13.Ulusal Felsefe Olimpiyatı 2009
“BÜYÜK BİRADER”İ NEDEN YARATTIK; NASIL TUTSAĞI OLDUK?
Anarşizmin köklerini dayandırabileceğimiz Uzakdoğulu filozof Lao Tse’ye göre insanoğlu, doğanın yasaları ile uyum içinde yaşadığı takdirde başka kural ve düzenlemelere gereksinim duymayacaktır. Toplumların ve devletlerin tarihsel gelişimlerine bakıldığında ise görülüyor ki; insanlık bu öneriyi göz ardı etmeyi seçmiş. Neden bireyden üstün yönetici bir güç oluşturmayı uygun gördük? Daha da önemlisi, nasıl bu gücün üzerimizde çeşitli şekillerde baskı kurmasına izin verdik?
“Özgürlük Üzerine” isimli eserinde John Stuart Mill, devlete duyulan ihtiyacı insanın kendisini koruma içgüdüsüne dayandırır. Karmaşayı engellemek, korku ve kaosa son vermek anlaşılabilir, doğal bir arzudur. Bu nedenle insan toplulukları, güçlü bir yöneticinin kendilerini iç ve dış birtakım tehlikelere karşı korumasını, sosyal yaşamı düzenlemesini ister. Eski toplumlarda dahi iktidarın bir biçimde bireyselleştirilmiş olması (Duverger) bu isteğin bir yansımasıdır. Her yöneticinin Platon’un filozof kralları gibi bilge ve erdemli olmayacağı (ya da olamayacağı) ise su götürmez bir gerçektir. Yönetilen ve yönetenin çıkarları ters düştüğünde, iktidar sahiplerinin hangisine öncelik vereceği aşikârdır. İşte bu nedenledir ki; Liberal düşünce, anayasa ve parlamento gibi bazı düzenleyici ve denetleyici kurumlar oluşturmuştur; “sınırlı güçlü iktidar” kavramını siyasi yapılanmanın vazgeçilmezi saymıştır. Günümüz demokrasilerinin temelinde yatan “hukukun üstünlüğü ilkesi ile de yasalara saygının güvence altına alacağı –ve Arendt’e göre- zorba yönetimlerin ortadan kaldırılacağı varsayılmıştır.
Böyle bir ortamda bile, Max Weber’in “devleti yönetme gücü” olarak tanımladığı iktidarın, demokratik yollardan, bir “zorba”nın eline geçmeyeceğinin garantisi yoktur. Yani “yasalara saygı, zorba olmayan bir yönetimin özü” olsa da; yasalar zorbaların başa geçmesini engellemede yetersiz kalabilir. Görülüyor ki; bu düzende pek çok şey “zorba”ların tasarrufuna bırakılmıştır. Çoğunluğun desteğiyle dahi olsa, yönetimi elde eden kişi veya topluluk, yasaları kendi lehine yok saymayı, farklı görüşleri bastırmayı, azınlıktakiler üzerinde baskı kurmayı bilinçli olarak seçebilir. Üstelik Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” fikri de göz önüne alınırsa, “çoğunluğun tiranlığı” sadece olası değil, aynı zamanda öngörülebilir bir durumdur. Çoğunluğu bütünle eş tutan böyle bir yönetim mutlak gücü elinde tutmak, yasaların üstündeki konumunu korumak için şüphesiz her yolu deneyecektir. Büyük olasılıkla da, geçmişteki örneklerini takip ederek teröre yönelecektir.
Bu noktada Arendt’in terör tanımını daha yakından incelemek gereklidir. Zira günümüzde terörün genel geçer bir tanımı siyasi hassasiyetler dolayısıyla yapılamamakta, terörün anlamlandırılması kimin terörist olduğuyla ilgili tartışmalar üzerinden yapılmaktadır.
Arendt’in “terör” sözüyle ifade etmek istediği, doğuştan gelen temel hak ve özgürlüklerin şiddet, korku ve baskı yoluyla kısıtlanması olarak açıklanabilir. Bu bağlamda “terör”, Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin devlet tarafından ihlâli olarak da algılanabilir. Bu nedenle Arendt’in düşüncesine göre totaliter teokratik rejimlerin inançlarına tehdit olarak gördükleri dinsizleri öldürmesinden, “Nasyonal Sosyalist” Nazi rejiminin “etnik arındırma” çerçevesinde milyonlarca Yahudi’yi yok etmesine kadar pek çok şiddet odaklı eylem, terördür. Öte yandan açıkça şiddet içermeyen ancak toplumsal hayatta kendini belli eden kadın-erkek eşitsizliği, nepotizm ve xenofobi gibi olgular da terörün farklı formları sayılabilir. Kısacası terörü karakterize eden devlet veya din eliyle uygulanması, belli bir ideolojinin yansıması olarak ortaya çıkması veya şiddet içerip içermemesi değil; totaliter, tekilci, yasaya saygı duymayan “zorba” bir zihnin ürünü (ve özü) olmasıdır.
Totaliter rejimlerin iktidarlarını yasalara saygı yerine teröre dayandırdığının en açık örneklerinden birini, İngiliz yazar George Orwell “Hayvan Çiftliği” (Animal Farm) isimli eserinde verir. Yolsuzluğun ve çıkarcılığın kol gezdiği Sovyet rejiminin eleştirisini yapan yazar, devrimle ortaya çıkan “Tüm hayvanlar eşittir.” ilkesinin “Fakat bazı hayvanlar daha eşittir.” eklentisiyle saptırıldığını dile getirir. “Hayvan Çiftliği”ndeki totaliter rejim öyle bir hal almıştır ki; çürümenin farkına varan Benjamin ‘deli’ etiketi yapıştırılarak duymazdan gelinirken, sömürülen halkı sembolize eden Boxer, bir sabah öldürülmek üzere alınıp götürülür. İşte bu hem pasif hem de aktif şiddet içeren formuyla terör, tarih boyunca tüm totaliter rejimlerin dayanağı, totaliter baskının en etkili aracı olmuştur.
Öyleyse modern insan “terör”e karşı ne yapabilir? Kendisini ve haklarını nasıl savunabilir ve baskıdan nasıl kurtulabilir?
Çağımızda bireyleri yakarak ‘aykırı’ düşünceleri ortadan kaldırmanın yerini, farklılıkların tolere edilmemesi, farklının dışlanması ve insanların tektipleştirilmesinin aldığını söylemek yanlış olmaz. Bir anlamda “modernleşmiş” formdaki terör karşısında iki yol izlemek mümkündür. Bunlardan ilki –ve şüphesiz daha kolay olanı- insanda doğuştan varolduğu söylenen itaat güdüsüne teslim olmak ve Kant’ın David Hume’u okumasaydı uyanamayacağını söylediği “dogmatik uyku”nun rahatlığına boyun eğmektir. İkinci seçenek ise belli bir farkındalığa ulaşarak “terör”e karşı savaşmak ve “The Matrix” filmindeki Neo karakteri gibi bize sunulan kırmızı ve mavi haplardan gerçeği vaat edeni tercih etmektir.
Arendt’in “totaliter baskının özü” olarak gördüğü “terör” karşısında bilinçli bireyin tek ve en güçlü silahı, sivil toplum yapılanmasıdır. Demokratik hayata aktif olarak katılan, görüşlerini sonuçları göze alarak dile getirmekten çekinmeyen –sayıları az da olsa– bireyler, totaliter rejim karşısında seslerini yükseltmeyi bilirlerse “zorba”lara karşı da en dayanıklı savunma halini alacaklardır. George Orwell’in “1984” romanındaki ‘Büyük Birader’, -aldığı farklı formlara rağmen- bizi izlemeye devam ediyorken yapılması gereken, Winston Smith’in yakaladığı farkındalıktan ne olursa olsun vazgeçmemek ve bu farkındalığın bilinçli bireye yüklediği sorumluluklar çerçevesinde mücadeleye devam etmektir