türkçe yazılanlara karşı akademik yaşamın dudak bükmesi, küçümsemesi ile savaşmak zorundayız, Türkçe düşünebilmenin, Türkçe duyabilmenin, Türkçe algılayabilmenin, Türkçe yaşayabilmenin ne denli önemli, ne denli zor, çetin bir şey olduğunu insanlara gösterip, bütün genç insanları bu yolda yürümeye özendirmeli ve bunun için onlara destek vermeliyiz.

A. İnam

  • Yorum yapmak için lütfen üye olunuz!!!