Babil Tanrıları
Kralın kudreti sadece yasalar ve soylular tarafından değil, rahipler tarafından da kısıtlanmaktaydı. Teknik olarak kral, tanrının şehrinde bir vekilden ibaretti. Vergi tanrının adına toplanır, dolaylı ya da dolaysız olarak tapınakların hazinelerine girerdi. Halkın gözünde kral olması için rahiplerin kendisine iktidarı teslim etmeleri, “Bel’in elini vermeleri” ve Marduk’un suretini sokaklarda resmi geçit yaparak dolaştırmaları gerekirdi. Bu törenlerde monark, rahip kıyafeti giyinir, böylece “kilise ve devletin” birliğini ve belki de krallığın ruhban temelini simgelerdi. Taht, doğaüstülüğün tüm albenisi ile sarmalanmıştı; bu durum, isyanı, sadece boynun değil, ruhun da vurulması riskini taşıyan vahim bir küfür yapıyordu. Kudretli Hammurabi bile kanunnamesini tanrıdan almıştı. Babil, fiilen teokratik bir devletti. İsa’dan önce Dokuzuncu yüzyılda yapılan resmi bir sayıma göre, tanrı sayısı 65.000 civarındaydı. Her beldenin, semtin, köyün kendi hami-tanrısı vardı; En Yüce Tanrı’yı tanımakla birlikte, insanlar günlük tapınmalarında kendi tanrılarına dönerlerdi: Larsa, Şamaş’a; Uruk, İştar’a; Ur, Nannar’a. Sümer panteonu, Sümer devletinden daha uzun yaşadı. Tanrılar insanlara uzak durmazlardı. Çoğu yeryüzünde, tapınaklarda yaşadı; midelerine düşkündüler; gece ziyaretlerine gittikleri dini bütün kadınlara beklenmedik çocuklar verdiler. (…) En eski tanrılar astronomik olanlarıydı: Anu, yerinden oynatılamayan gökyüzü; Şamaş, güneş; Nannar, ay, Bel veya Baal, Babillilerin öldüklerinde sinesine döndükleri toprak. Her ailenin kendisine dua ettikleri, sabah-akşam işret ettikleri hane-tanrıları; her bireyin kendisini zarardan ve keyiften koruyan ilahı (“koruyucu meleği” demek daha doğru olabilir) ve tarlaları gözeten bereket cini vardı. Yahudiler kendi meleklerini muhtemelen bu ruhlar kalabalığının arasından seçtiklerinden oluşturdular. İknaton ve İkinci İşaya’da işaretleri görünen tektanrıcılığa Babil’de rastlanmaz.
Yazarın bahsettiği İknaton (ya da “Aten’in etkin ruhu”) Mısır’ı on yedi yıl yöneten IV. Amenhotep’in (On Sekizinci Hanedanlık) tahta çıkmadan önceki adıdır. İÖ 1336-34 yıllarında ölen İknaton, çoktanrılığı terk ederek Beşinci Hanedanlık’tan (İÖ 2494–2345) kalma Güneş Tanrısı Ra’nın bir çeşitlemesi olan Aten’de karar kılar. “Aten’e Büyük İlahi” başlıklı bir şiir yazan İknaton, Aten’e yaratıcı, hayat veren olarak sena ederken, yıldızlardan üstün tutar; sıradan tanrılardan üstün bir statü verir. Mısır’da tektanrıcılık İknaton’un ölümüyle sarsılır, geleneksel inançlara geri dönülür. İncil’de Eski Antlaşma’da yer alan Mezmur 104’ün (Psalm, 104) Aten’in Firavun IV. Amenhotep tarafından kaleme alınan ilahisine şaşırtıcı biçimde benzediği ileri sürülür:
Mezmur 104:* Ey canım, RABBİ takdis et, Ya RAB Allahım, çok büyüksün;
Celâl ve haşmetle giyinmişsin.
Sen ışığı esvap gibi giyen;
Gökleri perde gibi geren;
Yukarı odalarını sularda çatı kuran;
Bulutları kendine araba eden;
O ki, yelin kanatları üstünde gezer;
O ki, rüzgârları melekler,
Ateş alevini hademe eder;
Yeri temelleri üzerine kurdu;
Ebediyen sarsılmayacaktır… (…)
Kitabı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, s.601; İbranî, Kildanî ve Yunanî dillerinden son tashih edilmiş tercümedir, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1969, s.601.
Durant’ın sözünü ettiği İkinci İşaya (Isaiah) İÖ Sekizinci yüzyılda yaşadığına inanılan bir elçidir. Eski Antlaşma’nın ilk otuz dokuz bölümünde günahkâr Yahuda ve Rab’ba karşı çıkan tüm ulusların kıyamete uğrayacağı şeklindeki kehanetini tekrarlayan İşaya’nın söyleminin bir yorumu da İsa Mesih’in gelişini müjdelediğidir. Babil’de tektanrıcılığa benzeyen gelişme, fetihler sonucunda genişleyen ve gelişen devletin, yerel tanrıları, kendi aralarından bir tanesinin üstünlüğünü kabule yönlendirmesi, yurtsever saiklerle hareket eden bazı şehirlerin sevdikleri tanrıların kadiri-mutlak dayatmayı kabul etmelerine razı olmalarıdır. “Nebo’ya inan,” der, Nebo, “başka tanrıya inanma,”: bu Yahudilere verilen emirlerin ilkine benzemez değildir.26 Zaman içinde tanrıların sayıları azalır, tali tanrıların nitelikleri önemli olanlarına atfedilir. Bu yolla, aslında güneş ilahı olan Marduk, tüm diğer tanrılara üstünlük sağlar, Babil’in tanrısı olur; Bel-Marduk diye anılmaya başlar; “Bel” İngilizcedeki “the” anlamındadır. İştar ve Babilliler en ayrıcalıklı dualarını ona gönderir olurlar. İştar (Yunanlılar için Astarte, Yahudiler için Aştoret) bizi Mısır’ın İsis’inin benzeri, Yunan’ın Afrodit’inin ve Roma’nın Venüs’ünün prototipi olduğu kadar, Babil’in en acayip âdetlerinden birisinin resmi mirasçısı olması bakımından ilgilendirir. İştar, Afrodit olduğu kadar da Demeter’dir – sadece fiziki güzelliğin ve aşkın değil, aynı zamanda analığın bereketi, toprağın gizli emeli ve her şeyin arkasındaki yaratıcı ilkenin ilahesidir. Çağdaş bakış açısıyla bakıldığında, İştar’da ahenk bulmak pek bir imkânsızdır: Hem savaşın hem de aşkın tanrıçası olduğu gibi, fahişelerin ve anaların da tanrıçasıdır; kendisine “merhametli fahişe” der; bazen sakallı bir hünsa ilah; bazen süt veren çıplak bir kadın olarak görünür. Her ne kadar müritleri kendisine “Bakire,” “Kutsal Bakire,” “Kutsal Ana” diye hitap etmişlerse de, bunların anlamı onun aşklarının evliliğin tüm işaretlerinden bağımsız olduğu anlamındadır. Gılgamış, İştar’ın gelgellerini güvenilmez olduğunu ileri sürerek reddeder; nitekim zamanında bir aslana âşık olmuş, ayartmış ve katletmişti. İştar’ı anlamak istiyorsak, ahlaki kurallarımızı bir yana bırakmamız gerektiği açıktır. (…)
Hanımefendilerin hanımefendisi, Tanrıçaların Tanrıçası, İştar,
Tüm şehirlerin Kraliçesi, bütün erkeklerin lider, sana yalvarıyorum
Dünyanın ışığı sensin, cennetin ışığı sen,
Sin’in kızı sen (Sin, ay-tanrısı)
Kudretin yücedir, Hanımım, tüm tanrılardan yücesin
Sen yargıladığında kararın adildir
Dünyanın ve gökyüzünün ve tapınakların ve türbelerin ve hanelerin ve gizli odaların yasaları sana bağlıdır
Senin adının olmadığı, emirlerinin bilinmediği yer var mıdır?
Adını duyan yer ve gök sallanır, tanrılar titrerler…
Ezilmişlere bakar, ayaklar altında kalmışlara hergün adalet getirirsin
Daha ne kadar, Gökyüzünün Kraliçesi, daha ne kadar
Daha ne kadar, soluk-yüzlü adamların Çobanı, daha ne kadar oyalanacaksın?
Daha ne kadar, ey ayakları yorgun olmayan, dizleri hızlı Kraliçe?
Daha ne kadar, Orduların Hanımefendisi, Muharebelerin Kraliçesi?
Gökyüzündeki tüm ruhların korktuğu, öfkeli tanrıları sindiren;
hükümdarların hepsinden yüce; kralların dizginlerini tutan,
Tüm kadınların rahimlerini açan, senin ışığın mükemmeldir.
Gökyüzünün parlayan ışığı, yeryüzünün ışığı, insanoğlunun yaşadığı her yeri Aydınlatan,
milletlerin ordularını bir araya getiren.
Erkeklerin Tanrıçası, kadınların Ilahesi, senin öğütlerin anlaşmazlıkların üstesinden gelir
Sen baktığında ölüler dirilir, hastalar kalkar ve yürür; yüzüne bakan akıl hastaları iyileşir.
Daha ne kadar, ey Hanımefendi, düşmanlarım bana galip gelecekler?
Emir ver ve öfkeli tanrı senin emrin üzerine geri dönecektir.
İştar büyüktür! İştar Kraliçedir!
Benim Hanımefendim yücedir, benim Hanımefendim Kraliçedir,
İnnini, Sin’in yüce kızı. O kimselere benzemez.
Robert Stephen Briffault’dan (1876–1948) Babilliler, bu teatral eşhası kullanarak, bize çoğunlukla Yahudiler aracılığıyla intikal eden dini irfanımızın parçası olan efsaneleri oluşturdular. Bunlardan ilki yaradılış efsanesidir. Başlangıçta Kaos vardı:
“Yukarıda gökyüzü adında bir şeyin olmadığı ve aşağıda yeryüzü adının henüz hiçbir şeye verilmemiş olduğu zamanda, ilkinde babaları olan Apsu, “Okyanus” ve onları doğuran Tiamat, “Kaos,” sularını birbirlerine karıştırdılar.”
Şeyler yavaş yavaş büyümeye ve şekillenmeye başladı; ancak birdenbire canavar-tanrıça Tiamat, bütün diğer tanrıları mahvetmeye ve kendisini -Kaos- en ulu yapmaya kalktı. Bunu bütün düzenin yok olduğu güçlü bir ihtilal izledi. Sonra bir başka tanrı, Marduk, onu kendi ilacıyla, [Marduk’u] yutmak için açtığı ağzına hortum fırtınası savurarak katletti; ardından Tiamat’ın rüzgârın şişirdiği karnına mızrağını fırlattı, Kaos tanrıçası patladı.
Efsane, “sükûnetini toplayan Marduk,” diye sürüyor, “ölü Tiamat’ı, balık kuruturken yapıldığı gibi, uzunlamasına ikiye böldü, sonra parçalardan birini yukarıya astı, bundan gökyüzü oldu; ikinci yarıyı ayaklarının altına serdi, yeryüzünü yaptı.” Yaratılış hakkında bizim bilgimiz de henüz bundan fazla değil. Belki de [efsanenin yazarı] arkaik şair, yaratılış hakkında bilebileceğimiz tek şeyin kaosun düzene evrilmesi olduğunu ima etmeye çalışıyordu; nitekim son tahlilde, sanat ve medeniyetin esası budur. (…)
Gök ve yeryüzlerini yerleştirdikten sonra Marduk, kanıyla toprağı yoğurmaya ve tanrılara hizmet edecek insanlar yapmaya koyuldu. (…) Ne var ki, kısa süre içinde, tanrılar, yarattıkları bu insanlardan tatminsizlik duymaya başladılar; onları ve yapıtlarını yok etmek için büyük bir sel gönderdiler. Erdem tanrısı, Ea, insanlara acıdı, bunlardan hiç değilse bir tanesini Şamaş/napiştim ve karısını kurtarmaya karar verdi. Sel kabardı, insanlar “suya balık yumurtaları gibi doluştular.” Sonra birdenbire tanrılar gözyaşı dökmeye, yaptıkları delilik karşısında dişlerini gıcırdatmaya başladılar, “Şimdi kim bize alışık olduğumuz sunakları verecek?” Oysa Şamaş/napiştim altı düz bir mavna inşa etmiş, selden kurtulmuş, Nisir Dağı’nda oturmaktaydı; olan biteni gözetlesin diye bir güvercin de salmıştı. Tanrılara sunak vermeye karar verdi, onlar şaşırarak ve şükranla kabul ettiler. “Tanrılar enfes kokuyu içlerine çektiler, kurbanın başına sinekler gibi üşüştüler.”
(…) Geçmişte olup da günümüzde herhangi bir yerde neşvünema bulmayan bir saçmalık hemen hiç yok. Arkaik veya modern, tüm medeniyetlerin altında kıpırdanmış olan ve hâlâ kıpırdayan o, hurafe ve büyü denizi, belki de bizim mantık eseri yapıtlarımız sonsuzluğa intikal ettiklerinde de orada olacak.
* Will Durant, Our Oriental Heritages, s.232-245.