Agnostizm Ve Seküler Ahlak
Bir agnostik (bilinemezci) ile bir teist (tanrı inancına sahip dindar) arasındaki şu diyaloga bir bakalım;
- Anladım, sen bir ateistsin.
- Değilim.
- Ama teist de değilsin.
- Değilim.
- Ne teist ne de ateistsin, peki sen nesin?
- Agnostiğim.
- Yani?
- Bak şöyle anlatayım. Genelde şöyle düşünülür; Tanrı'ya ya inanırsın ya da inanmazsın. Agnostik bu tür bir seçimi kabullenmez. Yani seçmemeyi seçer, sorunu askıda bırakır.
- Eee, sen neye inanıyorsun?
- Önce bu inanç kavramını açalım. İnanç, bilgi değildir. Hiç kimse Tanrı'nın var olduğuna veya var olmadığına ilişkin bir bilgiye sahip değildir. İşte agnostik bu türden bir bilgimiz yokken, inanırsın ya da inanmazsın ikilemine karşıdır.
- Kimsenin Tanrı'nın varlığına veya yokluğuna ilişkin bir bilgisi olmadığına göre, en uygun tutum bu mudur?
- Evet.
- Seni bilmem ama, Tanrı inancı beni rahatlatıyor, hayatıma anlam katıyor.
- Seni rahatlatıyor ve hayatına anlam katıyor olması, Tanrı'nın varlığını kanıtlamaz.
- Ama ne derler, bilirsin: "Tanrı olmazsa her şey mübah olur."
- Hiç de değil. Laik ahlak diye bir şey var. Tanrı ve ahlak farklı konulardır. Ayrıca her şey mübah olmasın diye Tanrı'ya inanmak hesapçı bir yaklaşımdır.
- O senin düşüncen.
- Kanımca, tüm dinsel ya da laik ahlak öğretilerinin temelinde aynı ilke ya da kural yatar: Altın Kural. Ve bu kural herkese yeter, fazlasıyla yeter.
- Altın Kural mı?
- Evet. Bir başka ifadeyle "sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma!"
- Doğru, hepimizin dilinde olan ama umurumuzda olmayan kural.
- Belki de bütün mesele "ihtiyaç" meselesidir.
- Ne ihtiyacı?
- "Efendi" ihtiyacı. Kant, "İnsan, bir efendiye ihtiyaç duyan bir hayvandır" demiştir.
- Daha neler.
- Kant ve Freud bu noktada uzlaşıyor gibidir. Freud'a göre insan, yaşı ne olursa olsun, her zaman ne yapması gerektiğini kendisine söyleyen, bunlara uyunca kendisini koruyup kollayan, fakat uymayınca da cezalandıran bir "baba"ya ihtiyaç duymaktadır. Ona göre Tanrı kavramı yüceltilmiş baba kavramıdır ve böylesi bir babaya duyulan ihtiyaç da tüm dinlerin kökenidir. Dinler, insanın dünya karşısındaki çocukça çaresizliğine karşı geliştirilmiş bir savunmadır. Dolayısıyla bir efendi arayan onu bulacaktır. O varolduğu için değil, ona ihtiyaç duyduğu için.
- Tamam, tamam. Bir agnostik olarak teizme karşı tutumunu anladım. Peki ateistler için ne düşünüyorsun?
- Körü körüne teizme ne kadar karşıysam, körü körüne ateizme de karşıyım. Ancak, ateizm için Zizek şöyle bir tanım verir: "Ateizm, Tanrı'ya özlem duyan ama onu bulamayanların acıklı bir duruşudur." Bu hayal kırıklığını bir şekilde tecrübe ettiğim için, bir arayış içindeki ateistleri, dogmatik teistlere kıyasla kendime daha yakın bulduğumu söylemek isterim.
- Ta başından söylemiştim işte, sen bir ateistsin.
- Öff.
Eğlenceli ve ilginç bir diyalog. Bunu burada bırakmalı mıyız? Sorgulamayacak mıyız? Bakalım teizm, agnostizm ve ateizmden hangisi deneylenebilir, akılcı, mantıklı olgulara dayanmaktadırlar.
Tanrı anlayışı, henüz bilincin gelişmediği, insanların daha ziyade içgüdüsel yaklaşımlarla doğa olaylarını anlamaya çalıştıkları eski çağlarda, zorunlu bir şekilde, insan bilincinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Depremler, Yağmur, Kar, Fırtına, Şimşek vb. gibi doğa olayları karşısında çaresiz kalan, bunlara ve ölüme bilimsel açıklamalar getiremeyen ve korkan ilkel insan, tanrıları yaratma gereği duyar. Bilinci geliştikçe de bu kez toplumsal politik kurallara ihtiyaç duyar, kendisinin, kabilesinin, toplumunun ve insanlığın nasıl yaşaması gerektiği konusunda günün koşullarına göre birtakım düzenekler, inanışlar, yasalar geliştirir. Dağınık göçebe yaşamdan, yerleşik hiyerarşik toplum düzenine geçen insanoğlu; binlerce din ve tanrı yaratıp zaman içerisinde bilincinin dahada gelişmesi sayesinde bunları yok eder veya reforme etmeye çalışır...
"İnsan pek mecnundur. Bir sinek kurdunu nasıl yaratacağını bilmez, ama gider düzineyle Tanrı yaratır." (Montaigne)
...Gel zaman git zaman gelişen bilinç, Tanrı fikrini görünür olandan alıp doğanın ötesine yerleştirir. Bilhassa Antik Yunan uygarlığı bu sürecin aktörü durumdadır. Eski Yunanlı filozoflar hareketi açıklayamadıkları için hareket halinde ki doğanın ötesine sonsuz bir ilke koymak zorunda kalırlar. İdealist Aristoteles ve Eflatun'un; metafizik çıkarsamaları; ünlü sofist düşünür Protogoras'ın 'İnsan her şeyin ölçüsüdür' düşüncesi, başka bir sofist düşünür Gorgias'ın "Gerçek yoktur, olsaydı bilinemezdi, bilinseydi bile başkasına bildirilemezdi." şüpheciliğinin, 16.yy'da Descartes'ın"Düşünüyorum, öyleyse varım" kuşkuculuğu ile eklemlenip, 19.yy'da: Hume ve Kant'ta bilinemezciliğe vararak,Hegel ile Mutlak Akıl/Tin'e (Mutlak Geist) varıp oradan da 20.YY'a: "Felsefeyi düşünsel bir etkinlik olmaktan çıkarıp bir dil analizi olarak algılayan" analitik felsefe (Wittgenstein, Saussure, Deleuze, Derrida, Fuko) ile günümüze varır. Görüyoruz ki, modernizm öncesi bütün uygarlıkların, çağların en gelişmişi olan Antik Yunan'dan dünümüze ve günümüze büyük dönüşümler geçirerek varmışız.
Ancak, bugün hala aynı noktada takılıp kalmamız bütün bir insanlığın gelişimi için aşılması gereken ciddi bir sorun olarak duruyor karşımızda. Antik Yunan medeniyetinden Ortaçağ durgunluğuna geçişimizde yaşanan, kilisenin, dinlerin, feodal ağaların felsefe ve bilim üzerindeki baskılarında olduğu gibi, günümüzde de burjuvanın felsefe ve bilimler üzerindeki otoritesi/egemenliği insanlığın topyekûn gelişimi önünde ciddi engeller oluşturmakta. Ortaçağın durgun, baskılanmış, birikmiş ve modernizmle sıçrayıp açığa çıkmış felsefesi, bilimi, edebiyatı, sanatı 21.yy'la birlikte tekrar bir durgunluk dönemine girmiş, bu dönemde özelde Rönesans'ın, Fransız devriminin merkezi Avrupa'da, genelde dünyanın tüm gelişmiş burjuva ülkelerinde bilhassa Birleşik Devletlerde sağcılık, muhafazakârlık, dincilik, ırkçılık, gericilik giderek artış göstermiş, göstermeye devam etmektedir. Bir teist ile bir agnostiğin yukarıdaki diyaloğunda da bu durgunluğun resmini görmekteyiz. Antik Yunan'dan günümüze varan tarihsel izlekte bu iki felsefi düşüncenin geliştirilip dönüşümünü verdim. Agnostizm düşünsel ve yöntemsel olarak her ne kadar teizmin gelişmiş, kısmen aşılmış hali olsa da gerçekte teizimden çok farklı değildir, aşamamıştır onu. "Bir tanrının var olduğunu iddia etmek" ile "onun var olup olmadığını gerçekte bilemeyeceğimizi savlamak" birbirinin alternatifi değil, devamıdır. -Tıpkı yapısalcılığın devamı, dönüştürülmüş hali postyapısalcılık gibi.- Agnostizm, bir tanrı fikrini sürekli sıcak tutmak, ilelebet muhafaza etmektir. Oysa biz, felsefe ve bilimsel disiplinlerle tanrı fikrinin gereksizliğini rahatlıkla ortaya koyabiliriz.
Felsefe, en genel hali ile doğayı, evreni açıklamaya çalışma girişimidir. Daha az genel sorunlar ise bilimlerce açıklanır. Felsefe bilimin bir uzantısıdır. Ben, ikisini birlikte ele alıp bir sonuca varmaya çalışacağım bu makalede. O halde, analizlerim maddeci, özdek bir zeminde olmak zorunda. Bilim, en genel hali ile fiziki evrenin içinde var olan fiziki sorunlarla ilgilenir ve bilim için fizikötesi bir kavram yoktur. Şu halde, Agnostikleri bilim dışına taşmakla suçlayıp geçebilirim, ancak, komik bulsam da bu savlarını ciddiye alıp irdelemekle yükümlü olduğumu düşünüyorum.
Antik Yunan'dan günümüze İdealizmin form değiştirip üçüncü bir yol "Agnostizm" şeklinde karşımıza çıkması gibi, Materyalizmde, İ.Ö 6. Ve 5. yy'ların Antik Yunan'ında "Thales, Anaksimenes, Heraklitos, Demokritos, Epikuros"diyalektik ile şekillenmeye başlar. 16.yy'da Locke, 18.yy'da Diderot'la devam edip, 19. yüzyılda bilimler ileriye doğru büyük bir adım atarken, Marx ve Engels ile "diyalektik materyalizm" çağdaş halini alır. Ateizmin ontolojik temeli materyalizmdir. Bende analiz ve kritiklerimi idealizm ve agnostizmin karşıtı olan materyalizm ile yapıp doğru yöntemin hangisi olduğu konusunda okuyucuya yardımcı olmaya çalışacağım. Yukarıdaki diyalog üzerinden makaleyi geliştirmeyi düşünüyorum. Şu halde, agnostik arkadaştan iki alıntı yapacağım.
1. "- Önce bu inanç kavramını açalım. İnanç, bilgi değildir. Hiç kimse Tanrı'nın var olduğuna veya var olmadığına ilişkin bir bilgiye sahip değildir. İşte agnostik bu türden bir bilgimiz yokken, inanırsın ya da inanmazsın ikilemine karşıdır."
İnanç, gerçekten kesin, saltık bilgi değildir. Ancak, bizler bir Tanrı veya benzer tüm ruhani, doğa ötesi güçlerin, fikirlerin var olup olmadığına, gerçek olup olmadığına yönelik bilgiye sahip olabiliriz ve bunu inançlarla, dogmalarla değil felsefi mantık ve bilimsel çıkarımlarla yaparız. Gerçekte agnostiklerin bir ikilemde olduğunu, Tanrının var olup olmadığına yönelik bu yönde bilgilerin olduğunu şimdi görelim;
Eski çağlardan bu yana filozoflar, varlık ile düşünce, ruh ile madde arasındaki ilişkileri kurcalayıp durdular. Tamamının ortak sorusu; Madde mi ruh mu?, Varlık mı düşünce mi? Hangisi daha önemlidir? Hangisi gerçektir? Hangisi diğerinden öncedir? Şeklinde olmuştur. Felsefenin temel sorusu veya sorunudur bu.
"İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır." Karl Marx
İdealistler (Dindarlar), dünya nesnel değil özneldir, derler. Materyalistler (Ateistler) ise dünya nesnel bir gerçektir, derler. Agnostikler, dünyanın nesnel mi öznel mi olduğu gerçekte bilinemez, varlıkların dış görünüşünü tanımak bizim için olanaklıdır ama gerçeği tanıyamayız, bilemeyiz derler.
Eğer agnostiklerin dediği gibi, varlıkların, maddenin, şeylerin gerçek doğasını bilmemiz gerçekten olanaklı değilse, bilgimiz nesnelerin sadece görünüşü ile sınırlıysa o zaman bunların gerçekten var olup olmadıklarını bilemeyiz. Örneğin masa bizim için nesnel bir gerçektir ama bilinemezciler; bu bilgi kesin değil, masanın, bir düşüncenin ürünümü yoksa bir gerçek mi olduğunu bilemeyiz derler. İşte bu tıpkı idealistler (teistler) gibi uslamlamaktır. Zira teistler; maddenin gerçekte olmadığını, nesnelerin, varlıkların bizim düşüncülerimizin ürünü olduklarına inanırlar. Oysa biz olsak ta olmasak ta nesneler gerçekte dış dünyada vardırlar ve düşüncelerimize şekil veren, anlam katan nesnelerin kendisidir. Düşüncemiz onları yaratmaz, yalnızca anlamaya, tanımaya çalışır ve nesneler, varlıklar, madde, şeyler bizim düşüncemizin dışında vardırlar. Bu durumda agnostiklerin kendileri bir ikilem arasındadırlar aslında. Onlar, varlıkları, görünüşteki hali ve kendindeki hali olarak ikiye ayırırlar ve görünürdeki halinin tüm doğaüstü güçleri çıkarıp soyutlamak şartıyla bilimlerce incelenebileceğini (Bu yönde materyalist bir ateisttirler),aynı bilimin ise kendindeki halinin, görünüşünün ötesine geçemeyeceğini (Bu yönden de idealisttirler)savlarlar. Bu yüzden Engels; agnostikleri "utangaç ateistler" olarak tanımlar.
"Bilinemezci, yaşamın gidişine ve bilimin yapısına gelince, materyalisttir; ama materyalizmi olumlamaya cüret edemeyen, her şeyden önce idealistlerle sorun çıkarmamaya çalışan ve dinle çatışma haline girmemeye özen gösteren bir materyalisttir. Utangaç bir materyalisttir. " Friedrich Engels
Georges Politzerr, Felsefe'nin Temel İlkeleri (Principes Élémentaires de Philosophie) kitabında otobüs ve çörek üzerinden nesnelerin bizim dışımızda var olduğu örneğini verir. Yoldan karşıdan karşıya geçen biri idealist diğeri materyalist iki insan otobüsün çarpma ihtimaline karşı tetikte olmak zorundadırlar. Demek ki pratikte her ikisi de otobüsün nesnelliğini tanımak zorundadırlar. Aynı şekilde, yenen çörek midede bir doyum sağlıyorsa bu onun gerçekte var olduğunu tanıtlar. Çörek var olmasaydı veya bir fikirden öte olmasaydı onu yedikten sonra açlığımız giderilmezdi.
"Şimdi görüyoruz ki, bu iki felsefeyi uzlaştırmak iddiasında olan teoriler, gerçekte idealizmi tutmaktan başka bir şey yapmıyorlar, felsefenin temel sorusuna üçüncü bir yanıt getirmiyorlar, bu bakımdan da, üçüncü bir felsefe yoktur." Georges Politzer
Bir nesnenin görünen yüzünden öte onu bütünü ile anlamak için duyularımızı kullanırız. Birinden biri bizi yanılttığında başka bir duyumuza başvurur ya da başka birinin duyuları ile bu nesneyi tanıtlarız. Üstelik bunları birçok bilimsel deneye tabi tutar, uzun yıllar gözlemleriz. Ted Grant ve Alan Woods Aklın İsyanı isimli kitaplarında şöyle derler; Ted Grant ve Alan Woods Aklın İsyanı isimli kitaplarında şöyle derler;
"Soyutlama olmadan nesnenin "derinine" nüfuz etmek, onun özsel doğasını ve hareket yasalarını anlamak imkânsızdır. Zihinsel soyutlama faaliyeti aracılığıyla, duyularımızla (duyu-algı) sağlanan doğrudan bilginin ötesine geçebiliriz ve daha derine inebiliriz. Nesneyi onu oluşturan parçalara ayırabilir, bunları soyutlayabilir ve ayrıntılı olarak inceleyebiliriz. Nesnenin, idealize edilmiş, ikincil özelliklerinden sıyrılmış "saf" bir biçim olarak genel bir tasavvuruna varabiliriz. Bu, bilme sürecinin mutlak surette zorunlu bir aşaması olan soyutlamanın işidir."
Maddelerin, nesnelerin iç dinamiklerini, gerçek içeriğini bilemeyeceğimizi öne süren formel mantıkçılar yalnızca felsefede değil, idealizmi bilimlere, özellikle fizik bilimine taşıdılar. Enerjiyi ruh olarak değerlendirip maddeden bağımsız ele alan klasik fizik, benzer bir girişimi agnostikler gibi nesneleri ikiye ayırarak açıklamaya çalıştı. Bilhassa Heisenberg ve Bohr'un: Atomik reaksiyonların insanların gözlemi olmadan meydana gelmediğini, örneğin elektron ve protonların (deney ortamında) ancak dış bir gözlem olduğunda tepki verdiklerini savlamaktaydılar. Bu, dış dünyanın, maddenin, nesnelerin diyalektiğin tersine, bizim dışımızda var olmadıkları, onları düşüncelerimizin var ettiği anlamına geliyordu. Schrödinger'in Kedisi deneyi bu açıdan ilginçtir. Lenin bu konuda şunları söyler:
"Eğer renk yalnızca retinaya bağlı bir duyumsa (doğa bilimlerinin sizi kabul etmeye zorladığı gibi), o takdirde retina üzerine düşen ışık ışınları renk duyumunu üretir. Bu demektir ki, bizim dışımızda, bizden ve bizim zihnimizden bağımsız olarak, bir madde hareketi vardır, diyelim ki belirli bir uzunluk ve belirli bir hızda retinaya etki eden eter dalgaları renk duyumunu üretir. Doğa bilimlerinin sorunu ele alışı tastamam budur. Farklı renk duyumlarını, insan retinasının dışında, insanın dışında ve ondan bağımsız olarak varolan ışık dalgalarının farklı boylarıyla açıklar. Bu materyalizmdir: Duyu organlarımız üzerinde etkide bulunan madde, duyumları üretir. Duyumlar, beyine, sinirlere, retinaya vb.ne yani belli bir biçimde örgütlenmiş maddeye bağlıdır. Madde birincildir. Duyum, düşünce, bilinç, belli bir biçimde örgütlenmiş maddenin en üst ürünleridirler. Bunlar genel olarak materyalizmin ve özel olarak da Marx ve Engels'in görüşleridirler."
Bütün bu bilgilerin gerçeklikten öte bir "algı yanılması" olduğunu veya olabileceğini iddia etmek hem komiktir hem de idealizmin yaşamasına destektir, insanlığın gelişmesine engeldir.
2. Körü körüne teizme ne kadar karşıysam, körü körüne ateizme de karşıyım. Ancak, ateizm için Zizek şöyle bir tanım verir: "Ateizm, Tanrı'ya özlem duyan ama onu bulamayanların acıklı bir duruşudur."
Buda doğru bir önerme değildir. Üstelik daha ziyade agnostiklerin psikolojisini tanımlayan bir önermedir. Ateistler tanrı tanımaz değillerdir. Tanrı tanımazlık, bir tanrının varlığını kabul eder ve onu farklı gerekçelerle tanımaz. Oysa ateizm hiçbir zaman bir tanrı fikrini içermez ve ona karşı bir mücadelede bulunmaz. Ateizm; teizmin ve agnostizmin evreni hayali bir doğaüstü güç ile açıklama ve bunun bilinemezliği üzerine olan fikirlerini bütünü ile yadsır ve evrenin doğa yasaları içerisinde kendi kendisinin nedeni olduğunu savlar. Bu sav fizik ve biyoloji alanında modern bilimlerce birçok deney, teori, kanun şeklinde kanıtlanmıştır. Bilimlerce bunlar bilinebilirken, hala bir tanrı fikrini savunan ve tanrı'nın olabileceğini şüphe eden deizm ve agnostizmdir. Tanrı'nın ve mutlak ideanın insan fikirlerinin ürünü olduğunu ortaya koyan deizm, agnostizm ve esas olarak ateizmdir. Böyleyken, Tanrı'ya ve Tanrı fikrine özlem duymak mantıksız kalmaktadır, çünkü, ateistlerin bir tanrı arayışı yoktur, onlar bütün olarak bu fikirden soyutlanmış insanlardır. Oysa agnostizmin ortaya çıkış nedeni, materyalizm ile idealizm ikilemi arasında kalarak, bir tanrı arayışının ve bulamayışlarının sonucudur. Başlangıçta da belirttiğim üzere, agnostizm, teolojiyi aşmak üzere gelişen bir fikir olsa da, daha ziyade ruh ile madde arasında kalarak idealizmi aşamamıştır. Bu yüzden felsefenin temel sorusu üzerine üçüncü bir cevap vermekten uzaktır.
"Gerçekten, bilinemezcilik, 'utangaç' bir materyalizmden başka nedir? Bilinemezcinin doğa kavramı, baştan sona materyalisttir. Bütün doğal alem, yasalara bağımlıdır, ve bir dış etkinin işe karışmasını kesinlikle dışarır. Ancak, bilinemezci, şunu ekler: bilinen evrenin ötesinde yücelerden yüce bir varlığın bulunduğunu ileri sürmemizi de çürütmemizi de sağlayacak hiçbir aracımız yoktur." Friedrich Engels
Görüyoruz ki agnostik arkadaşın her iki savı da gerçekte geçerli bir anlam taşımamakta. Septik düşünce üzerinden gelişen agnostizm bize şüphe duymamızı kanıksatır ancak daha da ileriye giderek bir bilinemezciliğe varır. Şüphe etmeliyiz elbette. Bilimlerin bulgularının zaman içerisinde değişebileceğini de göz önünde bulundurmalıyız. Ancak, elimizdeki en iyi, en nesnel veriler çürütülene değin onu geçerli, doğru saymak zorundayız. Duyularımıza güvenmek zorundayız, yanıldığımızda kendi duyularımızı kontrol edebileceğimiz farklı duyular ve araçlarla bu açığı kapatmalıyız. Teolojinin ahlak açısından iyi yönlerini de almalıyız. Dinlerde tıpkı diğer kültürel edinimler gibi insanlığın daha iyiye doğru gelişimi için zamanında insanlar tarafından yaratılmış öğretilerdir. Evren hareketli olduğu, zaman akıp, toplumlar, kültürler, bilinç, doğa gelişip değiştiği için, dinleri ortaya çıkaran dönemsel koşullar değer ve anlam yitirip, yarar sağlamak yerine toplumlara ve doğaya zarar vermekten öteye gidemiyor. Dinlerin nasıl, niçin, hangi sebeplerle ortaya çıktıklarını, iyi ve kötü, olumlu ve olumsuz yanlarını açıkça irdelemek ve söylemek zorundayız. Bunları iyi anlayabilirsek hem tinsel ahlakın olumlu yönleri ile laik ahlak'ı (seküler hümanizm veya naturalizm) geliştirebiliriz, hem de doğanın ötesine geçip farklı sebepler aramanın da gereksizliğini ve bu formel mantığın insanlığın gelişimi önünde nasıl engeller oluşturduğunu görürüz. Benim formülüm şöyle; İnsan, iç dünyasında şüpheci, dış dünyasında materyalist, hem iç hem de dış dünyasında ise ahlaki idealist olmalıdır. Ahlak, erdem, iyilik, sevgi, kuşkuculuk, maddecilik, bunlar bütün bir evreni ve bütün canlılığı ayakta tutan gerçekleridir. Ateizm tanrıtanımaz olmadığı gibi aynı zamanda bütünü ile dinler karşıtı da değildir. Metafizik ve ruhani olmayan, içinde tanrıyı barındırmayan (Budizmin Theravada kolu gibi) dinlerde vardır. Bu açıdan Materyalistler; ülküleri, inançları, idealleri olan ve sevgi, saygı, hoşgörü, sınıfsızlık, eşitlik gibi ilkeleri hedeflemiş ve bunları bütün topluma ulaştırmaya çalışan misyon sahibi insanlardır. Ünlü Alman materyalist filozof Feuerbach; İnsanın mutluluk eğilimi ile birlikte doğduğunu, mutluluğun ahlakın temelini oluşturduğunu ve bu mutluluğun başıboş bırakılamayacağını söyleyerek iki basit ilke önerir.
·Eylemlerimizin kendimizdeki sonuçları: Mutluluk eğilimimizi başıboş bırakıp, örneğin içkiyi fazla kaçırırsak hastalanırız. Böylelikle de kendi eğilimimizi, kendimizden dolayı, kendimiz kısıtlarız.
·Eylemlerimizin toplumdaki sonuçları: Mutluluk eğilimimizi başıboş bırakırsak başkalarını mutluluk eğilimlerinin sınırına gireriz. Bu halde başkaları, kendi mutluluk eğilimlerimizi savunarak bizim mutluluk eğilimimizi bozarlar. Böylelikle de kendi eğilimimizi, yine kendimizden dolayı, kendimiz kısıtlarız.
Görüldüğü gibi, psikolojik, ideolojik, politik, ekonomik açılardan fizikötesi bir güce ve ruhani bir dine ihtiyacımız yok. Bilincimiz son derece gelişti ve kendi kendimizi kontrol edebilme, yönetebilme aşamasına geldik. Ne müdahaleci nede müdahaleci olmayan metafizik bir güce ihtiyacımız kalmadı.
Ayrıca "ya varsa," mantığı "tüccar mantığı"ndan başka bir şey değildir..
"İnsanlar sevişiniz, gerçek din sizin bu sevgilerinizdedir. Varlığınız, aşkınızla biçimlenecektir."Ludwig Andreas Feuerbach