Benim Partal Prensim: Şarlo
Polisten kaçayım derken bastonuyla yakaladığı tramvaya atlayıp burun buruna geldiği bir hanımefendiye şapkasıyla selam verecekken başka bir beyfendiye dirseğini yanlışlıkla geçiriverdiği için özür dilemek üzere tam eğildiği sıra, az kalsın başına inecek olan cop darbesinden kıl payı kurtularak yolcuların bacakları arasından şoför mahaline geçmeyi başarıp da ön kapıdan düştü düşecek aşağı sarkan bu ufak tefek, bu alabildiğine esnek adamın başka bir otomobilin ön kasasına sıçradığı gibi kaldırıma yuvarlanır yuvarlanmaz derhal ayağa kalkarak hiiiç bir şey olmamışçasına öbür insanlarla aynı tartımda yürümesi, dünyaya katılmanın tek yoludur. O aramıza katıldığında bütün bir düzeneği çoktan alt üst etmiştir. Üstelik hiç de belli değildir nereden geldiği. Kendisi daima herhangi bir yerden çıkagelir. Hayalet gibi yaklaşır, gözleriye çeker. Belki de üstünde bin kere düşünülmüş, bilmem kaç yüz kere tekrarlanmış bir sahnenin içinden akıl almaz bir akışkanlıkla geçerken, geride bıraktığı şey duyguların dağınıklığıdır. Hayal kırıklığı, hasret, inat, rekabet, korku, suçluluk, yoksunluk, arzu, ne kadar duygu varsa hepsi karman çorman birbirine karışmıştır.
Şarlo! Ahh benim çinekop güzelliğindeki tatlı erkeğim! Hırsızım, piç kurusu yoldaşım, muzip arkadaşım, dünyanın bütün dertlerini dans adımlarıyla gösteriye dönüştüren kederli kardeşim, verdiğim sözlerin hiçbirini tutmadığım mahcup aşığım, utangaç serserim benim. “Len!” diye çağırsam da gelirsin, “Bayım” diye işaret etsem gölgemde bitersen. Bütün seslenişlere açıksındır sen. Her türlü bayağılığın ve kibrin, zerafetin ve utangaçlığın, asaletin ve adiliğin topunu birden o çıtır çıtır, kimbilir kaç eklemli, alabildiğine sınırsız gövdende canlandırabilirsin. Üstelik hiçbir şeyin büyüğü değilsindir sen. Ve hiçbir büyüklük de payını alamamıştır senden. Hiçbir büyük patron, hiçbir büyük polis, hiçbir büyük bekçi, hiçbir diktatör, bar sahibi, ev sahibi, pansiyoner… Senden alacaklı herkes sana borçludur aslında. Bunu en küçük tavrınla ilan edersin. İngilizlerin en kibar İngiliz olduğu bir çağda ve o kibarların hiç umursamadığı Güney Londra’daki yoksulların sefalet çektiği mahallelerden çıkagelen göz alıcı bir imgesin sen. Hey Şarlo! Ah benim durmadan başı belaya giren ama kimseye yük olmayan kankam, ne büyük birader olursun sen, ne de büyük bir kahraman. Sen küçük bir beyfendinin en kocaman halisin.
Dünya bir tesadüftür, öyle değil mi Şarlo! Hop Şarlo, kime diyorum! Diyorum ki, dünya çok kötü bir tesadüf. Mesela sen, onca tozuna pisine, aç nefesine, patlak papuçlarına rağmen, kılçıksız bir beyfendisindir kapıları açarken. Nehrin yanlış yakasında doğmuş zarif bir adam. Günlerce aç olmana rağmen Şükran Günü’nde pişirdiğin ayakkabıyı çatal bıçakla yer, peçeteyle ağzını silersin. Barlarda, genelevlerde, fabrikalarda, müzikhollerde, çaldığın her kapıda rezil olursun da gözünün akında ışıyan haysiyetle yine de herkesi büyülersin. Saygınlık Şarlo, her şeyden vazgeçilir saygınlıktan asla. Onca kabalığa, sakarlığa, vurdu kırdıya, hileye, yalana rağmen nezaket makamının yegane sahibi sensin. Yürürken bir taşa takılsan, döner o taştan özür dilersin. Üstelik inceliklerle dolu bir erkeksindir sen. Canımmm benim! Bir elma sanıp yanlışlıkla ısırabilirim severken. Erkekliğin dibe vurduğu, dünya savaşlarında bütün oğlanların birbirini yediği ve yokettiği, kanlı siperlerde ölülerin kokuştuğu bir zamanda, erkeksi ve erkekçe olan her şeyle alay ederek, bedeli ağır yeni bir erkeklik inşa edersin. Dostluk, güven, merhamet, özsaygı senin utangaç bakışlarında cisimleşir. Bu erkekliğin içinde babalık da vardır, kardeşlik de, kocalık da ve belli ki sevgiliden edinilmiş tılsımlı şefkat de. Hepsini birden içerebilirsin aynı anda. Ne var ki aşkını bir türlü açamazsın bi taneciğim, kadınlar senin aşkını kelebek avında yakalarlar. Uğruna neleri göze aldığın o aşkı daima sınayarak seni tane tane ayıklarlar.
Söz konusu aşk olduğunda hiçbir yaramazlıktan geri durmaz benim Şarlom! Paylaşmak için çalar, hediye etmek için araklar, korumak için alıkoyar, sunmak için avlanır. Üstelik ödlektir de, insanın kalbini kıracak kadar eziktir. Rakiplerinin karşısında sinek kadarcıktır. Hiç sevmez kavga etmeyi, durduk yerde kimseye dalaşmaz. Gelin görün ki daima dayak yer. Onu tuttukları gibi duvardan duvara çalar, derdest edip yerden yere vururlar. Derken bir kareografi doğar, ne zaman başlayıp ne zaman biteceği kestirilemeyen nefes nefese bir hareket… Dünyadaki her şey, rüzgâr, tokmak, halı, kapı, kar, minder, ateş, lamba, köpek, su, toz, kül, her şey… bu doyumsuz gösterinin malzemesi olur. Şarlo hasmını çelme takarak, fiske vurarak yener. Gerisini hep tesadüfler halleder. Bir bakıma fırsat tanrısı Kairos’tur o. Hem omuzlarında hem ayaklarında kanatları olan, her türlü tesadüfü fırsata dönüştüren, Zeus’un küçük oğluna benzer. Benim tatlı Şarlocuğum, “en doğru ân”ın erbabıdır, bunun da çok fena farkındadır. Onun gizemli yakıcılığı bu kaynağı belirsiz özgüveninde yatar. Sanki perdeye düşmeden çok önce, perperişan bir kahraman olarak çoktan içimize doğmuştur. Bakmayın, epey ahlakçıdır aslında, gelin görün ki dünyayı teniyle kavrayan bir insanın ahlakıdır bu. Bir güne bir gün dilencileri, hırsızları, fahişeleri yargılamadı mesela. Alkolikleri hor görmedi, çirkinlerle alay etmedi. Hiçbir komiklik çıkarmadı onlardan. Namus düşkünü seyircisinin karşısına hafifmeşrepliğin, alkolizmin, gelenev şarkıcılığının, cinnetin yüküyle çıktı. Burlesk, grotesk, ucubik ve daha nice komiklik unsuruna yüz çevirip yoksulların, savaşan askerlerin, altına hücum eden maceracıların, yetimlerin şahitliğinde dünyanın ta kendisiyle alay etti. Onun yalnızlığı, bütün kederlilerin yalnızlığıydı. Hepimizinkiydi. Kaldı ki dünya kan kokuyordu o seyirciyle şakalırken. Dul kadınlar kiliseye gider gibi sinemalara doluşur, onun şenliğe dönüşen hazin hikayeleriyle avunurlardı. Askeri hastanelerde yatan kolsuz bacaksız askerler için hayatta kalma sebebiydi. O zamanlar insanlığın sağ kalan iyiliği belki de sadece Şarlo’ydu.
Hele o Büyük Diktatör hali yok mu, aman Yarabbi, hani dünyayla dansettiği o muazzam sahneler… O vakit yeryüzünün bilinen en iyi huylu adamı, dünyanın en zalimi Hitler’e içeriden müdahale ediyordu. Evet… onca hunharlığa, katliama rağmen oldukça naif bir tutumla çıktı seyircinin karşısına. Her ortalama Amerikalının bildiği, daha doğrusu katlanabileceği kadarıyla 2. Dünya Savaşı’nın yalnızca aptallığını resmetti, vahşiliğini değil. Ne var ki Hitler’i ilk sarakaya alan Şarlo’ydu. Filmin sonunda Hitler olarak sahneye çıkıp dahiyane bir ironiyle Şarlo olarak söz aldı. “Üzgünüm, ama ben imparator olmak istemiyorum” diye başladı konuşmaya, “son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır” diye devam etti. Sonra askerlere seslendi, Tolstoyvari bir reddedişle “Sizi bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin!” diye haykırdı. Ulusal sınırların olmadığı, herkesin güvende olduğu antimilitarist, antimilliyetçi bir dünya yaratmak için yumruklarını sıktı. Epey Sosyalist vurguları olan, yüzyılın en demokrat konuşmalarından birini yaptı. Yapmakla kalmadı ezilenlerden yana saf tuttu. Emekçilerin içinden hikâyeler anlattı. Makineleşmenin insanı nasıl da yalnızlaştırdığını öyle bir gösterdi ki Kominist avcısı Amerikalıların ödünü kopardı. İyiliği ve evrensel kardeşliği içermeyen bütün zekice tasarımlar Şarlo’nun gözünde böcek kadarcıktı. Bok böceğine bakar gibi baktı kapitalizme.
Hey Şarlo! Ah benim partal prensim. Onca politik vurgularına rağmen sana maskara diyenin dilleri tutulsun, şarlatan sanan varsa müstehakını bulsun e mi. Sen ki aslında derin bir münzeviliğin eseri, ruhuyla ağlayan bir komedyensin. Sen ezeli yenilensin. Senin büyük utangaçlığını ancak bu şahane gösteriler örtebilirdi. Sadece o kostümle capcanlı kalabilir, can havliyle kötü adamlardan kaçabilirdin. Ben bütün mutlu sonlarını izledim senin, bütün öpüşlerini, bütün yanak yanağa gelişlerini, hepsine yakından baktım. Nasıl da aciz kalıyor, zayıf düşüyorsun mutlu olduğunda. Bir türlü inanamıyorsun. Sanki az sonra her şey bozulacak, başka bir sefilliğin içinde yeniden peyda olacaksın. Şşşşşt Şarlo, öyle yalandan gülme gözünü seveyim! Çıldırmış bir annenin memesini emer gibi… mahzun… bakma.
Sema Kaygusuz