Beyin Dalga Fonksiyonu Uyarımında Ses Kullanılması
Başlangıçta Ruh vardı; muazzam bir ruhsal güç, muazzam bir ayırt edici enerji okyanusu, tüm mekanı ve tüm zamanları dolduruyordu. Her şeyi bilendi, her şeye kadirdi, her yerde mevcuttu,her şeyin kaynağı idi; İlk Sebep’ti, Evrensel Güç’tü. O, Her şey idi, hayatın özü idi; “BEN, BEN OLANIM” idi. O, Ebedi Olan Tanrı idi .
Tanrı’nın ruhu tüm hayati enerjiyi kapsar, çünkü onun basit formu içinde her şey BİR’dir. Tüm zaman, tüm mekan, tüm güç ve madde esas (öz) olarak Bir’dir; çekici ve itici güç, tüm evreni yöneten Pozitif ve Negatif Yasaşı üzerine kurulmuşlardır. Hareket, bu atomik yapının titreşimleri, Yaradan’ın tezahürüdürler. Nebülöz faaliyeti süresince, pozitif negatif güçlerin biraraya gelişleri yaratıcı bir güç haline dönüşür. Atomlar, moleküller, hücreler ve madde hal değiştirirler; ama öz, ruh, değişmezler. Sadece tezahürün şekli değişir; İlk Sebep ile olan ilişkileri asla değişmez.
İkinci sebep, istek idi: Kendini ifade etme isteği, yaratma isteği, ortaklık isteği. Ruh yer değiştirdi ve kendinden çıkarak ayrı bir titreşim, farklı bir tezahür yarattı. Böylece, bu sakin ve ahenkli titreşimler okyanusunun içinden Işık, ilahi ruhun ilk ifadesi, ruhun ilk tezahürü, kaynağın ruhundan sapır olan (yayılan, çıkan) . İlk Oğul, yani Amilius, tıpkı güzel bir düşüncenin yaratılması ya da bir fikrin doğması gibi çıkıverdi. Bu, ilk yaradılış idi.
Amilius, kaçınılmaz olarak akıl ve hür irade ile bezenmişti. Oyle olmasaydı Bütün’ün bir parçası olarak kalacak ve Bütün’ün iradesine bağlı olacaktı. Kaynağın bir parçası olarak ve kaynak ile olan ayniyetinin şuurunda olarak o, ruh bakımından Yaradan ile tek bir bütün oluşturmakla birlikte kendi öz ferdiyetinin şuurunda olan ayrı bir varlıktı.
Diğer ruhların bu elektro ruhsal aleme gelmesine sebep olan, Amilius’tur;çünkü bütün ruhlar başlangıçta yaratılmışlardır; hiç biri asla daha sonra yaratılmış değildir. Akılları ve hür iradeleri sayesinde, çocukken bile, kaynaklarının ilahi iradesi ile tam uyum içinde; bir tekamül hali içinde mevcutturlar. Ruhun, bu cinsiyeti olmayan, gerçek bir ruhsal alemde gerçek bir ruhsal hayatın zevkini çıkaran sayısız tezahürleri, şefkatli bir Baba’nın kusursuz evlatları idiler. Yüce İrade ile Amilius gibi tam bir uyum içinde olarak, onlar Baba’nın istemiş olduğu gibi arkadaşları idiler. Bütünün bir parçası idiler; ama kendi bireyselliklerinin de şuurundaydılar.
Bu varlıkların her biri hür irade sahibi olduğu için, ilk düşünceleri, ilk tepkileri ve ilk ifadeleri birbirinden az da olsa farklı idi. Böylece her bireysel fikir, her gerçekleştirme, her harekete geçirici güç, varlığın bir parçası haline geldi. Kendi öz karakterini keşfetti ve düşüncesi sayesinde kendini oluşturdu. Her biri, olmak istediği gibi oldu.
Kısa bir sürede, ruhların iradesi kaynağın iradesinden ayrıldı. Kendi yaratıcı öz bireyselliklerinin gücünden ötürü büyülenmiş bir halde, tecrübelere daldılar. Arzu ve kibir, yıkıcı güçlere, iyi olana karşıt olan her şeye, ilahi iradenin iyiliğine karşıt olan her şeye hayat verdi. Kendi öz iradelerini ve bağımsızlıklarını azdırarak egoizmayı keşfettiler: Ayrılığa, tekamül halinin son bulmasına yol açan da, Tanrı’nın iradesine bu karşı gelişleri oldu. Bu, meleklerin isyanı, insanın da düşüşü idi.
Ruhlar kendi iradelerine hizmet etmek amacıyla Tanrı’nın iradesini reddettiklerinde, uzun bir süre için ruhsal merkezlerinden, doğal ülkelerinden de ayrıldılar. Kendi öz iradeleri ile bu bağ kopmuştu ve yeniden kurulabilmesi de yine onların iradelerine bağlıydı. Kısa süre içinde geriye dönüş imkansız hale geldi ; doğmuş oldukları esnadaki kuşursuz tekamül halini yeniden elde etmeleri çok çok zordu. Özerk bir tekamül başladı. Ruhlar, gerçek evlerine gen dönmelerini sağlayabilecek en küçük bir mücadele ümitlerini dahi yitirecek denli ilahi iradeye sırtlarını çevirdiler.
Amilius neler olup bittiğini anlamıştı. “Kayıp” ruhların, kendilerini koruyabilmeleri için bir plan tasarlandı. Onların lehine olarak araya girdi, kendi isteği ile gelecekte dünyanın yükünü sırtlanmayı, ezici büyüklükteki bir vazifeyi kabullendi. Bu, uzun bir fedakarlıklar dizisinin ilk merhalesiydi.
Plan, maddiyatın yaratılmasını öngörüyordu; çünkü madde, ruhların, içinde bulundukları düşüşün şuuruna varabilmeleri için, ruhun ayrılışını fiziksel olarak gösterebilmek açısından esastı. Bu arada, dünya sadece insan için yaratılmış değildi. Güneş Sistemleri, gezegenler ve dünya, Tanrı’nın ruhundan sadır olan aynı düşünce titreşimleri ve aynı hayati öz tarafından yaratılmışlar ve şekillenmişlerdi. Kutuplar – dünyanın çevresinde döndüğü pozitif ve negatif kutuplar – kubbenin anahtarları idiler. Pozitif protonlarla beraber dönen negatif elektronlardan meydana gelen atom, açı taşıydı Her bir atom, her bir hücre, Yaradan’ın kendisi tarafından değil, ama Yaradan’ın tezahürü olan aynı hayat dağıtıcı ruh tarafından meydana getirilmişlerdi ve her biri kendi içinde bir alem idi.
Kozmos; sonradan müzik, aritmetik, geometri, armoni, sistem, denge adıyla tanımış olan prensiplere göre meydana getirilmiştir. Titreşimlerin hızını değiştirerek -başka deyişle dalgaların boyunu ve frekansını- değişik hareketler, şemalar, formlar ve cevherler yaratıldı. Bu, Evrenin Sahibi için sonsuzluğa suretler sunan Farklılık Yasası’nın başlangıcı oldu.
Her bir proje kendisinde, kendi öz gelişme ve tekamül planını da taşıyordu ve bu, bir müzik notasının sesinin karşılığı idi. Notalar akortları meydana getirmek için birleşirler, akortlar cümleler halini alırlar, cümleler melodilere dönüşürler; melodiler de birbirlerine karışırlar ve bir senfoni yaratırlar. Böylece, Tanrı’nın ruhu evrenin klavyesini çalıyordu. Madde, formunu kendi öz titreşimleri ile alarak ve faaliyetini de Çekme ve İtme, ya da Pozitif ve Negatif Yasası sayesinde sürdürerek hareket ediyor ve değişiyordu. Madde aleminde mevcut olan her şey Tanrı ruhunun düşüncesinin bir görünümü idi.
Her,maddenin bir ruhu vardır ve işlevi elektriktir; çeşitli titreşim ya da hız düzenleri tarafından sebep olunan değişik formlar halinde tezahür eder. Maddi planda mevcut olan tüm şartların, kozmik ya da ruhsal planda bir karşıtları ve şemaları vardır. Bütün kuvvet Tek’tir; Maddenin ve ruhun her şeyleri aynı ve tek bir özdendir; farklılıklar, kendilerini ifade edişlerinde ya da tezahür edişlerindedir.
Dünya, alemler kainatında bir atomdan ibarettir. Güneş sistemi başka boyutlara, ya da başka varlık şuuru hallerine de sahiptir. Eğer her boyutun kendine özel yasaları var ise, aynı güç hem dünyayı, hem gezegenleri, hem yıldızları, hem de takımyıldızları aynı anda yönetiyor demektir, çünkü bunların hepsi uzayda ebedi Çekme ve İtme Yasası ile tutulmaktadır. Dünya üçüncü boyutu temsil eder; bu tüm kozmik sistemin deneme laboratuvarıdır, Diğer planlar -Merkür, Mars, Venüs, Jupiter, Satürn, Neptün, Uranüs – ruhun tekamül planında kendilerine düşen rolü, düşünülenden biraz farklı bir şekilde oynamalı idiler.
“Başlangıçta, kendinden kaynayan bir sis tabakasının yükseldiği, titreşen bir ısı kütlesinden yapılmış olan dünya planı, bu alemler kainatında, sonunda bir istikrar kazandı. Kendi ekseni etrafında doğal dönüşüne başladıktan sonra, kendisinden hayatın her çeşidini uyarıcı unsurların uyanması için gerekli olan etkileri taşıdığı Güneş’e yavaşça yaklaştı” ( 364-6).
Yaratıcı Güç’ün Yasaları evrenseldir.
Birincisi Sevgi Yasası, ikincisi Çoğalma Yasası, üçüncüsü de tekamül ya da Büyüme ve Gelişme Yasası’dır. Böylece Tanrı’nın ruhu gelip dünya yüzeyinde süzülüyordu ve o kaostan, tabiatın güzelliği tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyordu.
Cayce’ye kulak verelim:
“Tanrı’nın ruhu, tüm biçimleriyle, tüm gelişim safhalarıyla, şahsi görüş açılarıyla, tüm şuurlanmalarıyla, bizler de dahil tüm yaratıklarıyla beraber, kainatın ruh adı verilen bu parçası ile birlikte hayatın bütün gücünü içermektedir. Ama bu fizik formumuz altında bizler Yaradan’ın ruhuna sahip değiliz; sadece maddiyattan hasıl olan bir ruha sahibiz” (792-Ca)
“İlk Sebep, yaratılmış olanın Yaradan’ı için bir ortak olmasını istiyordu; bu, şu demekti ki yaratılmış olan, kendisine verilmiş olan faaliyet içinde hem Yaradan’a layık olduğunu, hem de toplum halinde yaşamaya kabiliyetli olduğunu göstermeliydi. Sonuç olarak, insanın maddi alemde gördüğü tüm yaşam biçimleri Yaradan’ın özü ya da tezahürüdür, onlar Yaradan değil ama yaratılmış olandır, İlk Sebep’in bir tezahürüdür.” (364-Sd-1)
Amilius Dünya küresini idare etmekle vazifelendirilmişti. Mineraller, bitkiler ve hayvanlar, insan henüz gelmeden önce burada gayet iyi yaşıyorlardı. Daha önceden kurulmuş olan değişmez nitelikli yasalarla yönetiliyorlardı. Henüz çok saf bir durumda bulunan ruhlar, madde tarafından cezbedildiler ve giderek artan sayılarla bu yeni alanlara doğru yöneldiler; Dünya da, rastlamış ve çekilmiş oldukları sayısız kürelerden biriydi.
Daima ruhsal formlar halindeki bu varlıklar, dünya üzerindeki hayvani yaşamın değişik şekillerini ve bunların bedensel birleşmelerini izlediler. Henüz tropikal olan ve soğumaya yüz tutmuş gezegenin üzerindeki bitki örtüsünün bolluğunu seyrettiler.
Dünyanın meyvelerini gördüler ve bunları tatmak istediler; hayvanların cinsel yaşamlarına dikkatle baktılar ve bunu tatmayı hayal ettiler. Arzu ve istek onları, kendilerini madde içinde ifade etme yolu aramaya yöneltti ve bu saf fizik ortama giderek daha fazla gömüldüler.
Bu ruhlar doğrudan Tanrı’nın ruhundan çıkmış olduklarından ve Tanrı’nın vasıflarına sahip olduklarından ötürü, Yaradan’ı taklit etmek amacıyla yaratmaya koyuldular. Bu en başından beri sahip oldukları yaratma melekelerinin cazibesine kapılarak tutkuları giderek artan bu varlıklar, kendilerine uygun beden modeli olarak toprak üzerinde yaşayan hayvan ve havada uçan kuş bedenlerini seçtiler.
Düşünceleri aynı zamanda fiilleri olduklarından, bu arzular sonunda maddileştiler; çünkü en başından beri tüm yaradılışın kaynakları insanın hizmetindeydi. Tasarlanan bu formlar başlangıçta sadece fikirlere, imajinasyondan doğan hayallere benziyordu, benliğin ayrılışı tarafından meydana getirilmişlerdi, tıpkı atom çekirdeğinin parçalanmasından sonra o atomun iki eksiksiz atom meydana getirmesini ya da durgun sularda sonsuza dek bölünüp duran amibin gelişmesini andırırcasına. Bununla beraber, bedensel ve maddi arzuları kesinlik kazandığı ölçüde, bu formlar bedenlenmeye, saf madde halinde katılaşmaya veya donmaya başladılar ve tıpkı kendisini çevreleyen renklere göre değişen ve uyum sağlayan bir bukalemun gibi bunlar da çevrelerinin rengini aldılar.
Ruhun başlıca faaliyeti, gelişme istikametine doğru yönlendirilen zihinsel faaliyetti. Zihnin kendini sürekli bir şekilde madde içinde ifade etmek istemesi bir ruh-gücü bölünmesini gerektirdi. Bunun sonucunda düşüncenin üç süreci meydana geldi: Maddeyi düzenleyen ve kontrol eden şuur; aracı ve hafızanın depolanma yeri vazifesini gören şuuraltı ve son olarak da tamamen ruha ait olan süper şuur ya da şuurüstü.
Burada söz konusu olan üç ayrı ruh değil, üç değişik seviyede faaliyet gösteren tek bir ruhtur. Şuur ve şuurustü sürekli savaş halindedirler, ama sonuç olarak şuurustü galip gelen olmalıdır.
Ruh varlıkları, sahip oldukları imtiyazları iyiye ve kötüye kullandıkları ölçüde, ilahi güçlerin en yüksek ve en aşağı seviyeli uygulamalarının doğmasına neden oldular. Bazıları ki ender rastlananlardan gerçek yolu arayanlar oldular ve tabii ki onlara rehberlik edildi. Büyük kitleler ise kendi kendilerine isteyerek yüz çevirdiler ve arzularını tatmin etmekten başka bir şey aramadılar. Ve bunlar, tuzağa yakalananlar oldular.
Meydana çıkan kaos, sadece seçilen formların değil, aynı zamanda ve bilhassa ruhsal güçlerin kötüye kullanımının bir sonucu idi. Erkek ve dişi ortaya çıktılar. Bu, cinsiyetlere ayrılma idi ; “insan”ın tabiatının negatif ve pozitif güçlere ayrılması idi.
Havva’nın bir taslağı olan ilk kadına Lilith deniyordu. Onunla aynı zamanda, yeryüzünde, korkunç ve acayip mahluklar türedi: Mitolojide sözü geçen kikloplar, satirler, kentorlar (kentauros) ve hayvan bedeni ama insan başı olan nice garip mahlukat.. Dünya üzerinde dolanan ve merak yüzünden çılgına dönmüş olan ruh varlıkları, bir yaratılışı etkilemişler ve yönetmişler, kendi zihinsel fantezilerinin yansımalarından ibaret olan bedenlere enkarne olmuşlar ve böylece bir hilkat garibeleri ırkının doğmasına yol açmışlardı.
Sahip oldukları bedenler Tanrı’nın değil, bizzat kendi eserleri idi. Bunlar, Eski Ahit’te bahsedilen insanların kızları, yeryüzünün devleri idiler. Böylelikle, ruhun yeni bir tekamül devresinden geçeceğinin, ruhun maddeye karşı uzun sürecek savaşının bir işareti olan tuhaf ve bozuk bir hal yaşanıyordu.
Bu korkunç mahluklar dünyaya musallat oluyorlar ve hayvanlarla birleşiyorlardı. Bunun sebebi, yılan ile sembolleştirilmiş olan cinsellikti. Doğmalarına neden oldukları bu çocukları yüzünden ruhlar, kendilerini çekip kurtaramadıkları bir madde hapishanesine yorulmak bilmeden tekrar tekrar doğuyorlardı. Bu kaba ve biçimsiz bedenlerin esiri haline gelen insan, kendine ait sevgi ve barıştan oluşan ahenkli varlıktan, kendi öz kaynağından gittikçe uzaklaşıyordu. O, bencilce ve bedensel zevkleri tercih etmiş ve bu kaynağı kendi isteğiyle terk etmişti.İlk günah (yasak meyvenin yenmesi) işte budur.
Ruhlar materyalize oluyorlar ve dünya üzerinde fiziksel bir form alıyorlardı; başka bir yerde değil. Diğer alanlarda ya da seviyelerde diğer şuur halleri ruhun tekamül planı değişiyordu. Bir plandan diğer bir plana geçiş, doğum ve ölüm denen süreci yalnızca bu fizik ve üç boyutlu planda gerekli kılıyordu. Ruh, insanın içindeki Tanrı ruhu zamanların başlangıcından beri ölümsüzdür. O doğmaz ve ölmez, çünkü ruhlar Her şey Olan’ın, Tanrı’nın anatomisi içindeki küçük parçalardır.
Manevi kalmış ruh varlıkları tarafından, bu diğer vasatların varlıkları “En Yukarı’nın Oğulları” tarafından yardım gören Amilius, yeryüzü beşerinin yol açtığı bu garip tekamüle müdahale etti. Dünyadaki çeşitli fizik formlar arasından insanın ihtiyaçlarına en iyi cevap verecek olanı, onun Yaradan’a kavuşmak için yapacağı mücadelesinde kendine en iyi yardımcı olacak bedeni seçti.
Sonuç olarak Amilius yeryüzüne indi, maddeyi giyindi ve mükemmel ırkın ilk bireyi, hybridlerden (melez yaratıklar) doğan ve “İnsanların Kızları” adı verilen o hilkat garibelerine karşı olan “Tanrı Çocukları”nın ilki, etten ve kandan yapılma Adem adındaki ilk insan oldu. Bu sebepten dolayı Tanrı, ırkın saf halde korunmasını istedi, çünkü “Allah Oğulları, adam (insan) kızlarının güzel olduklarını gördüler.” (Tekvin 6:2)
Adem bir bireydi ve bundan başka, tüm insanlığın, insanlığın beş ırkının sembolü idi. İnsanın ruhsal tabiatındaki pozitif ve negatif bölünmeden dolayı, Adem’e ideal bir eş olarak Havva yaratıldı. Havva bütün ırklarda, insan doğasının “diğer yarısı”nın sembolüdür. O, önemli yaratıkların sonuncusu olmuştur.
Negatif ve alıcı tabiat kendini kadında ifade etmektedir, pozitif olan kaldırılmıştır. Erkekte ise pozitif ve aktif olan kendini ifade eder, negatif kaldırılmıştır; Çünkü başlangıçta Tanrı Oğulları, ruhlar çift cinsiyetli idiler ve tek bir varlıkta hem erkek, hem de dişi prensipleri birleştiriyorlardı. İlk dişi arkadaş olan Lilith, hayvan aleminin bir yansıması, uyanmakta olan arzuların tatmin edilmesi için bir araçtı. Yaratıcı’nın planlarının alt üst olması ve yaratıcı iç tepilere geri dönüş, Tanrı’ya geri dönüş yolundaki uzun sürecek mücadelede bir eş ve yardımcı olacak olan Havva’nın yaratılışını gerektiriyordu.
“Tanrı dedi: Hayat olsun.” ve hayat oldu.
Adem’in mükemmel bir tamamlayıcısı olan Havva sayesinde kusursuz ırk meydana gelebilirdi. Kabil, tamamen fiziksel bir ana babadan dünyaya geldi. Adem ile Havva ve bunların çağdaşları özel olarak yaratılmışlardı ve daha önce yaratılmış olanların tekamülünden (evrim) gelmiyorlardı. “İnsan, maymundan gelmiyordu” ve onunla hiçbir ortak atası da yoktu.
Dünya üzerinde her şey insanın gelişi için hazırlanmıştı. Yaşamı ve beslenmesi için doğanın değişmez yasaları kurulmuştu. Rölativite ve Pozitif – Negatif Yasaları sayesinde erkek ve kadın yeryüzünü, geceyi ve gündüzü, soğuk ve sıcağı, iyiyi ve kötüyü tanıdılar. Bu tanıma işi beş duyu vasıtası ile ve ruhun akli muhakemesinden geçerek gerçekleşiyordu.
Bununla birlikte insan daima hiç şüphesiz ki farkında olmadan bir altıncı, bir yedinci ve bir sekizinci duyuyu da muhafaza etmektedir. Bunlar ruhun, insan maddeye giderek daha derinine doğru daldıkça geri plana çekilen psişik ya da duyular dışı faal olan unsurlarıdır.
Kusursuz ırkın maddeye yansıtılması sadece Aden bahçesinde ki Cayce’nin “okumaları”na göre İran’da ve Kafkasya’da bulunur değil aynı anda dünyanın beş ayrı bölgesinde birden gerçekleşti.
Dünyanın bu beş işgali, ruhsal gelişme elde edilmeden önce fethedilmesi gereken beş fiziksel duyuyu temsil etmekteydiler. O devirde dünya üzerinde 133 milyon ruh vardı. Beyaz ırk İran’da, Kafkasya’da, Karadeniz kıyılarında ve Karpatlar’da yaşıyordu. Sarı ırk, daha- sonraları Gobi Çölü’ne dönüşecek olan bölgede, Orta Asya’da yaşıyordu. Siyah ırk Sudan’da ve Doğu Afrika’nın kuzeyinde bulunuyordu. Esmer ırk Andlar’da ve Lemurya ya da Mu adı verilen ve günümüzde Pasifik Okyanusu’nun bulunduğu bölgede yer alan büyük kıtada, kızıl ırk ise Atlantis ve Amerika’da yaşıyordu.
Çevre şartlan ve iklim her ırkın rengini belirliyordu; çünkü renkleri ne olursa olsun tüm bu insan toplulukları aynı kanı taşıyorlardı ve “mükemmel ırk”ın üyeleri idiler. Derisinin rengi, insana sadece içinde yaşamak zorunda olduğu şartlara uyum sağlama imkanı veriyor ve bu ırkın insanlarının başlıca niteliğini temsil ediyordu. Beyazlarda, görme hakimdi; kızıllarda duygu ya da heyecan, sarı ırkta duyma, siyahlarda tat alma ve esmerlerde de koku alma duyusu hakimdi.
Yahudiler, halk olarak çok daha sonra belirdiler. Aynı şekilde beyazlardan, kızıllardan ve siyalılardan oluşma melez bir ırk olan Mısırlılar da, çok daha sonra, M.Ö. 10 000'e doğru ortaya çıktılar.
Atlantis Kıtası dünyanın en geniş kara parçası ve ilk medeniyetin beşiği idi. Ruhların ikinci tesirleri ile yani mükemmel ırkın yaratılışı- aşağı yukarı on veya on bir milyon sene önce insan için yeni bir çağ başlamış oldu.
Atlantisliler ,doğanın tüm kaynaklarını kullanarak çabucak gelişme gösteren, sakin ve barışı seven insanlardı. Doğal gaz ve ateş, onların ilk buluşları arasında yer alır. Daha sonra o ana kadar tüm başarılmış olanların da üstünde bir uygarlık seviyesi elde etmişlerdir.
Ruhun güçlerinin bölünüşü, yeryüzünün bu mükemmel ırk tarafından işgal edilişinin ilk bin yılında meydana geldi. Bu ayrışmanın ardından zihinsel güçlerin bir kısmı maddi olana, diğer bir kısmı da ruhsal olana meyletti. Bunun altında yatan sebep, insanın, kendi doğasının ilahi görünümüne, giderek daha az ilgi duyması ve kökeni hakkında hiçbir şuura sahip olmamasıydı. Çevresinin bir parçası olduğunu kabul ediyor, maddenin ve gücün birliği karşısında eğiliyor ve tüm bedensel yorumları ile birlikte fiziksel anlayışa daha çok itimat ediyordu. Zamanla geride, ona ilahi aslını anımsatmak için sadece rüyalar, dua ve din kaldı. Arzu, onu, içgüdüsel olarak yanlış olduğunu bildiği şeyleri kabul etmeye sevk ediyordu. O hilkat garibeleri ile birleşti ve “yarı insan, yarı hayvan” olan o melez yaratıkları (hybrid) meydana getirdi. Son olarak da kendi kibirini her şeyin üstünde tuttu ve “RAB yeryüzünde adamı yaptığına pişman oldu ve yüreğinde acı duydu.” (Tekvin 6: 6). Tevrat, M.Ö. 28 000 yılına doğru meydana gelen ve Atlantis’in pek çok büyük adasının batmasına yol açan tufanı anlatır. Lemurya ya da Mu Kıtası da Pasifiğe gömüldü.
Atlantis Kıtası’nda yaşayan insanlar, dünyadaki diğer ırklarla aynı gelişme aşamalarından geçiyorlardı ama, ruhsal bakımdan olmasa da maddi bakımdan kaydettikleri ilerlemeler çok daha hızlı gerçekleşiyordu. Kurtarıcı’nın ruhu ile – Adem’de ve ırk olarak insanda mevcut olan Kutsal Ruh yeryüzünün fethedilmesi için, ruhun maddeye, iyinin kötüye karşı zaferi için yeni bir yol döşendi. Böylece Adem, birey olduğu kadar grup olarak da (Adem, İnsan demektir) Yaradanı’na layık o arınmışlık haline giden uzun yolda insanlığın önderi oldu. Bu uzun ve zor bir yolculuk olmalıydı, çünkü insanlar yeryüzünde birer yabancı idiler.
1930'a doğru, Edgar Cayce, Kutsal Yazıların Yaratılışı üzerine bir dizi konferans verdi. İşte söylemiş olduklarının bir özeti:
Tekvin’in yazarı, Tevrat’ta, yüce alemlerdeki sonsuz olayları, yöntem olarak değilse bile, hiç değilse prensipte belirli bir anlayış seviyesine hitap eder biçimde izah etmekle yükümlüydü. İlk bablar, Kurtarıcı Ruh’un, yani Amilius’un dünya planına beş noktadan yansıması öncesindeki ve esnasındaki devreden bahseder.
Tekvin’in kitabı, inanışa göre Musa tarafından Yeşu’nun da yardımlarıyla yazılmıştır ve görünüşe göre Musa zamanındaki toplumlara, insanın maddi şuura bağlanışının başlangıcında, olup bitmiş olanlar hakkında bir kavram sunabilecek bir tarzda kaleme alınmıştır.
Melkisedek tarafından yazılmış olan Eyub’un kitabı, kendisine dünyanın emanet edildiği ve insanlığın kurtarıcısı olmak amacıyla beden imtihanından geçen Oğul’un hikayesini anlatır.
Tevrat her şeyden önce ezoterik bir eserdir, sembolik bir kitaptır. Tekvin, yaradılışın birkaç ayet içinde özetlenmesidir. Dünya planında kullanılan semboller ve imajlar, tüm kainatta, ruhsal alanda ve insan bedeninde cereyan etmekte olan olayların altında saklı bulunan fikirleri (ideler) aktarmaya yararlar.
Tekvin’in Adem’in hayatının anlatıldığı ikinci babında, insanın bu kez bir beşer olarak gerçek hikayesi başlar. Bu, daha önce söylenenlerin bir tekrarı değildir. Birinci bap, ruh-insandan söz etmektedir; ikincisi ise, kusursuz insan ırkının fiziksel olarak dünyaya gelişi ve buradaki bedenli yaşamından bahseder, “Ve toprağı işlemek için adam yoktu.” (Bap :2:5). Dünya bir bütün oluşturuyordu ve üreme için gerekli olan tüm imkanları sunabilecek kapasitedeydi.
Yaradılışın altıncı gününden sonra, yeryüzü kendilerini maddeye yansıtan, dünyada sürüp giden fiziksel tekamüle ilgi duyan, ama böylelikle de kendi öz yaradılışlarının suretinden ayrılmakta olduklarını hala anlayamayan ruhlar tarafından işgal edildi. Kendilerini hayvanlara yansıtmış ve bunun neticesinde garip ve korkunç mahluklar meydana getirmiş olan ruhlara bir kıyas yapma imkanı vermek üzere mükemmel bir fizik insan meydana getirilmeli, ayrı bir yaradılış gerçekleştirilmeliydi. Tekvin’in 2. babında 7. ayette yaradılışı anlatılan yeryüzü insanı, 1. babın 26. ayetinde anlatılan ruhsal varlığın fizik karşıtı; kusursuz bir fiziksel örnekti. Maddi insan Tanrı’nın suretinde ve toprağın tozuyla şekillendirilerek yaratılmıştı; bu, insan bedeninin kimyasal bakımdan toprağın tüm unsurlarının bileşkesinden oluşmuştur.
Başlangıçta yaratılmış olan ruhlar ne eril ne de dişil idiler, ama her iki cinse de sahiptiler ve bir bütün oluşturuyorlardı. Ruhun kendisinin bir cinsiyeti yoktur ve kendini pozitif ya da negatif olarak ifade ediş haline, gelişme seviyesi ve tamamlaması gereken işlerin ışığında, maddiyata girdiği anda bürünür.
Öyle bir an geldi ki, Adem de diğer bir yaradılış safhasına göre ikiye bölündü. Havva, kendini tezahür ettirişi diğerlerine de örnek oluştursun diye Adem’i tamamlamak için yaratıldı. Adem eksiksiz yaratılmıştı. Bu yüzden Havva tarafından kendini gösterecek olan negatif gücü onun fizik bedeninden çıkarmak gerekiyordu. Bu, Adem’in ruhunun bölünmüş olduğu anlamına gelmiyordu. Ama Havva olarak enkarne olan yeni bir ruh (can) meydana getirmek için onun bedeninden negatif bir güç çekip çıkarılmıştı. Onlar, bizim tabirimizle ikiz ruhlardır, kardeş ruhlardır. Her biri kendi içinde, bir diğerine göre eksiksizdir, tamdır; erkek pozitif, kadın ise negatif olarak.
Bu şekilde, kainat Yaradan’ın ruhu tarafından yaratıldı. Dünya, kendi kendilerine çoğalan atom hücreleri ile aynı tarzda oluştu ve günümüzde de alemler hala aynı tarzda meydana gelmektedirler.
Dünya soğuyup da oturulabilir duruma gelince, insan Yaradan’ın ruhu sayesinde bir beşer olarak buraya yerleşti. Beden – insan halinde, ölebilen, çürüyebilen ve toza dönüşen bedenli bir varlık halinde maddi yaşama girdi. Ama insanın ruhu, Yaradan ile yeniden bir bütün oluşturabilmesi için, ölümsüz ve ebedi kılınmıştır. “Hiç bilmez misiniz ki, sizler Tanrı’nın tapınağısınız ve Tanrı’nın ruhu sizin içinizdedir?”
İnsan çok yollar katetti ve maddi ve bilimsel olarak dünyaya hakim olmayı hemen hemen başardı; ancak buna rağmen kendi benzerlerine hükmetme konusunda inatla direnmektedir.İnsani kardeşlik ve Tanrı’nın babalığı fikrini tamamen kabullenemedi.
Çünkü gerçekte tüm insanlar kardeştirler; bundan daha başka gerçek bir akrabalık yoktur.
İnsanlar yeniden doğuş, cerrahi ve daha ülvi bir maksada yönelmiş olan gelişme süreçleri sayesinde hilkat garibelerine, melez yaratıklara (hybridler) ve hayvani tesirlere galip geldiler. Hayvani etkiler en sonunda M.Ö. 9000'e doğru ortadan kalktı. Çok daha sonra Asur ve Mısır sanatı bu acınacak durumdaki yaratıkları, bedenlerindeki acayip eklentilerle, kuyruklarıyla, kanatlarıyla, tüyleriyle, pençeleri ve toynaklarıyla beraber gösteren resimlerini ya da kabartma veya heykellerini meydana getirmiştir. Sfenks de bu ilk ucubelerin kayda değer bir örneğidir.
Cayce’nin “Okumaları”ndan Aktarmalar
“Evrenin güçleri birleştiklerinde Tanrı Oğulları’nın ayak sesi sular üzerinde aksetti. Ve sabah yıldızları koro halinde şarkı söylediler. Suların yüzeyinde, insanın gelişini haber veren şanlı ses aksediyordu. Dünya şeklini buldu ve yaşanabilir bir yer oldu; ve bunun ardından insan adı verilen mahluku barındırabildi.” ( 34-L1)
1) “Varlık, bir bedenden, bir candan ve bir ruhtan meydana getirilmiştir ki bunlar, Üçleme’nin (Trinite) yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un üç boyutlu alemde temsilcisidirler. Tanrı hareket etti ve ruh faaliyete geçti. Hareket önce ışığı, sonra da kaosu getirdi. Bu ışığın içinde, dünyada ve dünyayı çevreleyen kürelerde ve zamanda ve mekanda, maddeye dönüşecek olanın yaradılışı gerçekleşti. Maddi plandaki bu faaliyetler, gökler ve tüm takımyıldızlar, yıldızlar ve bilindiği – ya da öğrenmeye çalışılan- şekliyle kainat oluşuncaya dek sabırla devam etti. Ardında maddenin içine Ruh’un gücü ile maddiyat dünyaya geldi. Ruh varlığı ferdileşti ve kendine has bireyler olarak tanıdığımız şahısları meydana getirdi. Maddeyi kullanan yeryüzüne ait ortamda mevcut bulunan tüm tesirleri Yaratıcı Güçler’in zaferi için kullanan ruh, Evrensel Şuur’un bir parçasıdır. Dolayısıyla varlık, birey, yaptığı uygulama ile ve sabır, zaman, mekan ve Tanrı ile olan ilişkisi sayesinde şuurlanır. Çünkü bizzat kendisinde hem bedeni, hem canı, hem de ruhu bulur. Ve nasıl ki Oğul inşa edicidir, ruh da ferdi varlığı meydana getirendir.”
“Unutmayalım ki, yeryüzü insandan önce hayvanlarla doluydu. İlk önce kendisinden bir buharın yükseldiği bir kütle vardı; ve ardından kainattaki bu gezegenlere arkadaşlık etmek için yeniden düştüğünde ışık onu aydınlattı; ve değişik kısımlarında farklı farklı sonuçlar doğuran o kendi ekseni etrafında doğal dönüşüne başladığında da yavaşça yer değiştirdi ve Güneş’te bulunan benzer unsurların ışınımı vasıtasıyla hayat verici duruma geçen unsurlarının uyanması amacıyla, etkisini alabilmek için güneşe doğru yaklaştı… Bu unsurların çekme ya da itme… veya düşmanlık ya da birleştiricilik kudretleri vardır. Bunu, ister yıldızlarda olsun, ister gezegenlerde olsun, bahsetmekte olduğumuz tüm gökyüzü krallığında müşahede etmekteyiz.” ( 364-6).
“İnsan, başlangıçta Dünya planı üzerinde ihtiyaçları karşılansın diye hazırlanmış olan tüm bu unsurlara hükmetmek için yaratıldı. Bu plan, insan, buradaki güçler ve şartlar vasıtasıyla hayatta kalabilecek denli yararlanılabilecek bir duruma geldiğinde de insan dünya yüzeyinde belirdi. Ve tüm dünyada ve diğerlerinde de insanın dışındaki her şey gölgede kalıyordu; çünkü insanın ruhu, onu, yeryüzünün hayvanlarından da, bitkilerinden de, minerallerinden de üstün kılıyordu. İnsan maymundan gelmemiştir ama, zaman zaman biraz şurada, birazcık burada, ufak ufak evrim geçirmiş ve yenilenmiştir. İnsan insandır ve aynen Oğul’un Baba’yı temsil etmesi gibi, insanın Tanrı’ya ait yaradılış düzenini temsil etmesi onu insan, yani yaratılmış olanların en yükseği yapmıştır; ve bu, insan için Yol’u,Yön’ü, Hayat’ı, Su’yu, Ebedi’nin Bağı’nı gösteren unsur durumuna gelmiştir… Bütün ruhlar başlangıçta yaratıldılar ve kaynaklarına geri dönüyorlar.” ( 8337-D..276)
“…Tanrı dedi: Işık olsun ve ışık oldu. ‘Bu,Güneş’in ışığı değildir ama, ruhlardan yayılan, tüm ruhların daima sahip oldukları ve hep de sahip olacakları ışıktır.’ (5246-L-1)
Soru: “Şayet ruhlar mükemmel iseler ve başlangıçta Tanrı tarafından yaratılmış iseler, niçin gelişmeye ihtiyaçları vardır?”
Cevap: ” Bu problemin çözümü belirli bir akıl tarafından da anlaşılabileceği üzere, yalnızca hayatın tekamülünde bulunabilir. İlk Sebep’te ya da Prensip’te her şey eksiksizdir. Bütünün bu parçası (ruhların yaratılışında tezahür eder) Yaradan’a eşit olan canlı bir ruh haline gelebilir. Bu duruma erişebilmek için, O’ndan ayrılmış olarak, Yaradan’ı ile tek bir bütün meydana getirebilmek (O’nunla bir olabilmek) için tüm gelişme aşamalarından geçmek zorundadır.” (900-10)
S. 1: “İlk sorun, yaratılışın sebebi ile ilgilidir. Bu, Tanrı’nın Kendini Kendine kanıtlamak amacıyla ya da Kendine bir refakatçi bulmak veya Kendini ifade etme isteği olarak mı ele alınmalıdır, ya da başka ne olabilir?”
C. 1: “Tanrı’nın refakatçi bulmak ve Kendini ifade etmek isteğidir .”
S. 2: “İkinci sorun, kötülük, karanlık, olumsuzluk ve günaha ilişkindir. Bu halin yaratılışın gerekli bir unsuru olarak mevcut olduğu ve hür iradeye sahip ruhun kendini buna kaptırmak ve kendini bunun içinde kaybetmek imkanına sahip olduğu mu düşünülmelidir? Ya da kötülüğün, günahın, ruhun bizzat kendi faaliyetleri ile yaratılmış oldukları söylenebilir mi?
C. 2: “Sahip olduğu hür irade, ruha, kendini ve Tanrı ile olan bağlarını kaybetme imkanını verir.”
S. 3: “Üçüncü sorun insanın düşüşü ile alakalıdır. Bunun, ruhların kaderi bakımından önlenemez olduğu mu düşünülmelidir? Ya da bu, Tanrı’nın da aslında istemediği, ancak hür iradeyi verdikten sonra da pek önlemeye çalışmamış olduğu bir şey midir ?”
C. 3: “O, bunu önlemek için hiçbir şey yapmamıştır. Çünkü O, en başlangıçta bireysel varlıklar ya da ruhlar yaratmıştı… Ruhlar kendilerini Tanrı tarafından gösterilen yolun ya da planın dışında ifade etmek istediklerinde de günah başlamış oldu. Gördüğünüz gibi, bireyler hür imişler, değil mi?”
S. 4: “Dördüncü problem insanın dünya üzerindeki varlığının süresi ile alakalıdır. Acaba başlangıçta ruhların dünyasal bir forma bağlanmaksızın yaşayacakları düşünülmüş fakat bir hata sonucu ırkların yaratılması kaçınılmaz mı olmuştur?”
C. 4: “Dünya ve tezahürleri, Tanrı’nın ifadesinden ibarettiler ve insanın mevcut şartların ihtiyaçlarına cevap vermek üzere yaratılışından önce, mutlaka yaşanması gerekli olan bir yer değildi…”
S. 6: “Bu altıncı problem dünyasal yaşamlar arasındaki gezegenler arası mevcudiyetle alakalıdır. Daha önceden de bilmekteyiz ki bu varlık, Arcturus sistemine doğru gitmiş ve sonra dünyaya tekrar geri gelmiştir. Bu, ruhun normal bir tekamülü müdür, yoksa alışılmamış bir durum mudur?”
C. 6: “Belirtilmiş olduğu üzere, burada ve hatta başka yerde de Arcturus, bu kainatın merkezi, bireylerin içinden geçmek zorunda oldukları sistem olarak adlandırılabilir ve bu varlıklar dünyasal tekamül vasatına, yani bu gezegenler sistemine, Güneşimiz’e ve onun sistemine geri geleceklerini ya da başka sistemlere geçeceklerini bilme konusunda bir seçim yapabilirler. Bu alışılmamış bir tekamüldür, ama normaldir.”
S. 7: “Diğer sistemlere geçmeden önce, Güneş Sistemi’ndeki mevcudiyeti tamamlamak gerekli midir?”
C. 7: “Güneş’e ait siklusü (devre) bitirmek elzemdir …”
S. 9: “Güneş devresi dünyada mı tamamlanmalıdır, yoksa başka bir gezegende de tamamlanabilir mi? Ya da her gezegenin bitirilmesi gereken şahsi bir devresi mevcut mudur?”
C. 9: “Şayet işe dünya üzerinde başlamışsa, sonuna kadar burada götürecektir. Dünyanın ait olduğu Güneş Sistemi, bütünün bir parçasından ibarettir. Güneş çevresinde dönen planetlerin sayıları ne olursa olsun hepsi de aynı bir bütünün parçalarıdırlar ve aralarında ilişkiler mevcuttur.
S. 15: “Varlığın kaydettiği ilerlemelerde ya da gelişme gecikmelerinde ırsiyetin, iradenin ve ortamın rolleri eşit midir?”
C. 15: “İrade, başlıca sebeptir; çünkü diğer hepsinden üstündür, şu şartla ki irade, yaşamın ana hatları ile bir bütün oluşturmalıdır. Çünkü hiçbir ırsiyet, ortam veya başka ne derseniz deyin, hiçbir dış tesir iradeyi aşamaz; aksi takdirde ta başlangıçtan beri öngörüldüğü gibi – geçirdiği haller ve günahları ne olursa olsun- tüm bireysel ruhlara azizlerin azizi içinde Tanrı’ya kavuşma hakkı da tanınmazdı.